Author

Kültür-Sanat Editörü

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

New York'tan Bitlis'e, Hepimiz Kardeşiz...

 

Kimi filmler ya da yönetmenler hakkında eleştiri yazmak, bile bile ateş hattına girmek demektir. Film hakkında yaptığınız yorumlar, daha en başında filmi aşar; tartışma taraf tutmaktan hor görüye uzanan bir skalada savrulur durur. Bu mayınlı bölge, son birkaç yıldır iki kişinin yaptığı filmler için söz konusu: Cem Yılmaz ve Mahsun Kırmızıgül. Başka alanlardan sinemaya geçiş yapmış olan bu iki popüler şahsiyetin işlerini küçümsemek her nedense adetten gelmekte, beğenmeme konusunda bir ön kabul mevcut. Hele mevzu bahis “türkücü” kimliğinin gölgesinden kurtulamayan Mahsun Kırmızıgül olunca işler daha bir zor.

Bu polemik sonuçta sinema yazarlarını da karşı karşıya getirmiş durumda. Kırmızıgül’ün yaptığı filmler bayağı bir demogoji ve buram buram popülizm koktuğu gerekçesiyle alaşağı edilirken, diğer yönden “şimdiye kadar neredeydi” tarzı bir dışlamanın damgasını yemekte, yiyor ve yiyecek. Basına gönül koyan Kırmızıgül’ün son anda filmin gösterimini iptal etmesinin, en iyisinden bir görmezden gelme ile sonuçlanacağını tahmin etmek ise hiç de zor değil.

Oysa tüm bu eleştirilerde gözden kaçırılan nokta Kırmızıgül’ün filmlerinin taşıdığı nitelikten çok, kıyaslamanın diğer ucundaki örnekler olmakta. İlk film senaryosuna Kemalettin Tuğcu edebiyatı yaptığı gerekçesi ile çarpı konulan Kırmızıgül’ün, ikinci teşebbüsü Güneşi Gördüm ile birden Yılmaz Güney ile kıyaslanmaya başlanması gerçekten de tuhaf değil mi? Bu ülke topraklarında politik sinema denilince akla ilk gelecek ismin ardından Mahsun Kırmızıgül’ün adını zikretmek, en az onun filmlerindeki zafiyetler kadar eleştiri adına bir gedik açmıyor mu? Şayet bunu yapacaksak, Jean-Luc Godard ile Ridley Scott’ı, Costa Gavras ile Rolan Emmerich’i de karşı karşıya getirmek için bir bahanemiz olur. Ancak biliriz ki, bu tarz bir yaklaşım bel altından vurmaktır. Saydığımız tüm isimler ideolojik filmler yapar, ama içlerinden yalnızca ikisi politik sinema denilen estetiğin babalarından sayılır. Kırmızıgül’ü Yılmaz Güney ile çarpıştırmak ise mağdur olacağı en başından belli olan tarafı harcamak, daha da ötesi, kıyas götürmeyecek iki farklı üslubu eşitleme gafletine düşmektir. Elmayla armutu aynı sepete koymak, eleştirel bir miyopluğa düşürecektir bizi...

Bu açıklamayı yapmak elzem, öyle ki Kırmızıgül sinemasına dair yapılacak herhangi bir olumlu ya da olumsuz söz, her an sizi bir taraf olmaya itebilir. Oysa kelamımız sinema, bu nedenle de New York’ta Beş Minare’yi “kebap kokulu bir arabeskçinin” (!) filmi gibi değil de, film yapmaya, dahası sinema sektörü adına girişimlerde bulunmaya çalışan bir heveskarın yeni denemesi olarak değerlendirmek, nahif, ancak eleştiri ahlakına daha uygun davranmak olacak. Işık etrafında dönen pervane misali, Türkiye gündemindeki en hassas meseleleri filmlerine taşıyan Kırmızıgül, bam teline dokunmayı da iyi bildiğinden kesinlikle popülist bir damara sahip. Ancak onun bu tavrı, güncel politikaya dair her daim yorum getirmiş –hatta kimilerine göre Obama’yı bile seçtirtmiş- Hollywood’unkinden farklı değil. Sinema sektörü denilen olay, çoğunlukla bir para basma makinesi olarak hayal edilir, ancak bu sektör tam da bu tür hamleler ve manevralar sayesinde kurulur. Sevelim ya da sevmeyelim; Yeşilçam’la Hollywood’u ayıran budur: Bu ayrım, bir bakkal dükkanı ile profesyonel olarak örgütlenmiş bir holding arasındaki farkta kristalize olur.

