İskele Editörü

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

ULU HAKAN SULTAN II. ABDÜLHAMİD HAN

Olsun bugün surûr ile pirâye kâinât

Dolsun bugün hubur-ı saadetle ses cihât

Zirâ bu günde verdi o sâh-ı melek-sıfât

Rûh-i futûh-i saltanata tâze bir hayât

Yâ Rabbi hasre dek yaşasın Padişahımız.

Bu satırlar Cumhuriyet'in ilk nesil aydınlarından Yahya Kemal'in daha sonraları dönemin popülaritesi olan Abdülhamid düşmanlığına kapılmadan önce, Sultan’ın tahta çıkısının 25. yıl dönümünde, 1902'de, kaleminden dökülen, daha sonraları örtbas etmeye çalışacağı methiyeden alıntıdır. Fakat bu satırların üzerinden henüz bir yıl sonra ve biz Sultan’ın baskısından dolayı ve Sultan aleyhinde özgürce yazılar yazmak uğruna Paris'e kaçtığını ifade eden Yahya Kemal'le karsılaşıyoruz. Babasız kalan bir gencin nedametleri gibi gec farkettigi bu yanlısın cerîhalarini ömründen yarim asır geçtikten sonra "Her Gece Benimsin" adli romanında sarmaya çalıştığını göreceğiz.

O Ulu Hakan ki anlaşılması, yarim asırlık bir sure zarfının geçmesini gerektirecek kadar esrarengizdi.

Peki kimdi Sultan II. Abdulhamid? Neden istemediler onu?

Sultan II. Abdulhamid usta bir marangozdu. Bos zamanlarında is tulumunu giyer ve atölyesinde kendini kaybeder; masa, sehpa, konsol vs. yapardı. Ayni zamanda Sultan’ın edebî ve kültürel yönü de göz kamaştırır. O bir polisiye roman tutkunuydu. 2 ile 5 bin arasında olduğu rivayet edilen bir polisiye roman koleksiyonu vardı. Özellikle Canon Doyle'un Sherlock Holmes serisine olan merakını görüyoruz. Yatmadan önce bunlardan bir bolum okutarak dinler ve öyle uyurdu. Kendi sahsına özel olarak 505 roman çevirtmiştir.(1) Yabancı yazarlardan ayrıca Victor Hugo'ya hayranlığı vardı. Onun bu ilgisi dönemini de etkilemiş, öyle ki olduğu yıl Hugo'nun Türk basınında tavan yaptığı yıl olmuş ve olumunun üstüne edebiyatımızda ilk defa bir yabancı yazara yazılan iki tane mersiye yayımlanmıştır. Sultan Abdulhamid, bu dev yazarın olumunun üzerine ailesine çektiği taziye telgraf, 3 Haziran 1885'teki Tarik gazetesinde yayımlanmıştır.

Fotoğrafçılığa meraklı bir padişahtı o. Bu merakını fotoğraf ustalarına imparatorluk içinde çekilmesi gereken kurumları tespit ederek verdiği özel siparişten anlıyoruz. Onun bu fotoğraf koleksiyonunu bakin Yazar Mustafa Armağan nasıl yorumluyor: "Batmakta olan günesin gurup vakti kuyruğundaki bütün ihtişamı renk renk dünyaya göndermesi gibi bir duygu kaplıyor insani". ayrıca ABD Kongre Kitaplığı’na hediye ettiği 36 adet fotoğraf albümünü merak edenler 'http://lcweb2.lob.gov//PPP/ahiiabt.html' sitesinde bunlara ulaşabilirler.

Döneminin siyasî arenasına baktığımızda Sultan’ın siyasî dehasını hazmedemeyenler, karışıklık çıkarmak isteyenlerin varlığını her zaman olduğu gibi görüyoruz. Bunlarda biri de doğuda yeni bir Ermeni Devleti kurma girişimiyle ortalığı karıştırmak isteyen suikastçı Jorris'in suikast planıdır. Olay 21 Temmuz 1905'te Yıldız Camii'nde vuku buluyor. Sultan cuma selamlığına çıkmak üzere iken donemin Şeyhülislamı Cemaleddin Efendi'yle yaptığıayaküstü konumsa, avluya çıkısını bir anlık geciktirmiş ve Jorris'in kurduğu düzeneğin erken patlamasına yol açmış ve Padişah kil payı kurtulmuştur. Bunun üzerine dürüstlük ve vatanseverliği özellikler her fırsatta gözümüze sokulan sair Tevfik Fikret, Yıldız suikastının hedefine ulaşamayışına fazla içerlemiş ve yazdığı "Bir lahza-i teehhür" (Bir anlık gecikme) adli şiirinde suikastçı Jorris'i "sanlı avcı", kendi padişahini ise alçak ve zalim olarak göstermiştir.(2)

Sultan II.Abdulhamid, devrini gerek siyasî gerek idarî alanda çok büyük icraatlarla kapadı. Ve fiilen onunla beraber altı yüz yıllık bir tarih sona erdi. Onun yokluğunda oluşan iktidar boşluğunu daha sonraları zamanın Ittihadcilari dahi inkar etmek zorunda kalacaklardır. Onu "faşist, bağnaz" gibi yaftalara sokarak tartmaya çalışan, yabancı kaynaklarca bilenen bilinçler, meselenin ferasetini anlayamayacaklardır.

