1. Beşikten Mezara Bir Göç Olarak Yaşam:

  “Ana rahminden geldik pazara

Bir kefen aldık döndük mezara”

Yunus Emre

İnsanın sadece yaşam sürme sürecini ele alırsak, insanı iki kelime ile özetlemek mümkündür: doğum ve ölüm. Ancak bu sadece bedeninin/cesedinin mevcudiyeti ile ilgili bir durumdur. İnsan ise hayat sahibidir. Hayat, yaşam ve ölümü mündemiçtir. Doğum, ölüm ve ölüm sonrası diye zaman bölümlerine ayırırsak mekân değişikliklerini ihmal ederek bu zaman hareketliliğinin öz-ne-si olarak insan “seyir ve seyahat” etmektedir. Ve doğumdan sonra doğum öncesine dönemediği, (beden olarak) öldükten sonra ölüm öncesine dönemediği için bu seyir ve seyahati [edebî bir yaklaşımla] “göç” kelimesi ile ifade etmek mümkündür.

İnsanın sadece beden varlığı dikkate alındığında “İnsan … hayvandır” şeklindeki tanımlamaların yüklemi bir anlam ifade eder. Zira hayvan, [Arapça orjinli: hayawan] yaşamın devam etmesi ile ilgili bir mefhumdur. Bu sebeptendir ki canlı türü olarak bahsedilirken “biyolojik olarak insan” yerine “beşer” kelimesi tercih edilir. Bugün “hayvan” kelimesinin yaygın kullanımına bakıldığında da “hayvan” diye isimlendirilen varlıkların belirgin özelliklerinin sadece yaşam sürdürmeye indirgenebilmesi ile alakalı olduğu anlaşılacaktır.

Her ne kadar bu yaşam sürme, beden sahibi olma hali “insan”ın varlık katmanlarının en aşağısı olarak tavsif edildi ise de “insan” olmanın primer şartıdır. Klasik dönemden(Osmanlı dönemi) intikal eden eserlere bakıldığında “hayvân-ı nâtık” şeklinde bir ifade ile karşılaşılır. Yani konuşabilen, [zımnında da düşünmeyi barındırır bu durum] hayvan(yaşam sahibi) olan insan, insaniyeti kazanabilmek için yaşam sürdürebilir olmalıdır. Bu, insana tanrı tarafından verilmiş; “var oluşun”, “varlık”ın asgari ve primer şartıdır. [Varlığın “tanrı” kaynaklı oluşunun gerekçesini açıklamak gerekirse: “tanrı” mefhumu ile kastolunan “oluş”tan, “zaman”dan ve “mekân”dan berî, “varlık”ı “var” eden “yok”u imkânsız kılan, daima ve mutlak “var” olan olduğu için bir septik filozofun dediği gibi: “Galiba tanrının varlığını kabul etmek durumundayız.” Burada bahsedilen bir kurum olarak “tanrı”lık makamıdır. O’ndan gayri tanrı olmayan, o makamın yegâne sahibi ve maliki olan Allah-u Zülcelal kastedilmemiştir. Nitekim din bahsinde inanma(iman) meselesinin tamamen şahsî olduğu, izahının ve isbatının kabil olmadığı malumdur.]

 

2. Beşeriyetten İnsaniyete Göç:

"Arifin her bir sözün duymaya insan gerek

Bu cihanda sanmanız hayvan olan anlar bizi”

Niyaz-i Mısrî

Canlı türü olarak beşer olmaktan maada insan olmak, yaratılmışların en üstünü olmak vasfını kazanmak bir emek, gayret ve tasarruf meselesidir. Bu sayededir ki sadece yaşamdan ibaret olmayan bir hayatı anlamak ve daha mühimi “anlamlandırmak” mümkün hâle gelecektir.

Var olanı önemli kılan onun anlamıdır. Bazılarının anlamı kendinden menkul iken, bazılarının anlamı onlara kazandırılır yani o şeyler “anlamlandır”ılır. “Anne” mefhumu mesela her fert için oldukça önemli yer tutan bir mefhumdur. Dil, düşünce, yaşam ilh. pek çok mefhumla ilişkisi bulunan bir mefhumdur. Ancak kişi annesi ile yaşaması gereken tecrübeyi yaşamaz ise anne mefhumu o kişi için o kadar büyük bir anlam ifade etmez, etmeyecektir. Kural olarak çocuklar “anne” diye ağlarlar. Ancak annesinden ayrı babasının yanında büyüyen bir çocuk muhtemeldir ki “baba” diye ağlayacaktır.