Bu anlamda Kırmızıgül’ün son filmi New York’ta Beş Minare, gerçek anlamda sektörel, sinema endüstrisinin bu ülkede gelişimi adına üslupsal bir girişim. Kırmızıgül gerçekten de Holllywod tadında ve aynı onun kabalığında bir filme imza atmayı başarmış gözükmekte. İki saat boyunca sıkılmadan izlenen, içinde güncel politikaya dair yorumlar-anıştırmalar bulunan, aksiyonla ve heyecanlı kurguyla süslenmiş bir seyirlik. Hollywood’un formüllerini iyi anlamış olan Kırmızıgül, aynı kodları kabaca ikame etmekten kaçınmamış: Aynı gizli milliyetçilik, aynı orta yolculuk, benzer bir hedef kitleyi mutlu etme derdi. Sürekli bir uzlaşı mesajı...New York’ta Beş Minare için “Hollywood standartlarında ilk Türk filmi” deniliyorsa, inanın bu sürçü lisanın ötesinde, gerçek bir noktaya temas etmekte.

Ancak bir filmin Hollywood standartlarında olması, onu iyi yapmaya yetmiyor. Mahsun Kırmızıgül bu sefer en derli toplu filmi ile izleyicisini selamlıyor, ama ne yazık ki senaryo konusundaki zafiyetlerini hala inatçı bir şekilde sürdürüyor. Bu kez filmin ritmi üzerinde daha iyi çalıştığı görülen Kırmızıgül, maalesef aynı başarıyı senaryoda gösteremiyor. Kırmızıgül şayet senaryo yazmakta ısrarlı ise, o zaman acilen “işlevselleştirme” problemini çözmesi gerekiyor. Artık klişeleşmiş olan o ünlü deyişi (bir romanda silah varsa mutlaka patlamalı) hatırlamadığı belli oluyor. Tüm meselelere teker teker dokunma hastalığından bir türlü kurtulamayan Kırmızıgül, bu sefer icraatını islami terör örgütlerine taşıyor. Ancak en başta izlediğimiz ve gerçekten de etkileyici olduğunu kabul edeceğimiz sekanslarla, Amerika sekansları arasında herhangi bir geçişlilik ya da organik bir bağ söz konusu değil. Bu nedenle filmin içinde birbirini takip eden sahneler birbirine anlam aktarmıyor ya da bayrağı devretmiyor, tüm anlatı birbirine tutuşturulmuş çekimler bütünü olarak çıkıyor. Hele filmde yapılan “sürpriz son” hareketi, bu eklektizmi daha da belirginleştiriyor. Kırmızıgül sinemayı bir anlam yaratma aracından çok, düşüncelerini paylaştığı bir kompozisyon gibi algılıyor.

Sürpriz sondan laf açılmışken, film aslında en büyük twistini, “cemaatle laikler” arasındaki çatışmayı görmek isteyenlere yapıyor. New York’ta Beş Minare, ne “cemaati” deşifre etmeye yönelik bir girişim ne de herhangi bir kutupta yer almaya meyleden bir söyleme sahip. Fragmanda yer alan “laiklik” vurgusunun filmde yer almaması, bir çok izleyiciyi şaşırtacak. Aslında Kırmızıgül boyunu aşacak büyük meselelere dokunmaktansa daha kişisel bir hikaye anlatmaya yöneliyor.