O son halife, son direnişçi, son imparatordu! O gerçek Çanakkale'mizdi. Baki aleme intikal etti ama arkasında büyük dersler çıkarılacak bir omur bıraktı bizlere. Ustan Necip Fazıl’ın Ulu Hakan II.Abdulhamid Han kitabında belirttiği gibi "Abdulhamid'i anlamak herzeyi anlamak olacaktır." Biz onu böyle yorumlarken bakin o bize ne soyluyor ve kurtuluşu nerede gösteriyor:

"Yatağından tasan bir nehre benziyoruz… Biz hiç de can çekişen bir millet değiliz. Canlı, kuvvetli bir milletiz. Bizi zinde tutabilecek yegâne kuvvet, Islamiyettir."

Bizden selâm aylan Sultan Resâd'a

Kınalı beşikler kaldı kösede

Sultan Hamim gerek asker yabada

O da hal edildi devrana bakin.

Mekanı pür nur olsun…

 Agâh Çetinkaya

Dipnotlar:

(1) II. Abdulhamid'in çevirttiği polisiye romanlar, Müteferrika, Şayi:28, Kis2005-2, s.25-34 

(2) Bkz. Tevfik Fikret "Bir lahza-i teehhür"

 

Paylaş


     Agah Çetinkaya’nın Eski Yazıları

GÜZEL İZMİR

Rüzgârın bana doğru esmesiyle kirli, kötü kokulu hava dalgasının burnuma vurması bir oldu. “Acaba çevremde kedi ölüsü filan mı var?” diye düşünerek çevreme bakınırken sinir hücrelerimin beynime ilettiği bilgi değerlendirildi sanırım, kendi kendime cevap vermem uzun sürmedi:

“İzmir’deyim!”

Reklam panolarında, tanıtım afişlerinde, turizm broşürlerinde güzel İzmir diye nitelendirilen şehirdeydim. İzmir yolundayken İzmir’ e geliyor olduğumu fark etmemiştim. Manisa’dan sonra önümde duran koca şehrin İzmir olduğunu hissetmemiştim. Konak’ta, çimenlere yayılmış dinlenen insanları, deniz kıyısında oturmuş her yaştan insanın her türlü falına bakan, her gördükleri sevgiliye gül satmaya çalışan Çingeneleri gördüğümde de fark etmemiştim. Kemeraltı’nda “kot lazım mı abla?” diyerek üzerime atlayan satıcılar bile yeterli olmamıştı İzmir’de olduğumu anlamama.

İzmir’de olduğumu bana burnuma gelen kötü kokular anlattı. Güzel İzmir’in sıfatına leke süren kokunun sebebi mi neydi? Körfez kirliliği. Evet, şehrin güzelliğinin önemli bir kısmını oluşturan körfez, son birkaç on yıldır İzmir insanının elindeki hazineyi kullanamamasını temsil eden bir olgu haline gelmiştir. Yetersiz altyapı, kanalizasyon sularının denize verilmesi, sanayileşmeyle birlikte denize salınan kaçak sanayi atıklarının denetlenmemesi, dere yataklarının çamur ve pisliği körfeze taşıması ve iç körfezle dış körfez arasında sirkülasyon olmaması martılara simit atarken bir yandan burnumuzu tıkamamızı gerektiriyor. Şöyle bir ayaklarımızı uzatıp suyun serinliğini hissedemiyoruz. Şehrin iç kısımlarında bile evimizi havalandırmak için açtığımızda dışarıdan pis koku dolduğunu bildiğimizden, pencereler kapalı yaşıyoruz.

Buna dayanmak ne mümkün! Belediye çalışmalara 1969 yılında başlamış bu konuyla ilgili İZSU’nun resmi web sitesine göre. Bu çalışmalara İzmir Büyük Kanal Projesi denmiş.  Bu proje kapsamında Türkiye’de tek, dünyada 3. Büyük biyolojik arıtma tesisi kurulmuş. Bu tesiste dört tane pompa var. Pompalarla deniz suyu vakumlanıyor, arıtılarak geri bırakılıyor.