“Anlamlandırma” beşeriyetten insaniyete geçme basamağıdır. İnsan çevresini, kendisini, dünyayı, yaşamı, ölümü, ölüm sonrasını “anlamlandır”ır. Bunun sayesindedir ki yaşam sürdürebilir. İntihar etmek üzere olanların sarf ettiği: “Artık hayatın bir anlamı kalmadı.” sözü bu durumu anlamamız bakımından bize yardımcı olacaktır. Hayatın anlamı denilen şey, insanın ona karşı aldığı konum ve bakış açısı ile ilgili olarak insan tarafından inşa edilen izafî bir kavramdır.

Bu inşa süreci içerisinde yaşadığı toplumun, kişinin anlam-değer dünyasına yaptığı/yapacağı katkılar da inkâr edilemez bir gerçektir. Kişi içinde yaşadığı toplumun değer yargılarına, kavram dünyasına göre pek çok şeyi anlamlandırmaya başlar. Örneğin; yaşadığı toplumda büyüğün yanında yüksek sesle konuşmanın hoş karşılanmadığı bir kişi, bu davranışı sergileyen ve hakkında başka bilgi sahibi olmadığı birisini gördüğü vakit, (tanıdığında onu çok sevecek olsa dahi) o kişi hakkında olumsuz bir kanaate sahip olacaktır.

Yani diyebiliriz ki kişi dünyayı sıfırdan anlamlandırmak yerine içinde yaşadığı toplumun (gayrî iradî) etkilemesi [dil, din, adetler…]  ile bunu yapacaktır.

 

3. Göçe Fazla Yükle Çıkmak Makul Mü?

"Cemiyet ah cemiyet yok edilen ruhiyle

Cemiyet ah cemiyet yok eden güruhiyle"

Necip Fazıl

İnsanın dünyayı anlamlandırması onun yaşamı için elzem olmakla birlikte fazlaca bir anlamlandırma da kişinin -moda tabirle- yaşam kalitesini (!) olumsuz yönde etkileyecektir. İnsan bilinçli veya bilinçsiz pek çok kural/norm içerisinde hayatını idame ettirmektedir. Bu kuralların bir kısmı devlet tarafından koyulan kurallar olmakla birlikte, devletin koyduğu kurallardan daha fazla etkiye sahip olan toplumsal kurallar da oldukça fazladır. Globalleşen, tek tipleşen dünya dahi kendi “global kabilesi”nin kurallarını oluşturmuştur.

Sokrates Savunma’sında: “Araştırılmamış, eleştirilmemiş bir yaşam; yaşanmaya değmez.” der. Biz insanın birtakım kurallara göre, onları referans alarak hayatını idame ettirdiğini söyledik. Şüphesiz ki insan bir anlam-değer dünyası ışığında meydana gelmiş kurallara riayet ederek yaşamakla yükümlüdür. Aksi takdirde ahlâk perdesinden de kurtulmuş olur ki, bu onu lalettayin bir hayvandan farksız kılar. Yine bu kuralların içinde yaşadığı cemiyetin nev-i şahsına münhasır özelliklerinin de olması gereklidir ki o kişi dünyaya herhangi biri gibi olarak değil, kendisi olarak bakabilsin.

İmdi, ortada bir kural varsa iki ihtimal söz konusu olur. Ya kural uyulması gereken, iyiye,doğruya ve güzele ulaştıracak bir kuraldır; ya da uyulmaması gereken kötüye, yanlışa ve çirkine götüren bir kuraldır. Bu noktada kişinin uyduğu kurallar da iki kümeden birine girmek durumundadır.

Peki kişi uyduğu kuralların hangi kümeye dahil olduğunu nasıl tespit edecektir? Sokrates üstadımızın sözü burada devreye girer: “Sorgulayarak!”

 

4. Netice-i Kelâm Niyetine:

“Çağrışır tellallar inanmaz mısın?

Göçtü kervan kaldık dağlar başında”

Yunus Emre

İnsanın yaşamını kendisi sürdürmekle beraber bunu bir toplumun içerisinde yapmaktadır. (Farklı eksenlerde birden fazla kervanın içerisinde olması da mümkündür kişinin.) Toplumun kurallarına düşen rol, topluma mensup olan fertlerin “hayatta kalmalarını sağlayacak entelektüel ve manevi araçları sağlamaktır.” Bunun ötesindeki kurallar toplumun yok ediciliği cüzünden olacaktır ki kişiye nefs-i müdafaa hakkı doğurur.

