Tolga Gündoğan

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Bölgedeki ekonomik ve sosyal yetersizlikler bahanesiyle 60’lı yıllarda da bireysel olarak başlayan terör faaliyetleri dışarıdan sağlanan büyük desteklerle günümüze kadar inişli çıkışlı bir biçimde süregelmiştir. 27 Ekim 1978'de Diyarbakır'ın Lice ilçesi Fis köyünde yapılan bir toplantıyla “Kuruluş Bildirisi’ni” düzenler ve bu günden sonra Kürdistan İşçi Partisi (PKK) olarak varlığını sürdürür. Ekonomik ve sosyal sorunlar bahanesini kullanan örgüt bölgede refahı sağlamak, sorunları çözmek bir yana olan ekonomik ve sosyal düzeyi de alt üst etmiştir. Devlete düşman bir toplum oluşturma amacında büyük yol kat etmiş Türkiye’nin bölünmesini de isteyen bölgede emelleri olan çok sayıda devletin de ekmeğine yağ sürmüştür.

Bölgede sorunlar olduğu gerçektir ama bunun çözümü bu değildir, emperyalizmin ve siyonizmin oyununa gelinmiş ve kardeş kavgası başlamıştır. Bölgede ki sorunlar bölgesel olarak kalmamış ülkenin tümüne yayılmıştır. Bu sorunlar da bize en az darbeler kadar zarar vermiş ve yıllarca geriye götürmüştür yani yerimizde saymamıza neden olmuştur. İşin maddi boyutunu bir kenara bırakırsak, paradan kaybetmekten çok daha vahim olan manevi buhranlara sokulmuşuz. Toplumda uygulanmaya başlanan kusursuz bir ayrıştırma planı imiş gibi olayların doğal sorunu olarak toplumda hızlı ve net bir ayrışma meydana gelmiştir. Ekonomik faaliyetlerin sekteye uğramasının yanında işin sosyal boyutu daha vahimdir. Bölge sosyal faaliyetler konusunda neredeyse sıfıra inmiştir. Terör örgütünün verdiği güvensizlik halka yansımış ve devlet görevlileri düşman bellenmiştir. Devlete destek olanlarda herhalde ibret amacıyla acımasızca cezalandırılmış. Ekonominin bozulması yasa dışı yollara zorunlu olarak imkan sağlamış. Bu da ekonomik ve sosyal bozukluklara bunlardan da kötü olan ahlaki bozukluğu eklemiştir. Yasa dışı yollardan sağladıkları maddiyatla bölgede her geçe gün güçlenen örgüt neredeyse tamamen bölge de kabul görmüştür. Ekonomi sağladıkları yasadışı yolların büyük kısmı devlet tarafından kesilmiştir. Faaliyetlere devam etmek için maddi desteğe ihtiyaç duyan örgüt bölge halkından paralar toplamaya başlamıştır. Bunlar için de yüksek yardımlarda bulunun iş adamları da vardır. Bunlar ışığında 4 Kasım 1993'te dönemin Başbakanı Tansu Çiller İstanbul'da Holiday Inn Oteli'nde ellerinde PKK'ya haraç veren işadamlarının ve sanatçıların listesi olduğunu açıkladı ve "onlardan hesap soracağız" dedi. Behçet Cantürk, Yusuf Ekinci, Fevzi Aslan, Şahin Aslan, Namık Erdoğan, Savaş Buldan, Hacı Karay, Adnan Yıldırım gibi bölgenin tanınmış isimleri belli aralıklarla ölü olarak ülkenin çeşitli yerlerinde bulundu. Ve ülke tarihinde fail-i meçhul olarak yerlerini aldılar. Tabiî ki temennimiz bu ölümlere sebebiyet verenlerin bulunması ve cezalandırılmasıdır. Olayın bir de diğer boyutu vardır. PKK, son 15 yılda büyük kısmı 'güvenlik güçlerine saldırı', 'silahlı çatışma', 'patlayıcı madde kullanma' ve 'meskene ve araçlara silahlı saldırı' olmak üzere toplam 19 bin 470 eylem gerçekleştirdi. Genelkurmay kayıtlarına göre, terörle mücadelede 4 bin 219 asker, bin 387 polis ve geçici köy korucusu şehit olurken, 5 bin 316 sivil hayatını kaybetti. Ve bunlara ek olarak da binlerce yaralı…

