İskele Editörü

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

ACEMİ BİR HAYAL KURUCU VE UMUT TÜCCARI HİKAYESİ

’ Sonsuz mandalina bahçelerine...’’

Bir baba duası kadar içten ve ferah,

Hasretinin kandilleri henüz sönmemiş

Hayattan razı bir adam

Henüz sigarasının dumanı üzerinde çıkageliyor,

Serin uğultulu Topkapı metro durağına…

Zarif bir bedeni örgütlemeye niyetli

Teni mürekkep boyalı

Hazan bezeli hardal sarısı şalıyla bir kadın,

Oturmuş bile çoktan ahşap bir bank kenarına…

Ve iki dakika başlıyor:

Kadife karanfiller dökülüyor ellerinden,

Kerpiç duvarlar dibinde ve ayışığında

Gelinlik bir kızın

Hayal hayal üstün işlediği

Kiraz oyalı mendilleri kadar kıymetli

Kadife karanfiller dökülüyor ellerinden...

Bir Uhud zellesi kopuyor…

Mihman nidalar dökülüyor dudaklarından,

Yorgunüstü bir vakitte, okul çıkışı

Mahalleden, o Yusuf gözlü oğlanı gören

Yanaklarına alev alev gonca güller işlenen

Züleyha nakışlı, on beşlik bir yürek heyecanıyla

Mihman nidalar dökülüyor dudaklarından…

İki dakika bitiyor.

Aminsiz dualar dökülüyor.

Mehtap Ufuk YILMAZ’a

Asiye Bozbek

Paylaş

GÖZYAŞI

Terleyen gözler, hıçkırığı barındıracak cesarette değil,

Ruhun ve kalbin damıttığı gözyaşını besteleyen gözler önünde eğil!

Gözyaşı…

Yüzleri arındıran ab-ı hayat…

Sır berzahında hikmet kapısını çalacak tefekkür fidanının beslendiği su kaynağı…

Acziyet perdesinden basiret fışkırtan erdemli davranış!

Ağlamak mertliktir! Ağlamak his insanının özelliğidir. His insanı ise insanlığın şerefli mertebesi…

Ağlayalım… Kuytular gözyaşı bekler. Hüzne acıkan dünyayı mesut edelim ve hıçkıra hıçkıra ağlayalım. Öksüzlere, yetimlere, açlıktan ölmek üzere olan bir çocuğun akbabalar tarafından parçalanmasını çekip yılın fotoğrafçısı ödülünü alıp zalimliğin heykeli olan bahtsıza ağlayalım. Kalbini dilsiz kılanlara, gövde gösterisi gibi bizlere sunulan sanat eseri gözlerini âmâlaştıranlara, secdenin öptüğü alınların seccadeyi sulamadan vedasına, imâna susayan gönüllerin haykırışının yankı bulamayışına, müslüman olup da dinini yaşayamayanlara ve asıl hüzne hüzünlenenlere ağlayalım…

Efendimizin ifadelerinin hikmetini düşünüp fark edince bir hüzün damlası da ona bahşedelim ve şimdi ona kulak verelim… Hüzün Peygamberi (sav) de bu konuya değinmiş ve şunları söylemiştir:

“Mahşerde, cehennem kıvılcımlarının insanları kovaladığı hengâmede, Cebrail Aleyhisselam elinde bir bardak suyla görünür. Ona, “Bu ne?” diye sorarım ve bana şöyle cevap verir: “Bu, mü'min kulların Allah korkusuyla ağlayıp gözlerinden döktükleri gözyaşlarıdır ve şu korkunç kıvılcımları söndürecek tek şeydir.”

"Sinek başı kadar bile olsa, gözünden Allah korkusuyla yaş çıkan ve bu yaşı yanak yumrusuna değecek kadar akan hiçbir mü'min kul yoktur ki, Allah onu (ebedi) ateşe haram etmesin!"

“Allah korkusuyla gözyaşı döken kimse, süt memeye geri dönmedikçe ateşe girmez. Bir kul üzerinde, Allah yolunda yapışan tozla, cehennemin dumanı bir araya gelmez."

Bu hususta şunu da ilave etmek gerek, Hz. Ömer'in gözyaşlarının iki yanağında iz bıraktırmasını sağlayan, Cüneyd-i Bağdadî gibi Seyyidu't-Taife sayılan önderlere, ağlamayı, Kur'ân okuma ve teheccüd namazı kılmanın yanın­da, vird edindiren de hikmet sahibine, çilingirin bizzat kendisine duyulan aşktı…

Ayrıca Allah’ın müstesna kullarından Bürde el-Abide isimli zat da çok ağlama şerefine erenlerden! O kadar çok ağlardı ki, bu sebeple kendisini ayıplayanlar olurdu. Onlara; “Eğer siz, kıyamet günü, günahkârların ağlamasını görmüş olsaydınız benim ağlayışımı çok bulmazdınız!” derdi.

Bu zatların ufkundan bakabildiğimiz çok çok nadir anlarda hissettik ki hüzün bereket toprağının yağmurudur. O yüzden kâinata kazandıracağımız her bir fikre gözyaşı serpiştirip öyle sunalım…

Hüznü kadeh kadeh içip gözyaşı sarhoşu olalım…

Bulut olalım… Dolunca hemencecik ağlayıverelim; ama çok uzun olmasın yıldırım hıçkırıklar… Güneş nasıl ki bulutun gözyaşını siliyor biz de hakikat güneşimizi hatırlayalım ve gökkuşağı açsın yüzümüzde…

Yüzümüzdeki nur tohumları sulanmak bekler… Samimiyet süzgeci hassastır tohumda, gözyaşı ile teri ayırt eder!

Gözyaşı barajları kuralım, şebekeler döşeyelim gönüllere, kalplerde his kesilince onları sarsacak samimiyet biz olalım…

Hüzün potası ekvator gibi olsun! Ayırt etmeyelim, bütün vakalara ağlayalım… Hâlâ Rabbimiz’ e kavuşamamış olmamıza, şu dünyada imansız fikirler varken onların soru işaretleri zifirindeki fener biz olamadığımız için, Efendilerin Şah’ının sahabesi olamadığımıza, bir gün yüksek bir yere ulaşmak isteyen Efendimiz bir taş bulun dediğinde ayağının altına başını koyup buyur sana bir taş Ey Peygamber diyen Ömer(r.a) biz olamadığımız için, O’ nu korumak için O’na gelen okun önüne kolunu koyan biz olamamamıza,  ruhun dünya gurbetini yudumlarken bedende çektiği ızdıraba ağlayalım...