Gediz’de de ıslah çalışmaları yapılıyor. Derenin dibi kireçlenerek çamur kısımla suyun karışması engelleniyor. Ancak havalar bozup da yağmurlar başlayınca kireç akıp gidiyor ve koku geri gelip, hiç gitmemiş gibi burunlara tekrar yerleşiyor.

Peki ya altyapı, kanalizasyon? Gözlemlediğim kadarıyla koskoca büyükşehirden bahsetmemize rağmen altyapı yetersiz. O kadar yetersiz ki her yağmur mevsiminde ana haberlerde eshotların (belediye otobüsleri) yağmura doyduklarını, su üstünde tekerlekleriyle ilerlemeye çalışan birer havuza döndüklerini dinleyebiliriz. Hatta sosyal paylaşım ağlarında bunun üzerine videolar paylaşıp, espriler de yapabiliriz. Şehrin bu konudaki yetersizliği üzerine dikkat çekici bir çalışmaya rastlamadım. Ancak körfezi deniz kültürümüze dâhil etmek adına biran önce çalışmalar yapılmalı diye düşünüyorum.

2000’li yıllara gelindiğinde hala halk denize girip bir serinlemek için uzun bir yol kat etmek zorunda. Alsancak’ta yazın serin, sulu şakalar yapmak adına “ hadi bakalım kankamı bi suya batırıp çıkarayım.” fiiline mazhar olamayan gençler isyan ediyor.

En son çıkan haberlerden birinde deniz dibindeki alüvyonların Haliç’te yapıldığı gibi gemilerle toplanacağı yazıyor. Bunun için Hollanda’dan vakumlu gemi getirilecek, tabi ön araştırmalar sonunda buna karar verilirse. Bu da demek oluyor ki bu iş için dökülen paraların henüz sonu gelmedi. Belki de paraları harcamak yerine suyu temizlemek için sünger misali kullansaydık daha etkin olurdu.

Türk 9 Eylül günü İzmir’ i temizlerken büyük bir iş başarmış da kendi pisliğini temizlemekte neden böyle sıkıntılar yaşıyor diye sormak geliyor içimden. Aslına bakılırsa gösteriş adına İzmir’ e ilgi varmış gibi hissettiriyorlar sanki. Halk da yerel yönetimlere -birçok konuda sınıfta kaldığı halde- bu konuda baskı yapmıyor. Bunu sadece körfez kirliliği ve bundan kaynaklı kokuya bağlı olarak da söylemiyorum. Büyük bir kesim “Aziz Başkan senin için sek arsenik içerim. Seni yedirmem.” pankartının arkasında durarak bağnazlık diye nitelendirebileceğimiz davranışı sergilemeye devam ediyor. Tabi bunu başka bir yazıda kapsamlı olarak eleştirmek gerekiyor.

Bu kötü koku meselesine dönecek olursak, Şafak’ın Bonbon Palas’a kurguladığı gibi sebebi, nerden geldiği bilinmez bir kokudan bahsetmiyoruz. Kokunun sebebinin temizlenmesi Madam Teyze’lerin ölmesine de sebep açmayacak, aksine insanlar daha huzurlu olacak. Bunun için gerekli mercilerin artık gerçek anlamda ‘7 numara:ben’ karakterini kullanarak sorumluluğu üstlenmesi ve maksimum düzeyde faal olması gerekiyor.

Hafızamın İzmir karşısına kodladığı kötü koku tanımını silecek yeni bir literatür oluşturmak istiyorum zihnimde. Körfez şehir yaşamının bir parçası olsun, kıyı şehrinde olduğumuzu serin meltemlerden burnumuzu çevirmeden hissedelim. Üstümüzdeki kıyafetlerle anlık dürtülerimize boyun eğip suya atlayalım. Camlarımız hep açık kalsın, İzmir’ dışarıda tutmayalım.

İzmir hak ettiği “güzel İzmir” tanımı hakkıyla taşısın, kokusuyla yerlerde süründürmesin.

Hilal Yaslı

 

Dipnotlar:                                                                                                                            

1-       http://www.izsu.gov.tr/standartPage.aspx?id=172

2-       http://www.milliyet.com.tr/Yazar.aspx?aType=YazarDetay&KategoriID=7&ArticleID=1129705

3-       http://web.deu.edu.tr/atiksu/ana58/brand003.html

4-       http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=1018373&Date=21.09.2010&CategoryID=85

5-       http://www.haberturk.net/yazarlar/510030-izmire-bu-ilgisizlik-niye

6-       http://www.milliyet.com.tr/sek-arsenik-icerim/guneri-civaoglu/siyaset/yazardetay/04.04.2009/1079211/default.htm

 

Paylaş


     Hilal Yaşlı'nın Eski Yazıları

BELÇİKA’DA BIR TÜRK RENGİ: TURKUAZ

Başka bir milletten olan sevgilinizin annesi sırf Türk olduğunuz için size klasik müzik konseri görmemiş, dinlememiş muamelesi yapsaydı tepkiniz ne  olurdu?

 a)    Utanır, sıkılır, bir şey diyemezdim.

b)    Hayır efendim, hic öyle olur mu?” der Türk batı müziğinden uzun uzun bahsederdim.

c)    Gitmem gerek, kuvatta kurban keseceğim, der oradan uzaklaşırdım.