Senelerdir aydınların dillerinden düşürmedikleri söylem:”Fail-i meçhuller aydınlatılsın.” Tabii ki aydınlatılmalı. Bunları söylerken unuttukları bir nokta var. Bölgenin huzuru için orada bulunan gerektiğinde ölen güvenlik güçleri, perperişan olmuş bölge halkı, sosyal görevliler… Peki bunların ölümü fail-i meçhul değil mi? Asıl bu ölümlerin failleri bulunmalı, hem de hiç suçu olmayan insanların terör örgütüne yardım yaptığı gerekçesiyle ölen insanların değil. En baş fail belli. Diğerleri de onun yanına alınmasın. Ağızlar da genel af lafı dolaşmasın. Askerler nasıl yargılanıyorsa onlarda yargılansın ama ellerini kollarını sallaya sallaya, gövde gösterisi yaparak ülkeye girmesinler. Ülkenin geleceğine kurşun sıkanlar istedikleri yaşayamasın en azından. O kadar çok insan öldürdüler ki bir kere ölmeyi bile hak etmiyorlar.

Örgüt kamplarına BBG evi diyen komutanlar ülkeyi felç eden bu dertten kurtarın da millet bir rahat etsin. Meseleyi oy potansiyeli olarak gören siyasilere de fırsat vermeyin bir zahmet…                                                                                                                                      

Bu ülkede doğru düzgün iş yapacağın bir yere gelmek neden hep torpilden geçer? Kendi yakın arkadaşlarıyla ve yakın ideolojiye sahip insanlarla etrafını doldurup daha istikrarlı çalışma yalanları neden söylenir?

Ülkenin kimin olduğu tartışması alttan alttan sürerken torpilleşmek bunun en önemli ve etkin aracı konumundadır. Birilerine göre bu ülke birilerine bırakılamazdı, bırakılmadı da. Bitmek tükenmek bilmeyen güç isteği kargaşayı, kavgayı, karşıtlığı körükledi de körükledi. Herkes kendince haklıydı. Onlar bu vatanın asıl sahipleriydi ve yalnız onlar kalana kadar her şey mubahtı. Birbirleriyle olan mücadeleleri karşı taraftan olsun olmasın herkese cephe almayı gerekli kıldı. Artık önemli olan ne kadar faydalı olduğu değil, ne kadar bağımlı olduğuydu. Bürokrasinin üstünde çatışmalar sonucu vatandaşların uzun uğraş dedikleri kağıt bürokrasisi, bunun yanın da hiçbir şey kaldı. Devletin kurumları işlemez hale geldi. Yargı’ya dahi sıçrayan bu çatışma işlemleri olanaksız hale getirdi. Bu ülkede birisi bir mevki makam sahibi olacaksa o benim tarafından olsun anlayışı kadrolaşma denilen şeyi meydana getirdi. Halkın sorunları ya da insanların sebepsiz yere ölmeleri konumlarını kaybetmekten daha fazla korkutmuyor ve ilgisini çekmiyor devlet büyüklerinin. Kendilerini sağlama alma anlayışı felakete sürüklüyor ülkeyi.