Ardından da gönülden istenildiğinde esirgemeyip veren en merhametliye yönelip dua edelim:

Ey sırların çilingiri! Göz çukurlarımıza şelaleler nasib eyle.

Mizânda amel defteri elimize verildiğinde elimizden damlayacak bir umman gözyaşı bahşet…

Ömer Faruk Koç

Paylaş  

İÇ’LERDEN UZAKLARA

'Bir ömür bırakıyorum benden miras geriye, bir de gözyaşı, arkamdan ağlanmasına gerek kalmasın diye... Bir ömür bırakıyorum ya, herkes gibi ben de isyanımı tekmelerimle haykırarak geldim dünyaya. Bilemezdim neye gözümü açacağımı, ilk soluğumun bu kadar kirli oluşunu, bilemezdim. Ama iki meleğim vardı yanında, huzur hissederdim.

 Muhtaçtım ama onlar varken değil, mutluydum çünkü kolları arasında uyuyordum. Sonra dizlerinde, sonra kendi yatağımda. Bilemezdim büyümenin onu benden uzaklaştıracağını...

 

Bir gün benimde sıramın geleceğini biliyordum. Çok zormuş koruyan, kollayan, karşılıksız seven, son nefese emek sarf eden olmak. Bu sefer hayatın soğuğuna sırtını çeviren ben olmuştum.

 

Üşüdüm, üzüldüm, kaygılandım, çabaladım, yoruldum... Güldürmek için, gülmek için, tek bir çatıda sıcacık huzuru bölüşebilmek için. Artık canımdan kıymetli 'can'lar vardı hayatımda. Bilemezdim yılların bu denli hızla geçeceğini, zamanın bu denli kavramsız, kifayetsiz olabileceğini. Saçlarda aklar, gözler iyi görmez, kulaklar da biraz ağır işitir, belki sırtta kambur, dizlerde ağrılar, ellerde emeklerin yorgunluğu. Ama duygular, onlar hissedilebilirliklerinden

hiçbir şey kaybetmemişti, edemezdi. Ta ki bir gün aynada, tek başıma kalakalmışken fark ettim bunları, acısını yılların, yalnızlığın, çaresizliğin yansımasını gördüm aynada, terk edilmişliğin ayazında...

 

Yine güldürmeye çalışıyordum, gülmeye. Ama bu sefer ne için, kim içindi bilmem vakit geçsin isterdim. Bilirdim ki artık tek başımayım, anılarımlayım, kırılmışlıklarımla... Yine bilirdim ki adına huzur! evi dedikleri soğuk duvarların tozlu camlarında bekleyecektim, neyi kimi bimem.

 

Bu zamana kadar bir şey bilmemişim bunu da bilmem. Her gün düşünürüm, buraya geldiğim ana kadar olan hayatımı lime lime ederim gözümün daldığı yerlerde, gözyaşlarım bile sıcak değildi artık! Düşünürdüm işte, oğlumla kızımla aynı masada yemeyecektim, can'dan gelen muhabbetin sıcaklığını

unutacaktım, torunlarımla oynardım aslında, parka giderdik belki okuldan sonra, büyüdüklerini göremeyecektim. Oysa ne de çok masal ezberlemiştim bir gün lazım olur diye, ne tecrübeler biriktirmiştim, paylaşacaktık. Yine düşünüyorum da ne de çok hazırlamışım kendimi son zamanlarıma,

yazık... Gençliğimden kalma siyah tozlu bir bavulla bu kapıdan içeri girişimi hatırlarım, 'her hafta geleceğiz merak etme' deyişlerini, 'biliyorsun çalışıyorum, e çocuklar da var, inan bana böylesi daha iyi...' Hak etmediğim cümlelerdi, sustum, hak verdim. Vicdanı azad etmişe kim ne diyebilirdi ki?

 

Yıllar oldu buradayım, en son gelirken getirdikleri çiçekler kurumuş, döküle döküle bir sapı kalmış onu da atmışlar zaten. Bari bayramda gelseydiniz ya evladım, insanın gözü daha çok arıyor, yüreği daha çok acıyor, bilemezsiniz. Çok istedim göreyim sizleri, önce inmeyecektim yanınıza, sitem edecektim, gönül koyacaktım. Sitemim de gönül koymam da kendime, ne diye umutlanırsın a ihtiyar! Bir telefonla hallettiler işte... Benim gibi nice yoldaşlarım var burada, daha kötüsünü de gördük, hamdolsun. Alıştım, insan herşeye alışıyormuş bir kere daha gördüm.

 

Ama veda edecek kimsenin olmaması, tutacağım sıcak bir el, huzur bulacağım yaşlı bir göz olmadan gideceğim ya, o oturur içime...

Ara sıra gençler geliyor, elimi öper halimi hatrımı sorarlar. Ne anlatayım evladım size, üşüyorum işte. Çoğu anlatır derdini, isyanını, ben yapamam. 'Aman annenizin babanızın kıymetini bilin' der öğütlere dalarım. Hoş kendiminkilere zamanında öğretememişim ya! Olsun içimdekiler içimde

kalsın, burada da zaman geçer, ömür biter, acı diner. Ben soğuk sayfaları karalarım bana yeter.

 

Huzur ne evde ne dışarıda, ne yalnızlıkta ne kalabalıkta, ne dünde ne gelecekte. Bugün sevdiklerinizle beraberseniz, gönlünüze bahar gelmiş sıcacıksa huzur orada...'

 Aynı derde üzülüyor, ağlıyorsak, hissediyorsak yüreklerindeki yalnızlığı bir şeyleri

paylaşabiliyoruz demektir. Hikâyelerini anlatmaya, sevgi saygı görmeye hasret, gözünü kapıya dikmiş nice yaşlılarımız var, duası dilinde. Gençler bir ülkenin geleceği ise, o ülkenin değerleri, geçmişi, tecrübeleri de yaşlılarıdır. Bizler vicdanımızı özgür bırakmayalım ve yanlarında olalım.