Eğer cevabınız C ise bu filmi seveceksiniz. Çünkü babasının ölümüyle sarsılan, iki kardeşiyle Belçika’daki hayatlarını tekrar düzenlemeye çalışan, babasının gercekleştiremediği bandoya girme hayalini bandoda trompet çalarak gercekleştirmek isteyen Timur’un, Sarah’nın annesine cevabı bu.

Bana kalırsa bu tepki, kaderinde hep bir şeyleri açıklama, kanıtlama zorunluluğu olan insanın yorgunluğunun, “cahilsen oyle kal” düşüncesinin neden olduğu bir tepki.

Belçikalı anne ve Timur’un olumsuz tutumları sonucu işler yolunda gitmeyince filmi beraber izlediğim Belçikalı yavaşca elimi sıkıyor.

Türk’üm diye bu duruma alınacağımı, kızacağımı düşünmüş olmalı, destek çıkmak istiyor. Timur’un ağabeyinden “Belçikalı gavur kıza” karşı dahada sert bir tepki gelince “Ooo hoşgörüsüzlük karşılıklıymış. İyi bari.” anlamında bir şeyler söylüyor.

Ben ne ilk tepkiye alınıyorum; ne de ikinci tepkiye şaşırıyorum. Çünkü annenin tepkisinin “bilinmeyene,kulaktan duyma yargılara”  duyulan korkudan; ağabeyin tepkisininse “kendi öğretilerinin dışına çıkma, kendi benliğini yitirme” korkusundan ileri geldiğini anlıyorum.

Belçikalı-Türk yönetmen Kadir Balcı’nin ilk filmi Turkuaz (Turquoise) şimdiye kadar hep kurutulmuş, son yıllarda turizm ve sosyal yollarla yeşertilen Belçika-Belçika Türkü ilişkisini iki aşık üzerinden anlatan, iki tarafın da kendinden bir şeyler bulabileceği bir film.

Gurbeti yakından tanıyanlara şiddetle tavsiye edilir.

 Burcu Yasar

 

Paylaş


     Burcu Yaşar'ın Eski Yazıları

 

ÜSTÜ KAPALI BİR DUYGUSALLIK: BIKKINLIK

Okulun kapısından hiçbir engelle karşılaşmadan, elimi kolumu sallaya sallaya geçip gitmenin nasıl bir şey olduğunu üç yıldır merak ediyordum. Bir ütopyaydı benliğimin bir yarısını kapının dışında bırakmadan okul sınırları içerisinde bulunmak. Bende değil ama belki bir ihtimal benden sonraki nesillerde can bulacak bir hayaldi okulun koridorlarında, kafelerinde, bahçesinde “aslında olduğum gibi” yürüyebilmek, “ben” olabilmek.-bastırılmadan, susturulmadan, yasaklanmadan…

 Bir sihirli değnek döndü bir zamanda, gidiş değişti aynı zamanda. Bir karmaşa peydahlandı geçmişle gelecek arasında. Bana kana kana içmek düştü bu henüz adı konmayan, yasal koruması olmayan arafta kalan anda. Bir yandan korku döndü aklımda, sanki herkes bana bakıyordu, sanki birileri üzerime saldıracakmış hissi akıyordu dört bir yanımda. Nefesimi tutup haklı sebeplerle doldurdum zihnimi; savunma mekanizmam aktif fikirsel baskınlarda.

Derinden bir yerlerden bir ses geldi kulağıma... “Biz sizi bu şekilde aramızda istemiyoruz.”

Düşündüm, ilk bakışta içinin ne kadar boş olduğu belli olsa da. Tabii ki konuşanın değil de benim düşünmem tuhaftı. Harfleri şöyle bir salladım, evirdim, çevirdim olmadı. Cümleden bir gram mantık kokusu gelmedi. Hoşgörümü cebime koyunca fark ettim buna verilecek cevabı.  Ve acımasızca oynadım kelimeler üstünde: Asıl biz sizi aramızda istemiyoruz.