En tuhafı da bu işi dindarız diyenlerin de yapması. Onların inancına göre katıksız günahtır kul hakkı, telafisi de yoktur. Ama etraflarına yakınlarını doldurma çabaları ağır bastı inançlarına ve dini kullanmaktan öte geçemediler. Torpil’i herkes yapıyor diye bunu meşrulaştırma için de olanların gafleti, torpil mekanizmasını kullananlardan daha çok suçlu hale getirmedi mi o insanları. Verilen destekten çok susulan her olay onları daha da güçlendirdi ve önü alınmaz bir hukuksuzluğa yol açtı. Daha büyük haksızlık var mıdır, işin ehli yerine çıkarlarını destekleyen insanları desteklemekten. Ülke neden bu halde diyoruz, yeteri kadar açık değil mi. Çünkü işini bilen ve ülkesini seven insan olması gereken yerde değil. Biz de buna susarak onay verdik, kimsenin kimseye bağırmaya hakkı yok. Bunlar olurken kim neredeydi, belki onlarda birilerini yanlarına almanın rahatlığı için de evlerinde oturuyorlardı.

Devrin değişmesi ile daha batıcı gelen bir kelimeye geçiş: Referans. İsmi değiştirmek hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. İlginç olan devletlerin son zamanlarında yıkılmasına sebebiyet veren bu adam kayırmacılığın bu kadar genç bir ülke de, bu kadar erken çıktığıdır. Devlet anlayışını bu sistem üzerine kurmak kimseye yarar sağlamayacaktır. Demokratik olmasa da seçimlerin olması iktidarı değiştirmeye yeterlidir, en azından şimdilik. Sizden sonra yerinize gelecek olanlar lehe olanı aleyhe çevirecektir. Bundan da en çok vatandaş etkilenir, zaten o da kimsenin umurunda değil.

Çocukların oynadığı torpillerin patlaması gibi bu torpilin de kullananın elinde patlamasını umarız.                                                                                                                      

Sokaklarda asılmış evet/hayır pankartları, reklam panoları ve hayır/evet diye usanmadan gezen seçim arabaları. Evet seçim arabaları ne kadar tuhaf, adı üstünde seçim arabası. İçinde bulunulan süreç ile seçimin ne alakası var. Şimdi o arabalar evet veya hayır diye çığırtkanlık yapınca biz onlara kulak verip en çok duyduğumuz sesi mi tercih edeceğiz? Evet; evet kulak aşinalığı bize en doğru tercihi yaptıracaktır ya da hayır.

Ramazanın gelmesine aldırış etmeden birbirlerini en kötü sözlerle tenkit eden siyasi partiler aslında bir zihniyeti sorguluyor ve bulundukları ithamları birbirlerine yapmış gibi söylemlerde bulunarak onlara karşı olan zihniyete en ağır biçimde saldırıyorlar.

Konuda kendini uzman gören hatta hisseden her kişi çıkıyor ve neden onun istediğini bizimde istememiz gerektiğini anlatıyor ya da anlatmıyor sadece o ne derse onu diyelim istiyor. Siyasi parti liderlerinin meydanlarda konu ile ilgili söyledikleri sözler zaten konuyla tamamen alakasız ve neden miting yaptıkları anlaşılmış değil. Galiba tatilden pek hoşlanmıyorlar, çalışmaya o kadar alışmışlar ki meclise sığamayıp ramazan ramazan hop sokaklara atıyorlar kendilerini ve o kadar fedakârlar ki en aşırı sıcaklara bile aldırış etmiyorlar, bize daha iyi bir gelecek verebilmek için. Yazık insanın içi elvermiyor dayanamıyor, kendinizi bu kadar heba etmeyin biz sizi bilmez miyiz diyesi geliyor.