 

 

Zeynep Tuna

Paylaş  

İDEOLOJİNİN GÖLGESİNDE TÜRK MÜZİĞİ

Klasik Türk müziği denildiğinde çoğu insanın aklına genellikle koroyla icra edilen ve oldukça temposu düşük eserler gelir. Geçmişi ve oluşumu hakkında daha çok ipucu elde edebileceğimiz ismiyle Osmanlı müziği de denilen bu tür, getirilen güncel yorumlarla bu izlenimi değiştirmeye başladı. Ancak sevilen ve tarihi boyunca belli bir dinamiğe sahip olan Türk müziğinin kendini uzun yıllar boyunca güncelleştirememiş olmasının hikâyesi oldukça manidardır.

Türk müziği, Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki Batılılaşma hareketlerinden etkilenmişse de bu etki kısıtlama veya yasaklama getirme şeklinde değil, alternatifi olan Batı müziğinin desteklenmesi şeklinde olmuştu.

1920’li yıllarda Cumhuriyet’in ilanıyla beraber yeni bir kimlik oluşturma çabası kendini gösterdi. Yeni bir insan tipi tasarlanıyordu. Bu insan “çağdaş” kıyafetler içinde, “ilerici” ve “akılcı” düşüncelere sahip olmalıydı. Tabii ki bu insanın “irticai”, “ilkel” ve “Osmanlı’yı anımsatan” Klasik Türk müziği dinlemesi düşünülemezdi.

Bu mevzuda Ziya Gökalp’in düşünceleri kabul görüyordu:

“ … Şark musikisinin hem hasta hem de gayrı millî olduğunu gördük. Halk musiki harsımızın, garp musikisi de yeni medeniyetimizin musikisi olduğu için ikisi de bize yabancı değildir. …”

Derhal bu bize “yabancı” müziğe bir şeyler yapmak lazımdı. Yapıldı da: Alaturka musiki yahut şark musikisi denilen geleneksel müziğe Klasik Türk musikisi denilerek milli bir anlam kazandırıldı. Makam isimlerinden sultanîyegâh da saray kokan bir ifade olduğu için “millî yegâh” olarak değiştirildi.

1926’da akademi işlevi gören Mevlevihanelerin ve Darülelhan (sonradan Belediye Konservatuarı) ‘daki Türk müziği bölümünün kapatılması büyük bir darbe oldu. 1936’dan itibaren kurulan konservatuarlardan da dışlanan Klasik Türk müziği eğitimi 1976’da İTÜ Türk müziği konservatuarı kurulana kadar yasak kalacaktı.

Batı müziği ise devlet eliyle desteklenerek yaygınlaştırılmaya çalışılmaktaydı. İstiklal Marşı’nın Ali Rıfat Çağatay tarafından acemaşiran makamında yapılan bestesi yerine Osman Zeki Üngör’ün Batı müziği formlarındaki bestesi kabul edildi. (1930) Okullarda ve halk evlerinde mandolin, keman, gitar gibi enstrümanlar tercih edilmişti. “Türk Beşleri” diye anılan besteciler Avrupa’ya gönderilerek müzik eğitimi aldılar ve 1930’lardan itibaren etkin oldular. “Çağdaş Türk Müziği” olarak anılan çalışmaları aslında Klasik Batı müziğinden başka bir şey değildi.

1935 yılının Ocak ayından itibaren ise İçişleri Bakanlığı’nın emriyle Türk musikisi yasaklandı. Radyoda alaturka müzik dinlemeye alışmış olan radyo sahiplerinin önemli bir kısmı ise geleneksel müziğe daha yakın olan Mısır radyosundaki Arap şarkılarını dinlemeye başladılar. Ancak yasak fazla uzun ömürlü olamadı.

Engelleme ve yasak koyulmasının başlıca gerekçeleri Alaturka müziğin teksesli, dolayısıyla da çağdışı ve Türk milletine yabancıolmasıydı. Yabancı olma konusu aslında Geleneksel müziğin bir Osmanlı sanatı olmasıydı. Osmanlı kültürüne ait diğer olgular gibi bu neticeye ulaşması kaçınılmazdı.

Teksesli ve dolayısıyla da çağdışı olma gerekçesi ise adeta modernleşmenin çarpık ruh halini yansıtan delillerden biri. Klasik Batı müziği gibi sürekliliği olan belirli bir gelenek oluşturabilmiş olan Klasik Türk müziği makamsal, motif ve usul zenginliği olan bir türdür.İmparatorluk coğrafyasında meydana gelmiş olması dolayısıyla birçok kültürden beslenmiştir. Doğu toplumunun özelliklerini yansıtır. Yani Batı müziği gibi tekniğin duygusal yoğunluğun önüne geçtiği bir yapıdan çok alabildiğine duyguyu temel almış bir müzik türüdür. Yani teksesliliğinin makamsal ve melodik esaslara dayanmış olmasından kaynaklandığı söylenebilir.

Yasaklı dönemde köylüleri “çağdaşlaştırmak” için Anadolu’ya opera götürülmeye karar verilir. Dört saat süren bir opera eseri, Sivas’ta, zorla getirtilmiş köylülere dinlettirilir. Daha sonra köyün muhtarından fikir almak için operayı nasıl bulduğu sorulur. Muhtarın cevabı malumun ilamıdır: “Sivas Sivas olalı Timur’dan beri böyle zulüm görmedi.”

 Sedat Akel

Paylaş

BENİ BU FİLMLER MAHVETTİ…

“…Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar. Saatine baktı: Dört buçuğa beş vardı. “Eve gidip okusam.” Durağa yürüdü. “Bunları kurtarmanın yolunu biliyorum. Kocaman sinemalar yapmalı. Bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. İyi bir film görsünler. Sokağa hep birden çıksınlar…” Kafasından geçene güldü. Duraktakiler dönüp baktılar. Kadının biri kaşlarını çattı. Sokakta kendi kendine sesli gülünemeyeceğini bilmeyen yoktu. “Ne adamlar be. Güldüysem güldüm size ne?” Duramadı orada yürüdü. Eve gitmeyecek. İçindeki “sinemadan çıkmış kişi“yi öldürdüler.”