ABD sekansının zayıf halka olduğu filmde, kimi yerlerin gülünç durduğunu da belirtmek gerek. FBI ajanlarına posta koyan, Türk polisinin gücünü göstererek ABD’yi fetheden bu sahnelerde Irak’ta ölen müslümanların onurlarını da kurtaran cabbar ajanlarımız  Amerika’ya insanlık dersi veriliyor. Üstün körü çizilmiş FBI ajanlarının yanı sıra “her siyah hiphop dinler” klişesini de yerine getiren film,  her düştüğünde  Mevlana’ya sığınıyor. Bununla birlikte en tökezleyen sahnelerde bile filmi oyuncuların kurtardığını söylemek gerek. Haluk Bilginer’in Hacı performansının yanı sıra onun sağ kolu rolündeki Danny Glover ve Hacı’nın eşini canlandıran Gina Gershon’un da nasıl iyi oyuncular olduklarını bir kez daha görüyoruz. Filmde Mustafa Sandal ve Mahsun Kırmızıgül dahil, hiçbir oyunculuk sırıtmıyor.

New York’ta Beş Minare’ye politik bir söz ya da yaşadığımız keskin sürece dair akliyene yorumlar duymak için gidiyorsanız, hiç zahmet etmeyin deriz. Bunun için Takva’yı izleyin. Ama Türk üsulu bir Body of Lies görmek isterseniz, New York’ta Beş Minare’nin bunu yerine getirebilme şansı var.

 

Machiavelli denilince hilekar, hain, barbar bir felsefe akla gelir. Ulaşılacak amaç uğrunda kullanılacak tüm yöntemleri mübah sayan bir tutumu anımsatır. Machiavelli’ye tüm bu kötü şöhreti kazandıran ise 1513 yılında yazılmış olan ancak 1532′ye kadar basılamayan “Hükümdar” adlı eseri olmuştur. Kitapta verasete dayanan monarşiler kısaca anlatılmıştır. Çünkü bir hükümdar normal bir zeka ve basirete sahip olacağından hükümeti kontrol edebilecektir. Öbür yandan, yeni bir monarşinin karşılaşacağı problemler çok daha karmaşıktır. Eğer yeni fethedilen topraklar kendine ilhak edildikleri devlet ile aynı dilden ve aynı milliyetten ise bunların kontrolü nispeten kolaydır.

Eyaletlerin idare edilmesi konusunu incelerken, Machiavelli kendi kanunları altında ve hürriyet içinde yaşamaya alışmış bir devletin kontrol altında tutulabilmesi için üç metot ileri sürmektedir. Birincisi, o devleti tamamen ortadan kaldırmaktır. İkincisi, şahsen oraya gidip orada oturmaktır. Üçüncüsü ise onu kendi kanunları ile yaşamaya bırakmaktır. Yeni prenslikler bahsinin tartışılmasında Machiavelli şu uyarıyı yapıyor: “Unutulmamalıdır ki kalabalıklar karakter bakımından güvenilmez olurlar, onları bir şeye inandırmak kolay olmakla birlikte aynı inançta tutmak zordur. Kuvvetle bir yeri ele geçirmek isteyen bir kimse oraya vermek istediği zararı bir darbede açabilmek için acele etmeli, böylece her gün yeni bir hoşnutsuzluk yaratmak zorunda kalmamalı, halka artık bunların sona erdiği intibaını vermeli ki sonra faydalı işler yaparak onların gönlünü kazansın.”

Doğrudan doğruya kilisenin idaresi altında bulunan kilise devletlerinden bahsederken de Machiavelli en acı ve iğneleyici ifadeleri kullanmaktadır. Özellikle onaltıncı yüzyıl başındaki Katolik kilisesine, İtalya’yı yabancılara karşı birleştirmediği için acı hücumlarda bulunmaktadır. Kilise ile devletin tamamen ayrılmasından yanadır.

Kuvvetli bir devletin iyi bir orduya ihtiyacı olacağı için, Machiavelli askeri işlerin son derece önemli bulunduğunu söylemekte ve bu konuya büyük yer ayırmaktadır. Onun zamanındaki İtalyan devletlerinin pek çoğu kendilerini savunmak için çoğu yabancı olan paralı askerler kullanırlardı. Machiavelli böyle askerlerden oluşmuş birliklerin faydasız ve tehlikeli olduğunu iddia etmekte, vatandaşlardan kurulu bir milli ordunun çok daha etkili ve güvenilir olacağını belirtmektedir.