Gerçekten inanıyorlar mı istedikleri gibi sonucun sorunları halledeceğine. Demokrasi evet-hayır ikilemine indirgenebilecek kadar basit bir şey midir ki… Daha güzel yarınlar vaat ederek yalanlar söyleniyor. En mükemmel yazılmış anayasa bile yeterli değildir demokrasiyi, eşitliği, özgürlüğü anlatmaya, benimsetmeye. Bunların çözüm yeri kâğıtlara yazılan birilerinin bize bahşettiği liste olamaz. İnsanların hakları’nı korumanın yolu küçük bir kitapçıkla sınırlandırılamaz. Bu bir zihniyet meselesidir. Bu anlayışı benimsemektir önemli olan. Yoksa dünyanın en büyük haklar kitabını yapsan da kimsenin hakkını ve hiçbir hakkı koruma güvencesine alamazsın. Mevcut anayasaya aykırı kararlar alınmıyor mu ki yeni yapılacak olanlara karşı alınmasın. Kendini savunmaktan aciz bir anayasaya mı ihtiyacımız var? Tabii ki hayır onu savunacak zihniyetlere ihtiyacımız var.

Daha iyi bir anayasanın yapılmasının da bir sakıncası yok tabii;ancak bu zihniyetler ile hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Bu gün evet de hayır da diyen aynı zihniyettedir. Kendi istedikleri uğruna çiğnenmeyecek bir şey yoktur. Bunun örneğini en başta insanlara istetmek istedikleri şeyde görüyoruz. Çıkıp kimse olan budur düşünün taşının karar verin demiyor ki sadece kendi dediklerinin açıklamalarını yapıyorlar. Bu zihniyetlerle ne kadar demokratikleşebiliriz ki?

Sonunda karşılaşacağımız soru demokratikleştiremediklerimizden misiniz, sorusu olacaktır kuşkusuz. Çünkü demokrasi onların yanında olmaktır onlar gibi davranmaktır düşünmeyi bırakıp onların dediklerini yapmaktır. İşte o zaman demokrat olacağız ve huzura kavuşacağız. O zaman değmeyin keyfimize her şey istedikleri gibi olacak.

Yeni yetme âşıkların ellerine bir papatya alıp seviyor sevmiyor diye sayıp sonuncunun verdiği üstünlükle son papatya yaprağına bağlı olan sevilme işinden bir farkı kalmadı referandumun. Biz de artık papatyalar tükenmeden alalım elimize bir tane başlayalım söylemeye; evet, hayır, evet, hayır…

                                                                                                         

Büyüdüm koskocaman kıpkırmızı bir elma oldum.

Olgunlaştım. Ne esen rüzgarlara yenildim ne yağan yağmurlara ne de büyümeden beni yemeye çalışan yağmacılara.

Her badireyi atlatışım beni daha da güçlendirdi. Hepsine inat yere düşenlerden koparılanlardan olmadım. Üzüldüm gidenlere neden beni beklemeden gittiler oysa ne alışmıştım onlara ne kadar bağlanmıştım. Ya da ben de onlarla gitseydim daha az dirençli olsaydım. Olmadı gelenleri gidenleri teker teker gördüm. Geldiler sevindim giderken sevinç çoğalarak acıya dönüştü, hiç gelmeselerdi dedim, sonra iyi ki gelmişlerdi dedim. Bu gelgitler de neyin nesiydi dimdik duruyordum. Her gün bana yeni bir şey katarak ilerliyordu daha da güçleniyordum. Bilmiyordum günün birinde ben de kopacaktım koparılacaktım.

Çok ani oldu daha büyüyecektim herkes olgunluğuma gıptayla bakacaktı. Sonsuza kadar kalacaktım ya kalamadım. Koptuğum da anladım. Bu kadar geç olmamalıydı. Sona kaldım savrulmadım. Savrulanları gördüm hepsinin acısına ortak oldum her giden benden bir şeyler götürdü. Şimdi de ben gidiyorum hem de yalnız…

Tek başıma acımla yalnızım. Acımı paylaşacak kimsem yok Acı görmeyi ne de marifet zannetmişim. Onunla büyüdüğümü zannetmişim. Birazdan birisi beni hazmedecek ve kalan hayatıma pislik çukurunda devam edeceğim. Bunun için miydi bu acılar. Şimdi diyorum keşke yenilseydim düşseydim de geldiğim toprağa geri dönseydim hiç değilse pislik yerine.