Aylak Adam/Yusuf Atılgan

Forrest Gump

“Forrest Gump” birçok başyapıta imza atan Robert Zemeckis'in objektifinden ortaya çıkmış, belki de kendisinin en önemli filmi olarak niteleyebileceğimiz özgün bir şaheser. Başrollerini Tom Hanks, Robin Wright Pen ve Gary Sinise’ın paylaştığı film, Forrest’ın çocukluğundan başlayarak, 1950–1970 yılları arasındaki hayatından kesitler sunuyor. 

I.Q’su normalin altında bir insan olan Forrest’ın hikâyesine, küçük bir kasabada bir bankta, Forrest’ın o ana kadar ki yaşadıklarını, kendi ağzından dinleyerek başlıyoruz. Sözlerine film boyunca alıntılar yaptığı annesinin sözlerinden biri ile başlıyor: “Hayat bir kutu çikolata gibidir, payına ne düşeceğini asla bilemezsin.”

Olaylar çocukluğundan başlayan dev aşkı Jenny ile tanışması ekseninde gelişiyor. Forrest tamamen tesadüf olarak Amerikan tarihinin önemli olaylarına şahitlik ediyor,  Elvis Presley, Kennedy ve Nixon ile tanışıyor, Vietnam savaşına katılıyor. Ve 75 IQ’lu Forrest tüm bu yaptıklarında “farkında olmadan” akıl almaz başarılara imza atıyor. Bu durum şu sahnede özellikle dikkat çeker: Forrest üç seneyi aşkın bir süre boyunca durmadan koşar ve bir gün durur. Arkasındaki grup ona şaşkın gözlerle baktığında ise sadece “Yoruldum” der.

Gökyüzünde savrulan bir tüyün bir bankta oturan Forrest’ın ayaklarının dibine düşmesi ile başlayan film, yine benzer bir sahne ile son bulur. Forrest’ın hikâyesi hayatımızı rüzgârda savrulan bir tüy gibi, sorgulamadan, yönlendirmeden, oluruna bırakarak yaşadığımızda da bir şekilde bir yerlere konabildiğimizi gösteriyor. Onun bir bankta oturup anlattıklarını dinledikten sonra, dünyaya eskisi gibi bakamıyorsunuz. Ve “Run Forrest, Run!” repliği uzun bir süre aklınızdan çıkmıyor.

V for Vendetta

Yönetmenliğini James McTeigue’nın yaptığı ve Alan Moore ve David Lyod'un yazdığı The Matrix'in senaristleri The Wachowski Kardeşler'in derlediği diyen V for Vendetta, geleceğin totaliter İngiltere’sinde geçiyor.

Terör ve savaş ve 80.000 insanın ölümüne neden olmuştur. “Birlik ve Beraberliğe en çok ihtiyaç duyulan bu günlerde” halka güvenlik ve birlik vaat eden totaliter bir parti afet döneminin de etkisiyle iktidara gelmiştir. Totaliter rejim, çok kültürlülüğü, demokrasi ve hürriyetleri yok etmiştir. Çoğunluğun değerleri bu değerlere sahip olmayanlara dayatılır. Bu durumun 2 temel sonucu şunlardır: 1) ayrımcılık 2) ayrımcılığa maruz kalmamak için tüm bireylerin iktidar önünde diz çökmesi.  Yani tam manasıyla bir “korku imparatorluğu”. İşte böyle bir anda V for Vendetta'dan bir replik önümüzü açıyor: “İnsanlar devletlerinden korkmamalı, devletler insanlardan korkmalı.” V for Vendetta, böyle bir dönemde V’nin hürriyet ve adalet mücadelesini anlatan bir hikâye.

Film günümüz dünyası, yaşadığımız ülke ile ilgili yolunda gitmeyen pek çok şeyi sorgulamanıza neden oluyor. Yaşadığınız dünya ile film arasında pek çok benzerlik görüyorsunuz. Takvimlerdeki her günün “birlik ve beraberliğe en çok muhtaç olduğumuz gün”ü göstermesi, dört bir yanımızın düşmanlarla çevrili olduğunun Tarih derslerinden, televizyonlardan bildirildiği bir ülkede, bütün dünyanın ülkemizi bölmek için durmaksızın çalıştığı paranoyasıyla yaşamamız ve bu paranoyalar yüzünden feda ettiklerimiz film ile birlikte gözlerinizin önünden geçiyor, derin düşüncelere dalıyorsunuz... V’ye göre ise tüm bu sorunların çözümü belli: ”Her koşulda daha fazla hürriyet ve adalet istemek.”

İçimdeki Deniz [Mar Adentro]

30 yıl boyunca ötenazinin bir hak olduğunu savunarak mücadele veren Ramon Sampedro'nun gerçek hayat hikayesinden perdeye uyarlanan filmin yönetmeniAlejandro Amenabar. İspanyol, Fransız, İtalyan ortak yapımı filmin başrollerinde Javier Bardem, Belén Rueda ve Lola Dueñas , kamera karşısına geçmiş. Senaryoyu Amenábar ve Mateo Gil birlikte yazmışlar.

Gençlik yıllarında denizde geçirdiği bir kaza sonucu sakatlanan ve boynundan aşağısı tutmayan İspanyol denizci Ramon Sampedro tam 30 yıl ailesinin bakımına muhtaç, yatalak yaşamak zorunda kalıyor. Ramon ölüm sayesinde kaybettiği özgürlüğünü kazanacağını düşünüyor fakat boynundan aşağısı tutmadığı için bunu başaramıyordu. Bu nedenle amacına ulaşmak için İspanyol hükümetine başvuruyor. Bu süreçte Ramon’un hayatına 2 kadın giriyor. Avukatı Julia onun ötenazi hakkı için yasal yollar ile mücadele ediyor, Rosa ise onu hayatın yaşamaya değer olduğuna ikna etmeye çalışıyor.