Machiavelli hükümdarların davranışlarını incelemek için birçok bölümler ayırmıştır. O’na göre milletin hayatı onun silahlı gücüne bağlı kaldığına göre, bir hükümdar askeri meseleleri kendisinin başlıca inceleme ve meşguliyet konusu olarak görmelidir. Mevkiini korumak isteyen bir hükümdarın iyi olmaktan daha başka şeyleri de öğrenmesi ve şartların gereğine göre iyiliğini kullanıp kullanamayacağını bilmesi lazımdır. Bir hükümdarın iyi sayılan tüm niteliklere sahip olmasının takdire değer bir şey olduğunu herkes kabul edecektir; ama onun bütün iyiliklere sahip bulunması veya onları devamlı bir şekilde uygulaması imkansız olduğuna göre kendisini iktidardan mahrum edecek kötülüklerden nasıl kaçınacağını bilecek kadar ihtiyatlı olması gerekir.

Zalimlik bir hükümdarın tebaasını birlik halinde ve itaatkar tutabilmek için kullanacağı silahlardan biridir. Çünkü hükümdarların şiddeti sadece fertlere zarar verdiği halde onların gereksiz yumuşaklığı bütün devlete zarar verecektir.

Machiavelli bir pasajında şöyle demektedir: “Burada şu ortaya çıkıyor: Sevilmek mi korkulmaktan daha iyidir, yoksa korkulmak mı sevilmekten? Belki de bu soruya, ikisini de isteriz diyerek cevap verebiliriz. Ama sevgi korku bir arada pek güç bulunacağına göre, aralarından birini seçmemiz gerekirse, korkulmak sevilmekten daha emniyetlidir. Zira genellikle görülmüştür ki insanlar nimete şükretmesini bilmeyen, güvenilmez, tehlikeden kaçmaya çalışan, kazanç hırsı ile tutuşan, kendisine menfaat sağladığınız müddetçe size bağlı, tehlike uzakta oldukça kanını dökmeye, çocuklarını bile feda etmeye hazırdırlar; ama onlara gerçekten ihtiyaç duyduğumuz zaman sırtlarını dönerler.”

Hükümdar’ın hiç bir bölümü “Hükümdarlar sözüne sadık olmak için ne yapmalıdır?” başlıklı bölümü kadar eleştirilmemiştir. Yazar burada dürüstlüğün övgüye değer olduğunu kabul etmekte ancak siyasi iktidarın muhafazası için hilekarlık, iki yüzlülük ve yalan yere yemin etmeyi de zorunlu saymaktadır. Machiavelli, bir hükümdar için nefret edilmekten ve horlanmaktan kaçınmanın esas olduğunu söylemektedir. Bir hükumdarın güvenilmez, laubali, efemine, korkak, karasız olduğu görülürse onu kimse ciddiye almaz. Eğer halk bir hükümdardan nefret ederse onu şatonun kalın duvarı bile kurtaramaz. Bir hükümdar kendisini kabiliyet ve liyakat sahiplerini koruyan biri olarak göstermeli, her ilim ve sanatta yükselmiş kişilere ihsanda bulunmalıdır.

Kitap, “İtalya’nın Hürriyete Kavuşturulması İçin Bir Öğüt” bölümüyle biter. Artık yeni bir hükümdarın, “Bir İtalyan Kahramanı”nın ortaya çıkma zamanı gelmiştir; çünkü İtalya şimdiki ümitsiz halinde bir Yahudiden daha çok esir, bir İranlı’dan daha çok ezilmiş, bir Atinalı’dan daha çok bölük-pörçük olmuştur; lideri yoktur, nizamı yoktur, yenilmiş harcanmış parça parça edilmiş, bitirilmiş, her yönden tükenip yıkılmaya terk edilmiştir. Kendisini barbarca zulümlerden ve ezilmekten kurtaracak birini göndermesi için Tanrıya nasıl yalvardığını görüyoruz. Eğer bir lider bulunsaydı, o ne derse desin takip etmeye nasıl hazır ve istekli olduğunu da görüyoruz.”…