Ferdin içinde yaşadığı toplumun kurallarını tenkidinin ne denli zor bir iş olduğu aşikârdır. Zira bir şey hakkında kanaat bildirmek için ona belirli bir mesafede bulunmak gerekir. Bu bahsettiğimiz mesafenin fizikî ve fiilî olması gerekmez. Fikrî bir konumlama ve mesafe ile bu mümkün olacaktır. Soru şudur: “Bu kurallar ile nereye ulaşılabilir?”

Bu soruya tam olarak cevap verilmesi mümkün müdür değil midir bilinmez ama, bu soruya cevap verilirse ikinci perde zannediyorum ki şu şekilde olacaktır: “Ulaşılabilirliğin sınırları nelerdir?”

Tabi burada Şirazlı Sadî’nin ikazını tekrar etmekte fayda var: 

Be deryâ der menâfi’ bî-şomarest

Ve ger hâhî selâmet der kenârest

(Denizde sayısız menfaatler olmakla beraber

Selamet istiyorsan bu kıyıdadır!)

 

 

Ahmed (change of name) a young man in his mid twenties works as a barber in one of the busiest streets of Fatih in Istanbul.  He resorted to scissors two years back ever since he had escaped from carrying arms under the regime ’s compulsion in Syria. With traces of sorrow on his face, he acknowledges that ‘it’s hard’ to be away from his family in Latakia but finds sort of relief living here together with his brother’s two sons who do the same job along with him, in a Salon which’s owner is a Turk.

Tragic, disastrous and devastation are the dominant adjectives which can best describe the state of Syrian refugees fleeing the homeland these days. While a very few like Ahmed employ in shops and restaurants in Turkey because of the advantage of their Arabic language, a many other are scattered around as beggars  in the streets of Istanbul and some other major cities.     

Apart from the above two category, there is also a faction who have been escaping to Europe via seaways. On some occasions the horrible voyage succeeds while the rest of the time, the Sea itself disappoints them with an unlikely cuddle of death, like we had witnessed little Aylan Kurdi.  

Human like coals and human like diamonds are tested in such catastrophes. When the hopeless refugees had set foot in the soil of Europe with some hope for a temporary accommodation at its corners, a many of them did give them a big welcoming hug at their places so much so certain government officials opened even their own doors to the fleeing families. On the contrary, there were also some sick minded individuals who wouldn’t like an unexpected visitor tap their door. The media was a witness how they had treated them so bad and harsh.

Let’s compare this state with that of something similar which happened a 1400 years back in the history of Islam. The Meccans who were not treated well by their own people were compelled to migrate to another land where they would be left free to continue with their life without any foreign interference. When it was said to leave to Medina by the Prophet(pbuh), they all started leaving in individuals and bulks, all by themselves without accompanying any of their wealth and belongings, leaving back at Mecca without even the hope to return. Medina gave them a big hug. In addition to a hug, the meccan muhajireen were accommodated in their own houses, those who didn’t have any job were provided with jobs. Some sacrificing hearts of medina who had more than a wife did even divorce one of them to give in marriage with their unmarried brother from Mecca. These acts can be stated as ultimate sacrifice. The ability to make the migrated feel like their own home in a foreign land. This is an undisputedly astounding event in the timeline of history.

Such a hug is a necessity today for those who have migrated from their lands losing all their hopes. Especially in a circumstance where the children and women are psychologically affected to the core witnessing the most awful shades of the war and the consequences  it brought about. Thanks to Turkey and its people who have willingly come forward to care for about 1.8 million Syrian refugees with itself. This is indeed a repetition of the proud past of Islam. This is the brotherhood story of the Muhajireen and Ansaris of today. Hope the world would learn a lesson of love and care from such great nations. 

 

 

Şöyle modernizm üzerine üç-beş kitap okuduktan sonra benim gibi genç okurların havsalasını bir tutukluk alıyor. Modernizmin hayat tarzımızın şekillenmesine hediye ettiği kırılma artık her olguyu modernizme vurmak,ikircikli görünen her meselede topu modernizme atmaya yeltenmek gibi bir takıntı bahşediyor zamanla. Bu takıntı bir medeniyet olarak Batı modernizminin sunduğu bağlamların söz konusu olguları kapsayıp kapsamadığının test edilmesiyle anlaşılır. Tabi öncesinde medeniyetin ve özelde modernizmin hayata bağlamlık etme serüveninden kısaca bahsetmek gerekiyor.