Yapacak bir şeylerin olmadığını biliyor ve kendimi avutacak dahi bir şey bulamıyorum. Diyemiyorum birisine faydalı oldum. Olgunlaştım vitamin oldum. Büyüdüğümü zannederken küçülmüşüm ve birazdan bir hiç olacağım. Hiç bunu düşünmemiştim. Bildiğim tek şey büyümem gerektiğiydi. Olmadı büyüyemedim ben de bir hiç oldum şimdi...


 Uzun uzun bekleyişler…

 Sabahın 7’si bile olmadan tam bir saat sonra açılacak olan poliklinik kapısındaki bekleyiş için hastane kapısına koşulur bizim ülkemizde. Aylar öncesinden alınan randevular bir yana bırakılıp gün içinde muayene adı altında önceleri kurtarıcı gözüyle bakılıp sormasında yitirilen umutlar, bir türlü sonuçlandırılamayan tedaviler, bulunamayan hastalıklarla gözden düşen ve bir daha asla güvenilemeyecek olan doktorla sadece birkaç dakika görüşmek için…

 -Dikkatinizi şu noktaya çekmek isterim ki bu görüşme asla yüz yüze olmaz çünkü bırakın en azından ateşine bakmak veya rahatsızlığını anlamak için formaliteden bile olsa dokunmayı suratını önündeki kâğıttan kaldırıp göz ucuyla da olsa size bakmaz bile.

 …zorlu bir yarış başlar.

 Asla öğrenemedik sıraya girmeyi, sessizce beklemeyi, uzun kuyruklarda sona kalınca kurnazlık yapıp öne geçemeyince bağırıp çağırmadan, kavga çıkarmadan, hakkına razı önündekine saygı göstermeyi.

 Kuyruk hastanede de olsa asla kocaman bir gürültü koparmadan, âlemin en yetkilisiymiş gibi sisteme, hayata, önüne çıkan her şeye ve herkese sayıp sövmeden beceremedik bir türlü sessizce beklemeyi.

 Hayır ağabeycim anladık kanın deli akıyor yanlışa, haksıza, adaletsizliğe alayına karşısın, tahammül edemezsin, sessiz kalamazsın da iki dakika sonra sıra gelince bir sonraki randevuya kadar hastanelerimizdeki sistem düzeliyor galiba.

 Sıra numarasını alınca, hastanede geçen bütün bir günden sonra kendinizi kapıdan atıp hafif bir rüzgârla temiz havaya çıktığınızı anlayınca bir oh çekerek ciğerlerinizi doldurduğunuz o nefes var ya işte onu alırsınız; ama o rahat nefesi erken aldığınızı çok değil beş dakikalık kısacık bir bekleyişten sonra önünüzde ardı arkası kesilmeyen saatler olacağı kafanıza dank edince, anlarsınız ki bu sadece ufak bir başlangıç.

 Oturacak bir yer bulacak kadar şanslıysanız etrafı yatışmış bir sinirle izlemeye koyulursunuz, eğer ayakta kaldıysanız uyuşmaya başlayan bacaklarınız birkaç saniyeyi birkaç dakika gibi hissettirebilir size.

 Önünüzden geçerken hafifçe işittiğiniz serum şişelerinden sarkan incecik hortumların uçlarındaki iğneler koluna batırılmış sedyelerdeki hastaların inlemeleri, aslında ne kadar güçlü ve sağlıklı olduğunuzu hissettirir. Bir de o sedyelerde yatan koskocaman adamların, genç çocukların röntgen odasından gelen bağırıp çağırmalarından çok tiz ağlama sesleri, gözlerinizden yaşlar boşanmasına neden olabilir.