Machiavelli, bu cazip hitabesini şu sözlerle bitiriyor: “İtalya’nın beklediği bu fırsat kaçırılmamalı. Ona bu fırsatı verecek adamı (yeni hükümdar) düşman işgalinden ızdırap çeken bütün eyaletlerin nasıl bir aşkla, nasıl bir intikam susamışlığıyla, ne kadar sadakatle, nasıl bir bağlılıkla, ne göz yaşlarıyla karşılayıp kabul edeceği benim şu kelimelerim hiç bir zaman ifade edemez. Ona hangi kapılar kapanacak? Kimler ona boyun eğmeyi reddecek? Onun yoluna hangi kıskançlık çıkacak? Hangi İtalyan önünde saygı ile eğilmeyecek? Bu zalim diktatörlük herkesin burnunun direğini sızlatmaktadır.”Sonuç olarak Machiavelli’ye göre Devletin menfaatleri uğruna herşey mübahtır ve devlet hayatı ile özel hayatın ahlak ölçütleri birbirinden farklıdır.

Bu doktrine göre bir devlet adamının özel müzakerelerde tamamen ayıp, hatta suç sayılacak hile ve şiddet yollarına başvurması normaldir. Hükümdar bu ana fikirle beraber hükümdarlara, iktidarı nasıl kazanacaklarını ve nasıl ellerinde tutacaklarını öğreten bir rehber, bir el kitabıdır.

Oyun Gibi Bir Film: PERS PRENSİ

Bilgisayar oyunlarıyla yetişen kuşakların pek de yabancısı olmadığı bir oyundur Pers Prensi. Hatta bir anlamda Tomb Raider'ın erkek versiyonu bile denilebilinir oyunun kahramanı Prens Dastan için.

1989 yılında ilk Pers Prensi oyunu satışa çıktığı zaman oyunu bilenler çok değildi. Ne var ki ilgiyle karşılanan ve yıllar içinde farklı maceraları da yapılan oyun giderek kendi alanında bir mite dönüştü. Pers Prensi ne zaman filme çekilir diye beklenirken, filmin afişi Bir Alışverişkoliğin İtirafları filmindeki bir sahnede arka planda dikkatli gözlerden kaçmadı.

Film Pers İmparatorluğu'nun en güçlü dönemlerinden birini yaşadığı 6. yüzyılda Kral Şaraman'ın pazar yerinde gezerken, küçük bir çocuğun cesaretine ve becerilerine tanık olmasıyla başlıyor. Dastan adındaki bu çocuğu evlat edinen kral onu diğer iki oğlundan ayırmıyor. Ancak asil bir kandan gelmeyen bu oğlun, tahtın varisi olamayacağından yalnızca iyi bir yardımcı olacağı düşünülüyor.

Yıllar içinde Prens Dastan büyüyor ve Pers ordusunun en cesur komutanlarından biri haline geliyor. Kralın katılmadığı bir sefer sırasında kutsal Alamut Kalesi'nin sınırlarına dayanan ordu kralın kardeşi Nizam'ın gösterdiği kanıtlar üzerine yasak olmasına karşın kaleye saldırma kararı veriyor. Bu kararı almak üç prensin en büyüğü olan Prens Tus'a kalıyor ve Tus Dastan'ın karşı çıkmasına karşın saldırı emrini veriyor.

Dastan kaleye yapılacak çıkarma sırasında iki tarafında az zarar görmesi için ayrı bir yol deneyerek başarılı oluyor. Alamut'un güzelliği diller destan prensesi Tamina (Gemma Arterton) ise kalesindeki korunması gereken kutsal emaneti düşünmekte. Kaderin bir cilvesi; kutsal emanet Dastan'ın eline geçiyor. Artık dünyanın kaderi Dastan’ın ellerinde...

Pers Prensi: Zamanın Kumları, alışık olduğumuz Pers Prensi oyununun iyi bir sinema versiyonu. Yani Dastan yine yükseklerden atlıyor, düşmanlarla dövüşüyor, kılıçlarını kullanıyor, giderek zorlaşan görevleri yerine getiriyor.