Medeniyet hayatın üzerine bina edileceği toplumsal zemini inşa edebilmekle alakalıdır. Medeniyetin gücü ise üzerine bina edilen hayatın araçlarına/eşyalarına, onları kendisinden bağımsız düşünülemeyecek kadar sinmesiyle ölçülür. Yani medeniyet, muhatapları bunun bilincinde olsun veya olmasın, olguların bağlamı olmaya devam ettiği müddetçe gücünü korur. Hatta muhatapların bunun bilincinde olmaması medeniyetin zihin kodlarının artık oturduğu, medeniyet bağlamında üreyen hareketlerin sıradanlık kazandığı, örfe dönüştüğü manasına gelir. Mesela bir hikmete dayanan adab-ı muaşeret zamanla gelenekten olduğu için sürdürülen hareketlere dönüşür, zamanla o hikmetler yeni bağlamlarda yeni yansımalara ihtiyaç duysa da adetlerde bir değişiklik olmaz, bu da bir köhnemeye sebep olur. Bu durum da dinamizmini yitiren medeniyetlerin çöküşünün kaçınılmazlığının bir göstergesidir.

Gelelim Batı’nın modernleşme süreciyle kurmakta olduğu medeniyete, bu medeniyet aslında Eski Yunan’a kadar dönülerek okunsa özellikle fikir ve sanat alanlarında devamlılık arz eden bir seyre sahiptir. Bununla beraber düz bir yükselme ivmesiyle açıklanabilecek bir tarihsellikten söz edemeyiz. Eski Yunan ve Latin medeniyetlerinden sonra Rönesans öncesine kadar sürdüğü söylenen kopuş dönemi-ki bazı felsefe tarihçileri bunu Aristo’dan Bacon’a kadar diye de ifade ederler- bu eski medeniyetin hayata yansıttığı hallerin sonuna kadar köhneleştirildiği bir dönem sayılırsa Rönesans dönemi bu köhneyen medeniyetin hayata bağlamlık edişinin çözümlenmesi ve reddi Aydınlanma ise içi boşaltılan hayat alanlarının (günlük rutinlerin) yeni bir bağlama kavuşturulması süreci olarak nitelendirilebilir. Endüstri devrimi ise ‘zamanlaması manidar’ bir gelişme olarak bu yeni medeniyetin omurgasının oturduğu bağlam olmaya soyunur. Günlük hayatın planlanmasının temeline “mesai” ile çöker, gün ortası için yeni bir öğün icad eder, Pazar tatilinden murad edilen ‘din’lenmenin kiliseyle değil yatakla anılmasına sebep olur ve hakeza...

Kuruluş aşamasını aştıktan sonra medeniyetin gelişimini “ihtiyaç”lar belirler. Aslında bu ihtiyaçlar muhataplarının hayatlarıyla medeniyet arasındaki doğrudan ilişkiyi görmelerini engelleyen bir başka unsurdur. Buna en bariz örnek olarak çağın “hız” ve “erişim” tutkusunu gösterebiliriz. Kökeni bariz bir şekilde piyasanın talebine bağlı olan bu tutkular artık en basit vaziyetlerimize bile tesir ediyor. Zaten pazardan başlayan küreselleşmeninher ölçekte aynı hızla devam etmesi (hatta mikro ölçekte daha hızlı bir gelişmeden bahsedilebilir) de bunun göstergesi. Fakat piyasanın ihtiyaç duyduğu bu hız ve erişimin ferdin de kendi ölçeğinde talep ettiği “değer”ler olması fertlerin bunu doğal bir ihtiyaç olarak görmesine sebep oluyor.

Fakat mevcut medeniyetle problemi olanlar, yine “ihtiyaç”tan doğan diğer günlük fiillerle medeniyeti tahkim edenleri birbirine karıştırmak riskiyle karşı karşıyadırlar. Zamana uyum sağlamak ile zamanın hakim medeniyetine boyun eğmek arasında bir fark olduğu aşikar. Fakat zamanda uyum sağlanacak durumun hakim medeniyetin normalleriyle de sıkı bir ilişki içinde olduğunu teslim etmek gerekiyor. Burada takınılması gereken tavır medeniyetin bir hamaset sahasına çevrilmemesi. Nitekim Müslüman medeniyetinin kuruluş macerasına baktığımızda da Bizans ve Sasani devletlerinin teşkilat tecrübelerine kapı açıldığını görüyoruz. Çünkü o medeniyetin kuruluş aşamasında dinamikliği de maya yapmaya çalışan felsefe medeniyetin bir amaç olmadığını söylüyordu. Usûlleri, medeniyetin mayasıyla mihenge vurmak kaydıyla, diğer medeniyetlerden transfer etmekte bir sakınca görmüyordu.