Tepkim, tepkimi ortaya koyuşum siyasi değil, fikirlerin propagandası değil, toplumu taraflara bölmenin yardakçılığı hiç değil. Bu tamamen duygusal bıkkınlık, hep hor görülmenin hıçkırıkları, her zaman kendimi herkesten daha fazla ispatlama çabasında olmanın yorgunluğu, kendimi olduğum gibi kabul ettirememenin isyanı…

 Ve buraya sıralanabilecek, duygu sömürüsü yapıyormuşum hissi verecek birçok hüzünlü tamlamalar…

“Biz sizi bu şekilde aramızda istemiyoruz.” Dile getirilen sadece bir tane düşünce. Bir de evirilip çevrilmiş; onların doğru, benim yaptığımın yanlış olduğunu anlatan, suçladığını saklayan sözcüklerle allanıp pullanmış; “Seni anlıyorum, yardım etmeye çalışıyorum.” havasına bürünmüş; aslında beni koruduklarını hissettirmeye çalışırken yılan gibi sokan cümleler var. Bu cümleleri, cümleleri hakkında hiçbir fikri olmadan kuranlar var.

Toplum malı oldum, insanlar hakkımda konuşup, beni istedikleri gibi tartışıyorlar. Önce isimleri önündeki sıfatlarda cahilliklerini saklayıp kendilerini çoban sayıyorlar, beni düşünemeyen koyun ilan ediyorlar. Sonra inançlarımın içini boşaltıp kendi savaşları uğruna benim kanımı akıtıyorlar. Yetmiyor kendi fikir kalıplarında beni daraltıp içimi zihinlerinde yıkıyorlar. Kendilerini anlamını bilmedikleri medeniyetin doruklarında resmedip, beni enöteye, sosyal yaşamın en dibine gömüyorlar.

Onlar konuşuyor, onların konuşmaya hakkı var. Konuşmaları asla onlara zarar getirmez, onlar benim gibi değil. Onlar suya sabuna değmeden, lafla peynir gemisinin yürüdüğünü düşünüp bana teğet geçiyorlar. Ben, teğet geçilen, hakkımda tek kelime savunma yapma yetkim yokmuş gibi sadece suskun, seyirci. Birisi gelip suskunluğuma isim takıyor öğrenilmiş çaresizliği.

Hâlbuki suskunluğum değil çaresizliğimden. Sıkıldım yakınıma gelen herkese “Selam dünyalı, biz dostuz.” mesajı verircesine kendimi ifade etmeye çalışmaktan. Sıkıldım aynı hoşgörüyü bana göstermeyene zıt fikrinden dolayı hoşgörülü davranmaktan, bir gün içinde bulunduğum durumu anlayacağını umarak umutlanmaktan. Sıkıldım birileri ipe sapa gelmeyen faaliyetlerde desteklenirken, benim çabalarıma ket vurulmasından, toplumsal köreltilmekten…

Ve buraya sıralanabilecek, okuyanı okurken sıkacak birçok asi tanımlamalar…

Yasaklanmadan ben olabilmenin yarım kalan mutluluğuyla bozuntuya vermeden anı yaşama isteği çatışıyor şimdilerde. Ben elimi kolumu sallaya sallaya arsızca dolaşıyorum çatışmanın içinde. Bastırılmadan “Hakkımda, hakkımda bir fikri olmadan konuşanlar! Siz de kimsiniz?” diye kendi isyanımı veriyorum okulumun bahçesinde.

Sonra mı?

Sonra susturulmadan önce son defa üstü kapalı şekilde “Ben buyum, hoşgörü sırası sizde.” diyorum zihnimde.

Hilal Yaslı

Paylaş


     Hilal Yaşlı'nın Eski Yazıları

RUHÎ BUNALIM VE GAYELİ HAYAT

Cinnet esasen insan fıtratının dışına çıkma ve fıtratın altına çekilme gibi anlamlarda kullanılabilir. İnsanın, akli muhakemelerden yoksun kalmasıdır bir bakıma. Bugün öyle bir ruh haline geldi ki insanlar hiç olmayacak meselelerde çarcabuk yaka paça olabilmekte, birisine iğnenin ucuyla ufak bir dokundurulduğunda beklenmedik bir tepkiyle karşı karşıya kalınabilmekte. Sineye çekme, artık çok uzaklardan gelen lahûti bir ses gibi.

İşte bu sineler dünyayla, mâlâyânî işlerle dolup taşmaya devam ettikçe insan ruhunun esas fizyolojisi kısıtlanıp ne tahammüle meydan kalıyor ne de manevi anlamda ruhun derinliklerine kanatlanabiliniyor. Halbuki dünyaya gelişimiz itibariyle sahip olduğumuz uhrevi bir anlam var. Varoluşu bu uhrevi anlama zıt, sırf cismani boyutla açıklamaya çalışan felsefi cinnet içindekiler; zahiren insanın hayvaniyeti ve nefsi emmaresi açısından bazı isabetli tespitlerde bulunsalar dahi hakikatte insan dışı davranışlara çağrı yaptılar, yapmaya devam ediyorlar.