Jake Gyllenhaal Dastan rolüyle yeni bir aksiyon yıldızı olabileceğinin haberini veriyor. Zaten Gyllenhaal kardeşlerin hem bağımsız filmlerde, hem de yüksek bütçeli filmlerde nasıl başarılı oldukları bilinen bir gerçek. Titanların Savaşı filminde güzelliği ile dikkat çeken Gemma Arterton ise yine güzelliğini konuşturuyor. İlerleyen zamanda Arterton'a dikkat etmek lazım, zira son dönemin iki yüksek bütçeli filminde kahramanların kalbini çalan isim oldu.

Yardımcı roldeki Ben Kingsley ise, oyunculuk namına fazla bir şey vermiyor. Filmde adı geçmesine karşın usta aktör kendisini karakterin içine girmek için zorlamamış. Öte yandan Şeyh Amar rolündeki Alfred Molina yine muhteşem. Kısa ama hoş bir rolle kendisinin hayranlarını düş kırıklığına uğratmıyor.

Filmin seyrinin hoş gelmesi, aksiyon düzeyinin yeterli ölçüde olmasında ise, hiç şüphesiz yönetmen Mike Newell ile yapımcı Jerry Bruckheimer'in büyük payı var.

Pers Prensi'nde her şeyin mükemmel olduğunu söylemek mümkün mü peki? Tabii ki hayır. Kimi tarihi hataların dışında filmin bir noktasından sonra kendinizi klasik bir Disney macerası izliyor durumunda buluyorsunuz. Özellikle son bölümler Büyük Hazine 2: Sırlar Kitabı'nın farklı bir versiyonu gibi geliyor.

Bir de Hollywood senaristleri kendilerine son dönemde çekici gelmeye başlayan Haşhaşiler hakkında biraz daha bilgi sahibi olurlarsa, çok iyi olacak. İngilizce suikast kelimesi olan "assasin"in kökeni olarak gördükleri Haşhaşiler (İngilizcesi Hassasin) giderek gerçeklikten uzak bir suikast şebekesine dönüştürülüyor.

Pers Prensi'nin hayranıysanız, macera filmlerini seviyorsanız ya da keyifli bir zaman geçirmek istiyorsanız, Pers Prensi'ni izlerken kesinlikle sıkılmazsınız.

HİÇLİĞE YÜKSELİŞ: SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

Türk Edebiyatı’na yaşamı boyunca büyük katkılar yapmış olan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ustalığının kanıtlarından yalnızca biridir “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”. Öyle ki, onun eserlerine hayranlık duymak için yalnızca bu kitabı okumak yeterli demek yersiz olmaz…

Hayri İrdal’ın ‘hiçlikten’ ‘hiçliğe yükselişinin’ romanını yazıyor Tanpınar. Hayri İrdal, yaşamı boyunca pek el üstünde tutulmamış, hattâ çoğu kişi tarafından “bu adam ne işe yarar ki” diyerek karşılanmış biri. Sadece birilerinin onu böyle tanımlayışı da değil gerçeği yansıtan, onun da kendisini böyle tanımlayışı! Birinin kendisini böyle tanımlaması için bile oldukça yetkin olması gerektiğini düşünüyor olabilirsiniz, belki öyledir, ama Hayri İrdal için değil.

Hayri İrdal’ın anılarını yazmaya başladığı dönemden itibaren ele alınan roman, gerilere giderek onun yaşamını irdeliyor. Çocukluğunu, çocukluğu boyunca etrafında olan kişileri, gençliğini, gençliği boyunca etrafında olan kişileri ve her iki dönem boyunca yaşadığı ilginç olayları dinleyerek yola çıkıyorsunuz. Kendini bir ‘ülkü’ye adamak için sürekli uğraşan Hayri İrdal, bir ülküye adanmaya başlayan yaşamının bir anda nasıl allak-bullak olduğuna her tanık oluşunda boşluğa düşüveriyor. Sonra da yine, “ben ne olacağım” ve “ben ne işe yararım” sorularını soruyor kendine.