Bağlamını anlatmaktan kendisini tasvire pek fırsat bulamadığım takıntı kendisini mirasçısı bildiği medeniyetin işte bu dinamik haline yabancılıktan kaynaklanıyor. Bunun da başlıca sebebi medeniyet savunmasını hamasi bir dille kurmaya çalışan muhafazakar literatür. Öyle ki, Batı’nın Doğu’yu anlamasının önündeki en büyük engel diyebileceğimiz Oryantalizm’in kardeşi bir zihniyetle Batı’ya bakıyoruz. Fakat bizim için bunu daha yıkıcı kılan, o Batı’nın medeniyet havzasının bizim hayatımıza da sirayet etmesi.

 

Şüphesiz "vaki olanda hayır vardır" hadis-i şerifince; son zamanlardaki sıkıntılar hem memleketimiz genelinde hem de dost ve akraba meclisleri özelinde ciddi değişimlere/başkalaşımlara sebebiyet veriyorken, görebildiğimiz veyahut görmeye aciz olduğumuz hikmetlerin varlığına inanma gayretiyle akıl ve ruh sağlığımızı muhafaza ediyoruz. Zira vaziyet bu defa idrak sınırlarımızın çokça ötesine sıçramış ve her gün ayrı bir acıya uyanan memleketimizde yüreklerimizin sükunet bulma ihtiyacı zuhur etmiştir.

Bilhassa toplumda yer edinmiş kanaat önderlerimizin bizleri telkin edici yönde kelamlar etmeleri beklenirken ateşe körükle gidiyor olduklarına şahit oluyoruz. Oysa ki yaşadığımız zamanlar, fikirlerimiz ve hareketlerimizle saflarımızı en çok belli etmemiz gereken, bâtıl olandan en net şekilde ayrılabiliyor olmamız gereken zamanlar iken hem de...

Ahir zaman toplumu olduğumuzun hiç şüphesiz bilincindeyiz, buna mukabil bu toplumun sahip olacağı söylenen kötü hasletlerin kıskacında bugünkü vaziyeti ellerimizle inşâ ettik. Tembellik ve dünya sevgisi bünyelerimize yerleştikçe bize yüklenen sorumlulukları ifa edememeye, elimizde olanın hep bir fazlasını istemeye başladık. Makro düzeyde siyasilerimizin, mikro düzeyde bizlerin içine düştüğü dehlizin tarifi bu olsa gerek.

Bu toprakların insanları böyle acılara ilk defa şahit olmuyor; 'Atiyi karanlık görerek azmi bırakmak; alçak bir ölüm varsa, eminim, budur ancak!' diyen merhum Mehmet Akif'i yetiştiren topraklar üzerinde yaşıyoruz.

Ancak 90' ve +90' jenerasyonunun gözünü siyasete ve toplum bilimine açmasından bu yana şahit olduğu en hazin dönemlerden geçtiğimiz bir gerçek. Bu sebeple selamet üzere geçen seneleri müteakiben şimdilerde tanık oldukları her acı olay onlarda ayrı bir kırılma etkisi yaratıyor.

Herkesin konuşma yetkisinin olduğu bir yerde, söylenen her söz elbette adil ve yerinde değildir. Sosyal Medya her kullanıcısına bu yetkiyi sağladığı için bilhassa böyle zor zamanlarda dezenformasyonun beşiği hükmünde oluyor. Öyle ki bu mecralarda her gün yeni bir devlet kurulup ve her gün yeni bir siyasî kimlik feshediliyor.

Akıl ve ruh sağlığımızı koruyabilmek adına acizane dikkat ettiğimiz husus, bilgi kirliliğinden kaçınmaktır. Zira bilginin kaynağını tespit edemediğimiz sürece kulağımıza gelen her haberin sahih olmadığını bilmeli ve sükunete en çok ihtiyaç duyduğumuz bu zamanlarda sohbet meclislerindeki muhattaplarımızdan emin olmalıyız.

Hata, noksan insanın fıtratındandır; nitekim onların yüzü suyu hürmetine Allah (c.c) tövbe ve istiğfar kapılarını yaratmıştır. Bu kapıların çalınmasını murad ettiyse, hatalarımızın da telafisini mümkün kılacak olan elbette yine O'dur.

Niyetlerimiz hakikat üzere olmak ve hakikati konuşmak olur ise, umulur ki hallerimiz yeniden selamete erer ve yüreklerimiz sükuneti bulur.

Bu vesileyle Kurban Bayramı'mızı kutlar, Hakk'a yakınlaşmamıza ve hayırlara vesile olmasını temenni ederim. 

 

Şehitlerimizin Aziz Hatırasına...