 Tekerlekli sandalyede itilirken acısını hafifletmesi için acil doktoruna yalvaran âdeta yalvaran gözlerle bakan yaşlı teyzeleri görünce şükredersiniz.Eğer acil kapısından girecek kadar acillikseniz, gördükleriniz ruhunuzda derin bir olgunlaşma meydana getirir; çünkü insan burada kendinden önce ve kendinden daha çok başkasını düşünmeyi bilinçsizce gerçekleştirir. Durumunuz ve çektiğiniz acı ne olursa olsun asla, ortalıkta sallamaz tavırlarla dolaşıp onlarca hastaya bakan size o an bütün duyguları alınmış gibi görünen acil doktoruna size bir el atması için seslenemezsiniz bile çünkü o an siz dünyanın en güçlü ve en sağlıklı kişisinizdir.

 Bitmez tükenmez saatler geçirirken insanların çıkarları söz konusu olduğunda ne kadar acımasız, hoyrat olduklarına tanık olursunuz, duygularını yitirmeleri için bazen çıkarları olmasına bile gerek yoktur. Sözde işini yapan bir sekreter olanca kaprisiyle gelen hastalara bugün git yarın gel hesabı rahatça işini görmüyorum diyebilir.

 Öte yandan kendisinden küçük bir ricada bulunan bir hastayı keyfini bozup 3-5 dakikasını alma ihtimali olduğundan bir doktor kapı dışarı edebilir. Acillik bir durumda gittiğiniz kulak-burun-boğaz ünitesinden hiç abartısız 2 ay sonraya randevu verilebilirken, ultrasona girmek için 89 gün sonra bilmem kaçla kaç arası sıra sende denilebilir.

 Bu işin komikliğini dile getirdiğinizde ise sabahtan akşama bütün gün boyunca aynı yerde aynı şekilde oturmaktan ve hayatının monotonluğundan son derece sıkılmış, önündeki ekranda chatleşecek birini bulabilmek için gözünü dört açmış bekleyen ve muhtemelen menopoza girmesine ramak kalmasının da vermiş olduğu tatsızlığı kabullenemeyen orta yaş üstü kendince bakımlı bir hatun bütün çarpıklığıyla sistemin savunuculuğunu üstlenerek sizi kibarca azarlayıp, beğenmiyorsanız daha uygun yere gitmeniz için size öğütler verebilir.

 Daha uygun bir yer ha!

 Teşekkür edip dönerken, kapitalist bilip bilmediğiniz her şeyine de, şu ülkede var mı yok mu bir türlü anlayamadığınız sosyal devlet anlayışına da, gelmiş geçmiş tüm hükümetlere, iktidarlara, siyasetçilere de, sağlığına da, kurumunu da kuruluşuna da aklınıza ne gelirse artık her şeye ve hepsine toptan, bildiğiniz, duyduğunuz bütün küfürleri savurursunuz.

 Koridorda koşar adım yürürken hayatınız film şeridi gibi gözünüzün önünden geçer.

 Bir daha hastaneye ayak basmak mı?

 Asla!

 Geberirim daha iyi. Karşınıza çıkan ilk insana-beyaz önlüklü temizlikçi, güvenlik, görevli, kendini görevli sanan sistemi çözmüş tecrübeli hasta kim çıkarsa artık; sormak gelir içinizden:

 “Pardon! Morg tam olarak nerede acaba?!" 

 

Sabah çıkıyorum çok değil birkaç adım sonra Ankaray merdivenlerine varmadan bir simitçi karşılıyor. Bu adam sabah sabah niye bu kadar bağırıyor, diye geçiriyorum içimden, sonra arkamdan bir ses cevap veriyor âdeta “N’abarsın ağabey, ekmek parası…”.

Birkaç basamak iniyorum sağda bir kadın, oturuyor buz gibi taşta kucağında bir bebek, bakıyorum uyuyor daha, nasıl uyansın ki bu saatte. Bura çok esmiyor mu diyorum “Allah sevdiğine kavuştursun, bebeğime süt parası” diyor. Atıyorum elimi cebime birkaç bozukluk veriyorum ama neye yarar ki… Genç daha 25-30 arası bir şey, fena değil üstü başı, gücü kuvveti yerinde. Yarın görüşürüz hayırlı işler diye geçiriyorum içimden.