Meselelerin öznesine Allah'ı koysalar oysa sorun 'şıp' diye yerine oturacak ama gönüllerinde rikkat ve Allah'a itimat olmadıktan sonra yazdıkları ve yaptıkları kalın şişler üzerinde boşa atılan ilmeklerden oluşan karmakarışık bir örgü olarak kalacaktır. Dolayısıyla hayatımızın orjinine neyi koyduğumuz, meselelere vakıf olurken idrak noktamız olacaktır.

Bu orjinin insana verdiği öyle bir gaye-i hayal olmalı ki insan bir ufukta yükselsin veya bir ufuktan başka bir ufka geçebilsin. Aksi halde insanın kendi benliğinden uzaklaşması, bencilliğinden sıyrılması ve kendine takılmaktan kurtulması mümkün olmayacaktır. Bu bağlamda milletin huzur toplumuna dönüşebilmesi için fertleri rehabilite etmeyi mefkure edindiysek eğer; toplumun en küçüğünden başlayarak nabza göre şerbet vermeli, herkesin idrak ufkuna göre fazilet duyguları kazandırmaya çalışmalıyız.

İnsan, iradesiyle çok geniş alanlı yaşar çok geniş alanlı yürür lakîn bu genişliğin sınırlandırılması mevzuu yine onun iradesine bırakılmıştır. İradenin arka planında Allah'ın emir ve yasakları olmalı, bunlara bağlanma için de iman ile takviye esastır. Haşr-ü neşre bağlanma, hayatın hesabını verme düşünceleriyle her an meseleyi arka planında götürmeye uğraşmalıyız.

Kader, yolunuza su serpsin…

Agâh Çetinkaya

Paylaş


     Agah Çetinkaya’nın Eski Yazıları

MÜZİK KULAĞI

Ardı sıra dizilen aynı iki mana, zannediyorum tesadüf olamazdı. “Tesadüf değildi ismin harflerinin birbirini sırayla izlemesi”  ve yolda üç tane taşı üst üste görse kim koydu diye düşünen insanoğlu, etrafında bunca olup biteni düşünmeden geçemezdi. Evet, düşünmek şarttı. İnsan olmamızın ilk şartıydı bu.

Bu sene girdiğim ilk derslerden birinde olanca dikkatimi hocaya yöneltmişken, sunulan slâytta bir cümle gözüme çarptı. Bu satırlar, o gün payıma düşen ilk mana olmuştu. Biyoloji hocası iki bin yılında başlayan bir genom projesinden bahsediyordu, ardından o ders veren satırları, Bill Clington’un proje açılışındaki sözünü alıntıladı: “yüzyılımızın bu en büyük bilim projesi ile Tanrı’nın yaşamı yarattığı dili bugün öğreniyoruz” İlk dersteki bu alıntı ileride anlatılacak olan biyolojik yapılardan, canlılardan, sistemlerden daha önemliydi ve bu dersin ve elbet diğer tüm derslerin de özü idi.

Yüksek okulda o günlük ilk dersimi almışken Hz. Mevlana’nın sözleri geldi aklıma. “Müzik, Allah’ın lisanıdır” demişti asırlar önce. Genom projesini hazırlayanlar Mesnevi’den ne ölçüde haberdardı bilmiyorum ama Mevlana onlardan önce davranmıştı ve tanrının dili diye ulaştıkları bilgiyi biz asırlardır Allah’ın lisanı olarak dinliyorduk.

 Tanrının yaşamı yarattığı dili mantıki delillerle, bilim projeleriyle öğrenebiliriz. Aslında bilim ile bilinen; bu yokluk aleminin yaratıldığı dilin kendisi değil, ancak yankısı olabilir. Varlığın gölgesini takip eder gibi, yaratılış dilinin de yankılarını bilim ile süreriz. Dev projeler, keşifler, bu teknolojik gelişmeler manen hep o yankıların aslına ulaşmak içindir.