Sair kullanımı bulunan ve ehli için oldukça zengin bir çağrışım zincirini tetikleyen bir mefhumdur yol. Hazreti Yunus’un dilinde “hakikat ve marifet”e ulaştıran “şeriat ve tarikat” mazmunun olarak karşımıza çıkar, Âşık Veysel’in dilinde hayata remzen… Fizikte de hareketli bir cismin hızını belirlerken “yol”un zamana nisbetine müracaat edilir.

Dücane Cündioğlu bir yazısında: “Aramak soru sormaktır; soru sormak yol adına ve yol için yoldan çıkmaktır.”[i] der. Sorulara olan iştiyakı cevaplara olan alakasını azaltmış biri olarak ben bu “yol”u tercih ediyorum.

İnsan, kural olarak, hâlinden memnun bir biçimde; belirli, öngörülebilir ve standart bir hayat yaşar. Bu hayat kültürü, tarihi ve inançları tarafından şekillen[dirilmişt]ir. Orjinalitesini ancak bu belli hayat tarzı içinde yaptığı “küçük şımarıklıklar” nisbetindedir. Bir hikâye anlatılır, soğanı çok seven bir topluluk sohbet ediyormuş. Biri diğerine sormuş: “Çok paran olsa ne yaparsın?”  Cevap vermiş: “Dünyadaki bütün soğanların cücüklerini yerim.” diye. O hesap…

Ama insan bu sıradanlık perdesinden bunalma eğilimindedir de aynı zamanda. İşte tam burada insanın beynine bir defa şüphe girmeye görsün [Yahut beyin bir defa şüpheye girmeye görsün] artık sorular arka arkaya gelmeye başlar ve bu sorular artık hayat yolculuğunu en azından durdurur. İnsanın hayatiyeti sona ermez ama işte hayat bildiğin hayattır akmaya devam eder ama insan ondan lezzet almamaya ve fikri olarak durmaya başlar. Soruların ciddiyetinin artması bu durağanlığı farklı yollara yönelme neticesini doğurur.

Mesela her sabah 7.30 da annesi tarafından ekmek almaya gönderilen çocuk “Neden?” diye sorduğu anda artık yeni bir yol aramaya başlamış olur. “Neden ben?” “Neden 7.30?” “Neden ekmek?” “Neden o fırın?” gibi herhangi bir biçimde sorulmuş olması neticeyi değiştirmez. Artık o çocuk ekmek alma yolunda durmuştur ve meseleye ciddiyetle eğilmesi nisbetinde yeni bir yol bulup o yoldan çıkacaktır ve tabi ki evin ekmek ihtiyacını ihmal etmeyip, ekmek ihtiyacını da gidermeye yönelik yollar arayacaktır.

Pek tabi bu örnek; Sanayi Devrimi sonrası Egzistansiyalist (varoluşa ilişkin) krize girmiş bir filozofun –Kierkegaard veya Sartre gibi- “Neden varım?” sorusunu sorması ile de değiştirilebilir. Zira bu soruyu soran filozof için de artık hayat yolu ve yolculuğu; hiçbir zaman eskisi kadar anlamlı, kabul edilebilir ve sürdürülebilir bir halde olmayacaktır.

Soru sormak, cevap elde etmeye matuf yapılan bir fiildir. Ve verilen cevap ile elde edilen bilgi, insan hayatını şekillendirir. Mesela bir kişiye saatin kaç olduğu sorun, vereceği cevaba göre hayatınızı şekillendirdiğinizi görürsünüz. Saat 4’te bir yere yetişmeniz gerekiyorsa ve saatin 3.45 olduğu bilgisini elde etti iseniz artık hayat sizin için hızlı akmaya başlamıştır. Bununla birlikte “Hayatın kaynağı nedir?” “Hayatı anlamlı kılan nedir?” “Ahlâk nedir?” “Çok tanrılılık mümkün müdür?” “Hak nedir?” “Adalet nedir?” gibi hatrı sayılır bir “ciddiyet” kazanmış sorulara alınacak cevapların hayatı ne denli değiştireceğini varın hayal edin! Bu ciddi sorulara verilecek ciddi cevaplar bir ferdin değil; bir cemaatin, bir cemiyetin ve hatta belki bütün bir beşeriyetin “yoldan çıkıp” yeniden -ve belki yeni- “yola girme”sine sebebiyet verir.

“Yoldan çıkma” ifadesi Türk milletinin fikir anlam dünyasında olumsuz anlam taşıyan bir deyimse de yanlış yolda giderken yoldan çıkmanın olumlu bir anlam kazanacağı aşikârdır.