Film tek bir bakış açısını sunmaktan ziyade sorgulatıyor. Film boyunca kendinizi Ramon’un yerine koyuyorsunuz ve onun hissettiklerini kendi içinizde hissediyorsunuz. “Onun yerinde ben olsaydım ne yapardım?” sorusunu soruyorsunuz. “Yaşam” ve “Ölüm” ile ilgili tüm bildiklerinizi aklınızın bir kenarından geçiriyorsunuz. Bununla birlikte “Aşk” ve “Sevgi” kavramınlarını da sorgulatıyor film. Sevdiğiniz kişi yaşamına son vermek istiyorken, onun yaşamaya devam etmesini istemek bencillik midir yoksa onu gerçekten sevmekmidir? Ramon’a göreyse bu sorunun cevabı açık: ona gerçekten aşık olan kadın nihai yolculuğunun sorumluluğunu almasına yardımcı olacak kişidir.

LEON

“Kusursuz bir katil. Masum bir kız. Birbirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyleri kalmamış. Erkek sessizce hareket ediyor. Duygusuzca öldürüyor. İz bırakmadan yok oluyor. Zayıf noktasını ise sadece... 12 yaşındaki bir kız biliyor.”

Başrollerini Jean RenoGary Oldman ve Natalie Portman'ın paylaştığı bir Luc Besson filmi.

Mathilda, New York'ta yaşayan ailesi dağılmış 12 yaşında küçük bir kızdır. Üvey ailesinin yanında sevimsiz bir yaşamı paylaşmaktadır Mathilda’yı kaçıp gitmekten tek alıkoyan küçük kardeşidir. Babası uyuşturucu işlerine bulaşınca mafya ailenin tüm bireylerini öldürür. O sırada alışverişte olan Mathilda şans eseri hayatta kalır. Alışverişten döndüğünde tüm ailesinin öldürüldüğünü görür ve Leon’un dairesine saklanarak kendini kurtarır. Leon ise hayatını kurallardan oluşturmuş, sert ve tam anlamıyla profesyonel bir tetikçidir. Ancak Mathilda'ya karşı içten bir sevgi besler ve ona kol kanat gerer.

Mathilda ve Leon arasındaki ilişki “aşk”tan öte; kendilerine ilk defa iyi davranan birine duyulan sevgidir. Hayatlarında daha önce görmedikleri bir sıcaklığa duyulan özlem ve buna karşı verilen duygusal tepkidir.

Filmde, Leon’un sürekli süt içmesi, Mathilda’nın olgun tavırlarına rağmen çizgi film izlemesi gibi ayrıntılar ise içimizde bir parçanın devamlı çocuk kalabileceğini gösteriyor.

Filmin son sahnesi ve ardından çalan Shape of My Heart şarkısı ise filmin duygu yüklü atmosterini iyiden iyiye arttırıyor. Bu sahnede göz yaşlarınıza hâkim olamama ihtimaline karşı yanınızda bir mendil bulundurmalısınız.

Amélie [Le Fabuleux Destin d'Amélie Poulain]

Audrey Tautou’nun başrolünde olduğu, Jean-Pierre Jeunet filmi. Senaryosu ise Jeunet ve Guillaume Laurant tarafından yazılmış.

Çok garip bir anne baba tarafından büyütülen Amelie, gündüzleri Paris'te bir kafede garson olarak çalışırken akşamlarını küçük apartman dairesinde yalnız olarak geçiren utangaç, içe dönük ve hassas bir kızdır.

Amelie banyoda 40 yıl öncesinden saklanmış küçük bir kutuya rastlar, kutunun sahibini bulur ve teslim eder. O an kendisini mükemmel bir uyumun parçası olarak hisseder. Başkaları için küçük mucizeler geliştirmeyi öğrenmiştir. Bundan böyle çevresindeki insanların yaşamlarını iyileştirmeye karar verir. Bu arada karşılaştığı Nino adlı bir adamdan çok hoşlanır. Başkalarının mutluluğu için uğraşırken kendi yalnızlığı için bir şey yapmadığını, yaşayacağı güzel şeyleri ertelediğini farkeder ve kendi yaşamını sorgulamaya başlar.

Film hızlı kurgusu ve zekice esprileri ile izleyiciyi ekrana bağlıyor. Bir yerden sonra her şeyi bırakıp kendinizi Yann Tiersen’in olağa üstü müzikleri eşliğinde filmin içinde bir yerlerde kaybedip, o dünyada yaşamayı istiyorsunuz. Yüzünüzü çirkinleştirene kadar tebessüm etmek istiyorsanız bu filmi mutlaka görmelisiniz. İzledikten sonra bir “sevgi kelebeği”ne dönüşme ihtimaliniz yüksek. Hayat çok güzel değil mi? Kuşlar, böcekler, çiçekler filan…

İnto the Wild (Yabana Doğru)

Sean Penn’in yönettiği ve Emile Hirsch, Vince Vaughn, Catherine Keener ile Kristen Stewart’ın oynadığı "Into The Wild", Jon Krakauer’in 1996 yılında yayınlanan ve Christopher McCandless’in yaşamını anlattığı aynı adlı kitabından uyarlanan bir film.

Christopher, iyi bir üniversiteden mezun olmuş, varlıklı bir ailenin çocuğudur. Fakat aile, beklentiler ve alışkanlıklar gibi göbeğimizden bağlı olduğumuz pek çok etmeni kamp bıçağıyla kesip atıyor. Diplomasından, zenginliğinden, çok sevdiği kardeşinden ve çok sevdiği külüstür arabasından, o yasına kadar hayatında sahip olduğu jerseyden vazgeçip yollara düşüyor.

Eddie Wedder’ın muhteşem müziklerinin de etkisiyle film boyunca kendinizi farklı dünyalarda ve düşlerde buluyorsunuz. Christopher doğa ile bütünleşiyor ve gözünüzü alamayacağınız güzellikler film karelerini süslüyor. Bu gerçek öykü insanın arayışlarını, toplumun tuzaklarını, bireyin çıkmazlarını ve yaşadığımız hayatları bize sorgulatıyor. Bazen onun kendi ayakları üzerinde durma tezini desteklerken, bazen de yalnızlığın aksine insanlarla iletişimin bizi şekillendirdiği gerçeğiyle çürütüyor. Filmin sonunda defterine karaladığı bir cümle ise uzunca bir süre hafızalardan silinmiyor: “Mutluluk sadece paylaşıldığında gerçektir.”