Clington’un bu gerçeği haykıran sözü üzerinde düşüncelere dalmışken ders nihayete erdi ve ben gayri ihtiyari adımlarla kantine yönelmişken aynı mana kulaklarıma müzik olarak geldi. Eski bir şarkıyı Göksel seslendirmişti: “bir sarı saçı okşar kanarsın/ o bir gölgedir varlık sanırsın.” Aslolanın farkına bilim ile de varabiliriz, bir sinema filmini izlerken ibret sahnesine de gözlerimizi açabiliriz, ya da ahenkle kulağımıza gelen bir şarkı sözünde yaratıldığımız dili düşleyebiliriz. Göksel’in seslendirdiği bu parçada, parça parça o yaratıldığımız dili hisseder oldum ben de. Bundan sonra müzik kulağı denilen yeteneği Hakk’a doğru çevirmek istedim.

Müzik dinlerken nağmelerin oluşturduğu ahengi, yaşantımızdaki ahenkli oluşlara benzetebiliriz örneğin. İnsanın kötülükten sığınıp, iyiliğe meyletmesi;  görmesi gerektiğini görmesi, bazılarını duymaması, duyması gerektiğini duyması da insanın hayatında bir ahenk oluşturuyor. Bu kozmik benzerlik insan yaşamını dinlenesi bir müzik haline getirebilir.

Yaşamının ahengi sekiz asırdır dinlene gelen ve müzik konusunda en kısa, net ifadeyle Allah’ın lisanıdır diyen Hz. Mevlana bu söylemle uzun bir anlatı yapıyor aslında. Onun adını anıp hem de müzikten bahsedince insan misali “ney” de kendiliğinden dâhil oluyor konuya.

 Mesnevi’nin ilk beyitleri ney’den bahseder; dağa taşa yüklenince taşınamayan, ancak insana yüklenen yük gibi ney’in taşıdığı bir sır olduğunu anlatır bize. Sadık Yalsızuçanlar’ın ‘Hayat Müzik ile Devam Eder’ kitabında bu konuda denilmiş ki: “Bütün hikaye, kuyudan yükselen sestedir. Hu, sırdır, sırların sırrıdır, onu da hiçbir kalp taşıyamaz, nefes, onu mutlaka söyler. Ney, bize böylesi bir sırrı söylemektedir.” Ney’e üflendiğinde insan sesine en yakın denilen bu ses, kamıştan ayrı kalmanın haykırışıdır. Varlık aleminden kopup gelen insanın her nefes alışında haykırdığı aykırılık şikayeti gibidir. Mesnevi’de şöyle belirtilmiş: “ney, kanlı yolu anlatıyor; Mecnun’un aşk hikayelerini anlatıyor.” Sırrı, aşkı, haykırışı bir nefeste anlatıyor ney. Bir nefes alıp vermelik mühlette batın aleme yansıyanı, bu zahirlik içinde anlamak çok zor. Anlattıklarını değil anlar gibi olduklarımı bile anlatmaya vakıf değilim ben. Müzik konusunda yazmaya çalışırken, neyden de bahsetmeden geçemedim yalnızca.

Hep dilimize dolanan, kulağımıza bir yerlerden gelen, aklımıza takılan şarkılar vardır. Şu anda bile biraz düşünsek en son dinlediğimiz şarkıyı hatırlayabiliriz. Aklımızın bir köşesinde bir çalgı aleti çalıyordur muhakkak. Müzik derken, sadece dinlemeye yönelik değil bu eylem. Bir kez dinlendikten sonra aynı tonda aynı ritimde birebir şekliyle aklımızda çalmaya devam eder şarkılar. Şarkı sözlerini hatırlamak bile bir meseleyken nasıl olur da dünyanın en muhteşem korosu aklımıza sığabilir ve her akla gelişte çalmaya başlayabilir? Mesela ben şu anda Göksel’in bahsettiğim şarkısını aynıyla dinliyorum kafamın içinde, görünürde bir şey olmamasına rağmen müzik çalıyor benim için.

Dünyanın en muhteşem orkestrası beynimizdedir aslında. Usul bilmeyiz, yok bilmeyiz, hangi şarkı olduğunu bile çıkaramayız ama aklımızda çalar durur şarkılar. Bu bilmezliklerden bir bilen akıl çıkarmak, o gölgelerden Varlık’a giden yol gibidir. Müziğe ibret gözüyle bakınca, daha doğru bir tabirle müziği ibret kulağıyla bir dinlemeye başlayınca bu yol da kapılarını bize aralayacaktır.

Bir de belirtmek gerekir ki klasik bir deyişle “söz gümüşse, sükût altındır”. Müziğin sesinden, anımsattıklarından bahsederken, fazla sesli ortamları, gürültüden ibaret mekânları bundan uzak tutmak gerekir.

Bu dünya hayatı da huzurlu bir sükûtun özlemini çeken, gürültülü bir gurbet yeridir. Seyyid Hüseyin Nasr bu konuda, insan yaşamının“iki belirsiz ve ebedi sessizlik arasında bir gürültüden ibaret” olduğunu belirtir. Beklenen ebedi sessizlik karşısında her ses gürültü gibidir. Yine de bugün, bunca ses içinde düşünürsek; bazı müzikler bize ebedi sessizliğin huzurunu hatırlattığı için dinlenecek kıvamdadır, denebilir.