Gidilen yolun, yoldan çıkmanın ve yeni bir yol tercih etmenin doğruluğu tartışılabilir burada. Teoman Duralı: “Süreklice yol ayrımlarında kalıp karar vermek, sonra da verdiği kararın muhasebesini çıkarmak, canlılar evreninde bir tek insanın alnına yazılmış kader olsa gerek. … Karar verip tercihte bulunmak hür olmak, hürlükse hak-ödev dengesini tayin etmek demektir.”[ii] der.

“Yoldan çıkmak” veya “soru sormak” canlılar evreninde bir tek insan tarafından yapılabilen bir fiil anlamı kazandığına [daha doğrusu yazar tarafından bu anlam kazandırıldığına] göre mevzu iyice ilginç bir hal aldı demektir.

“Yoldan çıkmak” bir tercih meselesidir. İnsanı insan yapan, sorumlu yapan da bu tercih “edebilirliği”dir. Bu tercihi yapma zorunluluğu bulunmamakla birlikte dilerse yapabilir yani hürdür. Bu hürriyeti o denli geniştir ki hürriyetini kullanmama hürriyetine sahiptir. Yani “soru sorabilen” yahut “yoldan çıkabilen” her varlık biyolojik olarak insan[beşer]dır. Bu soruları sorulara vicdanını tatmin edecek cevaplar bulan biyolojik insanlıktan, hakiki insanlığa geçer. Bu sorulara zamanı, mekânı aşan; âlemşümul cevaplar verenler de peygamberler, sanatkârlar ve filozoflardır.

Tabi bu “yoldan çıkma” veya “soru sorma” her ne kadar Dücane Cündioğlu’nun tabiri ile yola dönmek için yapılıyorsa da her zaman bu netice ile sonuçlanmayabilir. Yani başka bir yola girmek neticesi de söz konusu olabilir. Nazım Hikmet’in: “yani sen elmayı seviyorsun diye/ elmanın da seni sevmesi şart mı?”[iii] dediği gibi; kişi yola dönmek için yoldan çıkabilir ama bu yol, onu eski yoluna çıkarmak zorunda değildir!

Ancak, insan kendi tercihi olmadan başladığı ve yine kendi tercihinden bağımsız olarak son bulacak olan hayat yolculuğunu anlamlandırmak için, sonunda ölebilecek kadar değerli kılmak için “yoldan çıkma” veya “soru sorma” riskine girmelidir. İlla ki cevaplarını kendisi vermek zorunda değildir, daha önce verilmiş cevaplardan birini de benimseyebilir ancak “soru sormalı” “yoldan[ve/veya yola] çıkmalıdır”.

Ciddi ve gerçek soru sormak ve bunlara ciddi ve gerçek cevaplar bulmaktır ki bütün yolları anlamlı kılar. Soru sormak şüpheyi içinde barındıran bir hal olduğu için ve şüphe zihinde değdiği her şeyi tarumar edeceği için burada takip edilecek yol da oldukça sıkıntılıdır ve pek çok riski barındırır. “Hangi soruları sormalıyım?” yahut “Hangi yollardan çıkmalıyım[dönmek veya dönmemek umurumda olmadan sadece en doğru yolu bulmak için]?”bu konuda da Descartes[iv]’in “şantiye metaforu”na fikir vermesi açısından müracaat edilebilir: “Descartes bir “şantiye metaforu”na müracaat etmekte ve nasıl ki asıl binanın inşaatının bitimine kadar öncelikle, ancak muvakkat bir süre kullanılacak olan bir şantiye binasının yapılması lazım gelmekte ise, benzer şekilde asıl ahlâka ulaşıncaya kadar geçici bir süre ihtiyaç duyulacak olan bir ahlâk anlayışının gerekliliğini belirtmekte ve bunun için Muvakkat Ahlâk(Geçici Ahlâk ya da Ön-Ahlâk; ‘Morale Par Provision’ )kabul ettiğini belirtmektedir. Muvakkat Ahlâkın Dört İlkesi ise şunlardır:

“Birincisi, Tanrı’nın çocukluğumdan beri içinde yetişmeme lütuf ve inayet buyurduğu dine sağlamca bağlı kalarak, memleketimin kanun ve âdetlerine itaat etmek, başka her şeyde de kendimi, birlikte yaşayacağım kimselerin en akıllıları tarafından umumiyetle amel olunan, en ölçülü ve aşırılıktan en uzak kanaatlere göre idare etmekti./…”

“…/İkinci düsturum, elimden geldiği kadar işlerimden geldiği kadar işlerimde karar ve sebat sahibi olmak ve en şüpheli kanaatleri bile, bir defa kabule karar verdikten sonra, pek emin ve şaşmaz kanaatlermiş gibi daima sebatla takip etmekti.”