Anlat İstanbul

Anlat İstanbul, İstanbul ortak paydasında kesişen beş hikâyeyi karşımıza çıkarıyor. Bu hikâyeleri masallara, insanları da kahramanlara dönüştürüyor. Her hikâyede, evrensel düzeyde tanınan beş Batı masalından (Fareli Köyün Kavalcısı, Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler, Külkedisi, Uyuyan Güzel ve Kırmızı Başlıklı Kız) esinleniliyor. Filmdeki 5 hikâyeyi 5 ayrı yönetmen çekmiş: Ümit Ünal, Kudret Sabancı, Ömür Atay, Yücel Yolcu, Selim Demirdelen.  Fakat bunu filmi izlerken hissetmiyorsunuz, film tek bir yönetmenin elinden çıkmış gibi duruyor.

Anlatılan hikâyeler her ne kadar Taksim ve çevresinde geçse de, film Doğu-Batı tartışmalarından mafya dünyasının hayatın her alanına sinmişliğine, İstanbul'da yaşayan insanların belleksizliğinden Kürtçe problemine dek, İstanbul özelinden çıkıp Türkiye'ye genellenebilecek birçok soruna parmak basıyor.Filmin senaristi ve yönetmenlerinden olan Ümit Ünal’ın ifadesiyle: “"Batı diye Doğu diye bir ayrım olmadığını, insanın gerçek masalının dünyanın her yerinde aynı olduğunu"” yüzümüze vuruyor.

Anlat İstanbul, çocukluğu çoktan bitmiş ama ruhunun bir tarafı hala masallarda yaşayan "büyük"lerin mutlaka görmesi gereken bir film.

Iclal Turan

 

Paylaş

Akıllı Tasarım [Intelligent Design] Teorisi

ABD'deki devlet okullarında Darwin'in evrim teorisine alternatif olarak okutulması tartışılan Akıllı Tasarım, son 15 yıldır giderek güçlenen ve büyüyen bir teori. Gücünü de, Darwinizm'in varsayımının aksine, yaşamın hiç de rastlantı olmadığı gösteren bilimsel kanıtlardan alıyor.

Aslında bu konudaki tartışmanın başlangıcı 150 yıl öncesine uzanıyor. Darwin'in 1859'da yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabından bu yana, biyolojideki temel kuram, canlıların doğal seleksiyonun ürünü olduklarını öngören evrim kuramı oldu. 20. yüzyılda Darwinizm'e genetik ışığında getirilen yeni yorum, doğal seleksiyona bir de mutasyon mekanizmasını ekledi. Ancak bu iki mekanizmanın, yani doğal seleksiyon ve mutasyonun, canlılığın tek kaynağı olduğu yönündeki geleneksel anlayış, son yıllarda önemli eleştiriler alıyor. Pek çok bilim adamı, canlılığın sadece bu gibi amaçsız ve bilinçsiz faktörlerin ürünü olamayacağını, hayatın kökeninde "tasarlayıcı bir aklın" olduğunu savunuyorlar.

cdarwin.jpgBu anlayış son yıllarda yeni bir teoriyi de beraberinde getirdi: "Akıllı Tasarım" (Intelligent Design) teorisi. Time dergisinin 12 Ağustos 2005 sayısının da kapak konusunu oluşturan teori, halen ABD'de ateşli bir tartışmanın odak noktası. Bilim dünyasında Akıllı Tasarım'ı kabul edenlerin sayısı artarken, bazı eyatler de teoriyi ders kitaplarına Darwinizm'in alternatifi olarak koymayı tartışıyorlar.

Bu teori, 1990'lı yıllarda bir grup Amerikalı bilim adamı tarafından ortaya atıldı. Teorinin ilk büyük çıkışı, Pennsylvania'daki Lehigh Üniversitesi'nden biyokimya profesörü Michael J. Behe'nin "Darwin'in Kara Kutusu: Evrime Karşı Biyokimyasal Başkaldırı" adlı kitabı oldu. Behe, kitabında canlı hücresinin Darwin zamanında içeriği bilinmeyen bir "kara kutu" olduğunu, hücrenin detayları anlaşıldığında ise, burada çok kompleks bir "tasarım" bulunduğunun ortaya çıktığını anlatıyordu. Behe'ye göre, canlılardaki kompleks sistemlerin doğal seleksiyon ve mutasyonla, yani bilinçsiz mekanizmalarla ortaya çıkması imkansızdı ve bu durum hücrenin "bilinçli bir şekilde tasarlandığını" gösteriyordu. Fransız felsefe profesörü Peter van Inwogen, bu kitabın önemini şöyle vurgulamaktaydı:

"Eğer Darwinistler bilimsel gerçeklerle dolu bu kitabı, önemsemeyerek, yanlış anlayarak veya ona gülüp geçerek karşılarlarsa, bu durum bugün Darwinizm'in bilimsel bir teori olmaktan çok bir ideoloji olduğu yönündeki gitgide yayılan şüpheler için önemli bir kanıt olacaktır."(1)

Darwinistler Behe'ye tatminkar bir cevap veremediler. Ve Akıllı Tasarım teorisi giderek daha fazla bilim adamı tarafından savunulmaya başlandı. Bugün bu hareketin önemli isimleri arasında California Berkeley Üniversitesi'nden Philip Johnson; MIT, Chicago, Princeton Üniversiteleri'nden Willam Dembski; doktorasını Cambridge'de yapmış olan Stephen C. Meyer; Chicago Üniversitesi'nden Paul Nelson gibi isimler yer alıyor. Seattle merkezli Discovery Institute adlı bilimsel enstitünün çatısı altında bilimsel çalışmalar yürüten gruba, internet üzerinden ulaşmak mümkün. (www.discovery.org)


İndirgenemez Komplekslik

Akıllı tasarım teorisini savunanların en çok vurgu yaptıkları kavramlardan biri, "indirgenemez komplekslik" (irreducible complexity).