Sonra düşünüyorum, düşünmek denmez buna kafa patlatıyorum; nasıl yapıyor, nasıl tahammül ediyor?..

Her gün açmak avucunu ve klişeleşmiş onlarca sözcüğü; hiç umursamadan karşındakini ve göz göze gelmemeye çalışarak asla değdirmeden gözlerini karşındakinin sana aşağılama, acıma, tiksinti ile bakan o mide bulandırıcı, alaycı gözlerine; hiç açmadan ağzını uğuldayarak çıkarmak, bağırmak adeta kahretmek hayata…

Sadece bakmak belki de ayaklara, bilmediğin, duymadığın, giymediğin daha da önemlisi giyemeyeceğin ve sahip olamayacağın onlarca, yüzlerce, binlerce markalı ayakkabılar.

Bazen bakmak yüzlere seninle yaşıt birçok kadın. Süslü, şık giyimli, makyajlı, bakımlı, saçlar boyalı… Yüzlerine bakmak en zor olan…

Ne düşünüyorlardı acaba sabah evden çıkarken, üstündeki pembe kazağa vermesi kaç dakikasını almıştır?

Eee dünyadaki en büyük problem tabi o kısa siyah eteğe uygun kazağı bulmak…

Bebeği düşünüyorum sonra onun mu acaba, onunsa nasıl kıyıyor diye, nasıl kıyıyor bu soğukta? Bu kadar zor mu bir süt parası?

Daha bebek birkaç aylıkken boğazından geçecek birkaç damla süt için değer mi bu kadar soğuk, ayaz, bu kalabalık buz gibi merdivenler?

Bebek olmasa yapar mıydı acaba, bebek için mi her şey derken yapışıyor biri koluma ince tiz bir ses, “Bir kalem al abi okul harçlığı”… Kızım okulunun zili çoktan çaldı burada ne işin var?

Okul, harçlık, kalem geveliyor ağzında; bakıyorum bebeğe o da kalem o da okul, harçlık geveleyecek mi ağzında?

Aklıma soğuk bir kış günü kaldırımda otururken önümden geçen o çocuk geliyor ne tarih aklımda ne de o tarihte tam olarak ne olduğu… Yalnızca iliklerime kadar işleyen o soğuk nedense hissediyorum o kadar.

Sallana sallana geçiyorum önünden, cebinden çıkarıyor bir poşet yavaşça götürüyor ağzına, burnuna… Bakıyorum yüzüne anlamıyorum yaşını. Gözler yaşlı bakıyor hayata… Umutsuz, cansız, kuru hiç duygu yok o gözlerde. Öfke bile duymuyor hiçbir şeye kızgınlık hatta kırgınlık bile yok.

Ölümü bekliyor diyorum kendi kendime, cesedini bir çöplüğe atacak birinin olup olmayacağını getirmeden aklına, elindeki torbaya bakarak minnetle kendini önemli hissettirdiği için belki de; sessizce inleyerek ölmeyi bekliyor.

Acaba o bebek konuşabilecek mi diye hayal ediyorum, abi diyebilecek mi en azından, o kadar olsun var mı şansı?

Zar zor atıyorum kendimi vagona hayır patlım sıkıştı korkuyorum, neyse ki yok bir vukuat… Bakıyorum insanlara vagondaki hepsi dört duvarı ve çatısı olan bir yerden gelip, bir yerlere giden, gece yatacak bir yatağı ve kafasını gömeceği bir yastığı olan şanslılar…

Hepsinin yüzünde sabah mahmurluğu, müzik dinleyenler, pencereden zifiri karanlıkta hafif sırıtan boruları izleyenler, uyuklayanlar…

 Ne düşünüyorlar acaba?

Dertsiz insan olmaz ne de olsa, insanoğlu işte illaki dert edinecek bir şey bulur.

Online dergiler Online dergiler