“…/Üçüncü düsturum, her zaman talihden ziyade kendimi yenmeye ve dünyanın düzeninden çok kendi arzularımı değiştirmeye ve umumiyetle düşüncelerimizden başka hiçbir şeyin tamamiyle elimizde olmadığına, dolayısıyla dışımızda olan şeyler hakkında elimizden geleni yaptıktan sonra, gücümüzün yetmediği bütün şeylerin bizim için, mutlak olarak imkânsız olduğuna inanmaya çalışmaktı.”

“…/En sonra, bu ahlâka sonuç olarak, insanların bu hayatta yaptıkları türlü işleri, içlerinden en iyisini seçebilmek için, bir gözden geçirmek istedim; başkalarının meşguliyeti hakkında bir şey söylemek istemem; fakat kendime gelince, yaptığım işte, yani bu tür hayatımı aklımı ,işletmekte ve kabul ettiğim metodu güderek gücümün yettiği kadar hakikatin bilgisinde ilerlemekte kullanmaya devam etmekten daha iyi bir şey yapamayacağıma inandım.”[v]

İmdi bu “yolların ve yoldan çıkışların bir sonu var mıdır?” diye akla gelecek olursa, Hüseyin Nihal ATSIZ’ın “Yolların Sonu” şiirinden bir dörtlük ile yazıyı sonlandırma fırsatı elde etmiş oluruz:

“İster düşün… Kendini ister hayale kaptır

Uzar uzar, çünkü hiç sonu yoktur yolların

Bakarsın aldanmışsın gördüğün bir seraptır

Sevimli bir hayale açılırken kolların.”[vi]

 

[i] CÜNDİOĞLU, Dücane; “Aramak Yola Çıkmaktır, Yola Çıkmak Yoldan Çıkmaktır”, Yeni Şafak Gazetesi, 2 Ağustos 2003

[ii] DURALI, Ş. Teoman; “Felsefe-Bilim Nedir?”; Dergah Yayınları; 2. Baskı, Mart 2009;  s.42)

[iii] HİKMET, Nazım; “Bütün Şiirleri”; YKY Yayınları; 4. Baskı, Nisan 2008; s.933)

[iv] Neden Descartes’ın tercih edildiği hususunda teferruatlı bilgi için Fikir Adası’nda daha önce yayınlanan “Descartes’ı Düşünürken” yazımıza bakılabilir.

[v] HOCAOĞLU, Durmuş; “Descartes Felsefesi’nde Bir Problem Alanı Olarak Ahlâk”; Doğu-Batı Dergisi; Sayı 4, Ağustos  1998, s.92-93 (Descartes’ın Muvakkat Ahlâk Kaideleri kısmı HOCAOĞLU tarafından, “DESCARTES, Rene; Metod Üzerine Konuşma, M. Karasan çevirisi, Bölüm: III., s.25-29” kaynak gösterilerek verilmiştir.)

[vi] ATSIZ, Hüseyin Nihal; “Yolların Sonu”; Ötüken Yayınları; 15. Baskı, Mart 2015; s.12

 

 

I.

Bir bisiklet

2 tekerli

Eskilerin velosipet dedikleri türden

Babam önde

Ben arkasındayım

Kıreliden Göçeriye gidiyoruz

Annemin yanına.

Anneannem de var orda

Dedem de.

Ben babamı çok seviyorum

Annemi de.

 

II.

Bir bisiklet

3 tekerli

Sarı mavi renkli

Alman malı.

Büyükleri bindiriyorum diye

Duvara fırlattı babam onu.

Bisiklet babama küstü

Ben küsmedim.

 

III.

Bir bisiklet

Kırmızı, 18 vitesli

Gazeteden kuponla aldı babam

Sürmeyi beceremedi

Sattı.

 

IV.

Bir bisiklet

Orta boy bemeks

İlk karne hediyesi

Babam öğretmeye çalıştı önce

Öğrenemedim.

Sonra çok uzağa gitti

Tek başıma öğrendim.

Sürdüm sürdüm sürdüm

Babama yetişemedim

Bir gün bozuldu bisikletim

Babam geldi

Tamir etti.

Yağlı elleri tertemizdi.

 

V.

Bir bisiklet

Mavi, 21 vitesli.

Ne gezmelerim oldu onunla

Ne hayallerim

Ve sevdiklerim.

 

VI.

Bir bisiklet

Son bisiklet

Yol kenarında

Direğe dayalı

Yanında bir adam

İki büklüm

Son nefeslerini alıp veriyor.

Çok sevmek kalbine ağır gelmiş

Gülüyor, gülüyor, gülüyor.

Online dergiler Online dergiler