Bu kavram, aslında Darwin tarafından ortaya konmuş bir "kıstas"a dayanıyor. Darwin, kendi teorisinin nasıl yanlışlanabileceğini Türlerin Kökeni'nde şöyle ifade etmişti:

"Eğer birbirini takip eden çok sayıda küçük değişiklikle kompleks bir organın oluşmasının imkansız olduğu gösterilse, teorim kesinlikle yıkılmış olacaktır. Ama ben böyle bir organ göremiyorum."(2)

Darwin'in buradaki kastını iyi incelemek gerekiyor. Başta belirttiğimiz gibi, Darwinizm canlıların kökenini iki bilinçsiz doğa mekanizması ile açıklıyor: Doğal seleksiyon ve rastlantısal değişiklikler (yani mutasyonlar). Darwinist teoriye göre, bu iki mekanizma, canlı hücresinin kompleks yapısını, kompleks canlıların vücut sistemlerini, gözleri, kulakları, kanatları, akciğerleri, yarasaların sonarını ve daha milyonlarca karmaşık tasarımlı sistemi meydana getirmiş durumda.

Ancak son derece kompleks yapılara sahip olan bu sistemler, nasıl olur da iki bilinçsiz doğal etkenin ürünü sayılabilir? İşte bu noktada Darwinizm'in başvurduğu kavram, "indirgenebilirlik" kavramı. Teori, sözkonusu sistemlerin çok daha basit hale indirgenebileceklerini ve sonra da kademe kademe gelişmiş olabilecekleri iddia ediyor. Bu kademeler sayesinde, Darwinizm'in iddiasına göre, önceden gözü olmayan bir canlı türü kusursuz bir göze sahip oluyor, önceden uçamayan bir başka tür de kanatlanıp uçar hale geliyor.

Ancak Akıllı Tasarım teorisyenleri, bu klasik hikayede çok önemli bir yanılgı olduğunu savunuyorlar. Dikkat edilirse, Darwinist teori, bir noktadan bir başka noktaya (örneğin kanatsız canlıdan kanatlı canlıya) doğru giden aşamaların hepsinin tek tek "avantajlı" olmasını öngörüyor. A'dan Z'ye doğru gidecek bir evrim sürecinde, B, C, D... U, Ü, V ve Y gibi tüm "ara" kademelerin canlıya mutlaka avantaj sağlaması gerekiyor. Doğal seleksiyon ve mutasyonun bilinçli bir şekilde önceden hedef belirlemeleri mümkün olmadığına göre, tüm teori canlı sistemlerinin avantajlı küçük kademelere "indirgenebileceği" varsayımına dayanıyor.

İşte Darwin bu nedenle "eğer birbirini takip eden çok sayıda küçük değişiklikle kompleks bir organın oluşmasının imkansız olduğu gösterilse, teorim kesinlikle yıkılmış olacaktır" demişti.

Akıllı Tasarım teorisyenleri, işte bu noktayı vurguluyorlar ve 20. yüzyıl biliminin, Darwin zamanında yeterince bilinmeyen pek çok "indirgenemez kompleks" yapı ortaya çıkardığını belirtiyorlar.3 Michael Behe'nin kitabında indirgenemez kompleks sistemlere verdiği ilginç örneklerden biri, bakteri kamçısı.


Bakterinin Kamçısı

"Kamçı" olarak Türkçe'ye çevrilen "flagella" isimli organ, bazı bakteriler tarafından sıvı bir ortamda hareket edebilmek için kullanılır. Organ, bakterinin hücre zarına tutturulmuştur ve canlı ritmik bir biçimde dalgalandırdığı bu kamçıyı bir palet gibi kullanarak dilediği yön ve hızda yüzebilir.

Bakterilerin kamçısı, uzun zamandır biliniyordu. Ancak son 10 yıl içindeki gözlemler, bu kamçının detaylı yapısını ortaya çıkarınca bilim dünyası şaşkına döndü. Çünkü kamçının, önceden sanıldığı gibi basit bir titreşim mekanizmasıyla değil, çok karmaşık bir "organik motor" ile çalıştığı ortaya çıktı.flagellum.jpg

Bakterinin hareketli motoru, elektrik motorlarıyla aynı mekanik özelliğe sahiptir. İki ana bölüm söz konusudur: Bir hareketli kısım (rotor) ve bir durağan kısım (stator).

Bu organik motor, mekanik hareketler oluşturan diğer sistemlerden farklıdır. Hücre, içinde ATP molekülleri halinde saklı tutulan hazır enerjiyi kullanmaz. Bunun yerine kendine özel bir enerji kaynağı vardır: Bakteri, zarından gelen bir asit akışından aldığı enerjiyi kullanır. Motorun kendi iç yapısı ise olağanüstü derecede komplekstir. Kamçıyı oluşturan yaklaşık 240 ayrı protein vardır. Bunlar kusursuz bir mekanik tasarımla yerlerine yerleştirilmiştir. Bilim adamları kamçıyı oluşturan bu proteinlerin, motoru kapatıp açacak sinyalleri gönderdiklerini, atom boyutunda harekete imkan sağlayan mafsallar oluşturduklarını ya da kırbacı hücre zarına bağlayan proteinleri hareketlendirdiklerini belirlemişlerdir. Motorun işleyişini basitleştirerek anlatmak amacıyla yapılan modellemeler bile, sistemin karmaşıklığının anlaşılması için yeterlidir.

Bakteri kamçısını kitabında detaylı olarak anlatan Michael J. Behe, sadece bu kompleks yapısının dahi, evrimi "yıkmak" için yeterli olduğunu savunmaktadır.(4) Çünkü kamçı hiç bir şekilde basite indirgenemeyecek bir yapıdadır. Kamçıyı oluşturan moleküler parçaların tek bir tanesi bile olmasa, kamçı çalışmaz ve dolayısıyla bakteriye hiç bir faydası olmaz. Bakteri kamçısının ilk var olduğu andan itibaren eksiksiz olması gerekmektedir. Bu gerçek karşısında evrim teorisinin "kademe kademe gelişim" modeli anlamsızlaşmaktadır.


Tasarım Nasıl Belirlenebilir?

Bakteri kamçısı kuşkusuz Akıll Tasarım savunucularının tek örneği değil. Behe kitabında daha pek çok "indirgenemez kompleks" yapının örneğini veriyor. Sadece Behe'nin kitabında değil, Akıllı Tasarım'ı savunan pek çok biyolog tarafından yayınlanan kitaplarda ve bilimsel makalelerde, evrimin "kör" mekanizmalarının açıklayamadığı kompleks tasarımlara dair sayısız örnek var: İnsan gözünün anatomisi, retina hücrelerindeki karmaşık biyokimyasal düzenek, DNA replikasyonunda görev yapan enzimler (5), insanın diz ekleminin tasarımı(6) veya "tek yönlü ve daimi nefes akışı" sağlayan özgün kuş akciğeri (7) gibi.