Müzik ile alakalı derin düşünme çabalarım, o gün kantinde şarkının ahengiyle gelen havanın bana yaşamın ahengini hatırlatması ile başladı. Göksel, nostaljik bir görüntüyle çekilen klibinde koşup zıplamış, neşeli bir hava katmış şarkıya. Okuduğu şarkı bestesiyle zaten belli bir tempoyu yansıtmış, yaz şarkısı havası veriyor. İşte dersten çıktığım o anda, klibe ilk olarak farklı bir gözle baktığımda sorguladım ki, “o bir gölgedir, varlık sanırsın” sözündeki yanılma hali nasıl böyle sevinçli bir lisanla söyleniyor. Böyle ciddi bir konu var ortada, görünen her ne ise hayal olma iddiası var, yine de klipte mutlu insanlar rol almış.

 Bir müddet sonra aklıma geldi ki bu sözlerdeki gerçek’te acıtacak bir yan yok. Bir müjde gibi gelmiş kulağımıza. Sevdiğin, üzüldüğün her ne ise hepsi gölge, gerçek sanırsın demiş sanatçı bize. Bu gördüklerin gerçek değil demekle, “gerçek nedir o halde?” sorusunu canlandırmış dinleyenlere. Bunu sorgulayan insan da er geç sırra erecektir. Varlık sandıklarımızı yaratan mutlak varlık’a ulaşmak için manen söylenmiştir bu şarkı. Yeryüzünün gölgelerinden bıkan insanın, başını semaya kaldırırsa o gölgeleri var eden’i hissedeceğini vaat ettiği için böylesine sevinç içinde söylenmiştir hatta.

Ben bu satırları duymanın sevinci içinde, ilk defa dinliyormuş gibi devamını bekledim şarkının. Çok dinlemiştim daha önce ama ilk defa duyar gibi oldum. Devamında diyordu ki: Sevda çölünden geçerse yollar/ Bütün bir ömür ah ile dolar/ İnan ki gençlik/ Gülden tez solar. Burada da yine iki kısa cümleyle uzun manalar kurmuş şarkıyı yazan. Bütün bir ömrü doldurmak hele ki yakarışla yapmak bunu, ancak sevda çölünden geçenler içindir.

Diğer cümle de yine kati bir gerçeği, gençliğin hemen bitiverdiğini söylemiş. Klipte oynayan genç insanlar gençliğin biteceğini söylüyorlar ve bunu söylerken mutlular, gülümseyip dans ediyorlar. İnsan düşünmeden edemiyor ne vaat edilmiş bu gençlere de yaşlanacaklarını söylerken böyle neşeli oluyorlar diye. Klibin yönetmeni bir köşeye çekmiş de acaba yaşlandıklarında onlara mutluluk mu temenni etmiş. Ya da yıllar, yüzyıllar öncesi, zaman ötesi zamanlar öncesi, Bir’i tüm insanlar gibi onları da toplamış, öldükleri zaman için cennet mi vaat etmiş? Bu müjdeyi biraz olsun duyduğumuzda müzik kulağı denilen yeteneğe sahip oluruz, zannımca.

 Friedrich Nietzsche’nin bir sözünü de burada alıntılamak yerinde olacaktır: “Bach’ın müziği Tanrı’nın Dünya’yı yarattığı anda orada bulunduğumuz hissini veriyor insana” .  Filozofun dediği gibi, şarkılar bazı zamanlarda bize bildiğimizi sandığımız o gizli gerçeği anlatırlar.

Müziği farklı duygularla dinlemek her zaman mümkün olmaz elbet. Kendi adıma düşünürsem, bunca yıldır kulağıma bir yerlerden müzikler gelir ama Göksel’in klibi gibisini bana hiçbir şarkı söylememiştir.

 Dinlediğimiz müziklerin hepsinde neden aynı şeyleri hissetmediğimizin yanıtını en güzel şekliyle İmam Gazali vermiştir. Bu, aynı zamanda dinleyen herkesin neden aynı hisleri paylaşmadığının da cevabıdır. Şöyle demiştir büyük imam: “müzik, insanın kalbinde ne varsa onu güçlendirir, hangi tutku baskınsa onu canlandırır.”

Kalpte güzel şeyler barındırdığımız müddetçe, ‘şey’lerdeki güzellikleri de fark edeceğiz; en güzel barınak kalbimiz olacaktır.

 

Kübra Nur Ayar

Online dergiler Online dergiler