Akıllı Tasarım teorisyenleri, bu yapıların hiç birinin "doğal mekanizmalarla" oluşmuş olamayacağını, mutlaka bilinçli bir düzenlemenin ürünü olduğunu savunuyorlar. Peki bir yapının tasarım ürünü olduğu nasıl anlaşılıyor? William Dembski The Design Inference: Eliminating Chance through Small Probabilities (Dizayn Çıkarımı: Küçük Olasılıklar Yoluyla Şans Faktörünü Elimine Etmek) adlı kitabında bu soruyu cevaplıyor.(8)

Dembski'ye göre, doğada var olup da doğal faktörlerle ortaya çıkma olasılığı aşırı derecede küçük olan yapılar, bilinçli bir tasarımın bilimsel kanıtını oluşturuyor. Örneğin fonksiyonel bir protein molekülünün, doğadaki 20 farklı aminoasitin rastlantısal biraraya gelmesiyle oluşma ihtimali, matematikte "imkansız"ın başladığı nokta sayılan 10 üzeri 50'de 1'den bile çok çok daha (trilyarlar kere trilyarlarca kat) küçük. Bu durum, proteinin rastlantısal bir sürecin ürünü olmadığını, "tasarlanmış" bir yapı olduğunu gösteriyor.

Daha kolay anlaşılır bir örnek ise şöyle: Balta girmemiş bir ormanda bir heykele rastlarsanız, bundan çıkardığınız sonuç ne olur? Doğal faktörlerin bu heykeli oluşturmuş olmaları ihtimali çok çok küçük olduğu (yani böyle bir alternatif "imkansız" olduğu) için, heykelin tasarlanmış olduğu sonucuna varırsınız. Akıllı Tasarım teorisyenleri, canlıların kompleks mekanizmalarının, bir ormanda bulunan heykelden çok daha açık birer "tasarım kanıtı" olduğunu savunuyorlar.


Bilim İçin Bir Dönüm Noktası

Kuşkusuz Akıllı Tasarım konusundaki bu çalışmalar, önemli bir soruyu da beraberinde getiriyor: Tasarımcı kim? Canlıları dizayn eden bilinç, kimin bilinci?

Akıllı Tasarım teorisyenleri, bu sorunun cevabının, bilimin alanı dışında kaldığını belirtiyorlar. Onlara göre bilimin yaşamın kökeni hakkında varabileceği sonuç, canlılığın tasarlanmış olduğunu tespit etmekten ibaret. Yani, bu tasarımın sahibi kim, amacı nedir gibi soruların, kendi alanlarından çıkıp dinin veya felsefenin ilgi alanına girdiğini düşünüyorlar. Profesör Philip Johnson'a göre, "herkes bu sorulara kendi inançlarına ve düşüncelerine göre cevap arayabilir, ama önemli olan bilimin, hayatı amaçsız bir rastlantılar zinciri olarak gören Darwinist teoriyi reddediyor olması."(9)

Akılı Tasarım teorisi, hem bilim dünyasını hem de toplumu derinden etkileyeceğe benziyor. William Dembski, teoriyi yeni bir bilimsel devrim olarak niteliyor. Nitekim son 10 yılda ABD'de büyük bir Akıllı Tasarım fırtınası esiyor. Teorinin Behe, Johnson, Dembski gibi öncüleri, ABD'nin saygın üniversitelerinde bilimsel konferanslarda söz alıyor, Darwinist bilim adamlarıyla tartışmalara katılıyor ve teorinin her geçen gün daha fazla yayılması için çalışıyorlar. Darwinistler ise, her ne kadar teoriyi çeşitli suçlama ve saldırılarla diskalifiye etmeye çalışsalar da, bunun 150 yıldır karşılaştıkları en ciddi bilimsel meydan okuma olduğunda birleşiyorlar.

Akılı Tasarım teorisinin en önemli mesajı, tüm doğayı "planlanmamış, amaçlanmamış bir rastlantılar yığını" olarak gören ortodoks biyoloji anlayışının geçersiz olduğunu savunması. Michael Behe, bu yeni anlayışın bilim dünyası tarafından kabullenilmesinin kolay olmadığını, ancak zaten hiç bir bilimsel devrimin kolay gerçekleşmediğini belirtiyor:

"Hayatın üstün bir akıl tarafından tasarlanmış olduğu anlayışı, hayatı basit doğa kanunlarının bir sonucu olarak algılamaya alışkın bizlerde bir şok etkisi yaratmış durumda. Ama diğer yüzyıllar da benzer şokları yaşamışlardı ve şoklardan kaçmak için bir neden de yok."(10)

Bilim dünyası bu "şok"u kabullenecek mi, bunu zaman gösterecek.

Mustafa Akyol 

www.mustafaakyol.org


NOTLAR
1) Michael Behe, Darwin's Black Box, New York, The Free Press, 1996
2) Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 189
3) Ayrıca bkz. Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis. London: Burnett Books, 1985, ss. 199-220
4) Michael Behe, Darwin's Black Box, The Free Press, New York, 1996, s. 69-73
5) Stephen C. Meyer, "Word Games: DNA, Design and Intelligence", Signs of Intelligence, (ed. William Dembski James Kushiner), 2001, Brazos Press, ss. 102-117 
6) Stuart Burgess "Critical Characteristics and the Irreducible Knee Joint", 1999, http://www.trueorigin.org/knee.htm
7) Michael J. Denton,. Nature's Destiny. Free Press. New York. 1998, s. 361
8) William Dembski, The Design Inference: Eliminating Chance through Small Probabilities, Cambridge University Press, 1998
9) Phillip Johnson, The Wedge of Truth, Splitting the Foundations of Naturalism, InterVarsity Press, 2000, s. 23
10) Michael Behe, Darwin's Black Box, New York, The Free Press, 1996, s. 252-53

Online dergiler Online dergiler