Açıkça söylemek gerekirse romanda öyle çok olay anlatılıyor ki, bunları hakkını vererek anlatabilmek gerçekten büyük bir başarı. Anlatım ne kadar olayların biçimine uydurulmuş olsa da düşüncelerin sınırını her an zorluyor olaylar. Bu noktada Tanpınar’ın Türkçe’yi kullanıma saygı duymak gerekir. Kitapta Arapça ve Farsça sözcük sayısı hayli fazla. Sözcüklerin bu denli Türkçe içine karışması, anlamını yitirmemesi ve yerli yerinde kullanılmış olması ayrı bir başarı olarak değerlendirilebilir. Ayrıca dönemin koşulları göz önüne alınırsa, bunun doğallığı da yansır düşüncelere. Ama bu durumun kitabı eline alan okuyucu tarafından zorlanmayı getireceği de kesin. Yani kimi zaman sözcüklerin anlamı, cümlenin gelişinden rahatlıkla çıkarılabilse de, kimi zaman belirsiz kalıyor. Ayrıca, Tanpınar’ın anlatımda bunca ‘ve’ bağlacı kullanması da dikkat çekici. Tanpınar’ın bir cümleyi üç-dört ve hattâ beş kez aynı bağlaç ile birbirine bağlaması anlatımda kopukluklara yol açıyor, bu durum günümüzdeki çoğu yazar için de hâlâ geçerli. Bu bir dil yanlışı mıdır derseniz açıkçası tam olarak öyle olmasa gerek. Şunu da belirtmeliyim ki, Tanpınar “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” kitabını Latin harfleri ile yazmamış; Yapı Kredi Yayınları tarafından kitabın arkasına iliştirilmiş olan el yazması kâğıtlarında Osmanlıca yazılar var…

Hayri İrdal’ın elinden geldiğince bir ülkü sahibi olmak için çabaladığı ve bocaladığı onca dönemden sonra Halit Ayarcı ile tanışması onun yaşamını değiştiriyor. Halit Ayarcı’nın başkanlığında Hayri İrdal’ın yardımıyla kurulan ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ önceleri tam olarak ne işe yaradığı konusunda kimsenin fikir yürütemediği bir kurum olarak duruyor karşımızda. Kiralanan bir büro ve hiçbir iş yapmadan para alan -hem de aylarca- insanlar Halit Ayarcı’nın “işe başlıyoruz” demesini bekliyor. Oysa kimsenin haberi yok yapacakları işin tam olarak ne olduğundan. İşte böyle bir anda Tanpınar olay örgüsünü Hayri İrdal’ın yaşamından alıp da ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ne adıyor. Hâl böyle olunca, yani Tanpınar yüzlerce sayfa anlatıdan sonra Saatleri Ayarlama Enstitüsü kavramını ortaya çıkarınca bana da onun bu anlatış biçimine saygı duyarak enstitüden bahsetmemek düşüyor. Saatleri Ayarlama Enstitüsü… ne işe yarayabilir! Ne yapabilirler! Nerelere uzanabilirler!

Tanpınar’ın sihirli cümleleri ve anlatımıyla Türk romanında olay, durum örgüsünün başarılı bir örneği bu kitap. Büyükçe bir olayı yaratıp bu kadar iyi anlatabilmesi onun yazınsan alandaki başarısını kanıtlıyor.

“Saatleri Ayarlama Enstitüsü” hem gerçek, hem doğaüstü; hem her satırında güldüren hem de biraz hüzünlendiren ve tüm bu kavramlardan daha onlarcasını karşılıklarıyla birlikte barındıran dolu dolu bir roman.

BOKSTAN BİR FİLMTHE FİGHTER

Küçük kardeş olmak zordur; sessiz sedasız, hiç farkına bile varmadan olgunlaşan, yetiştirilmeden yetişmeyi bilen çocuklardır onlar. Sorun çıkarmamak adına suskunluğunu koruyan, çıban başı olmamak için kendi olmaktan vazgeçmeyi göze alan, cesurlukları kendilerine özgü küçük suç ortakları...Hele ki bir de hırçın, asi, delibaş bir ağabey –ya da abla- varsa ortamda, onlar diğer kutbu doldurup dengeyi sağlamak adına iki kat çaba harcarlar. Dokunulmamışlığın verdiği bir saflık ya da bakirlik değil, yaşamadan öğrenmenin ağırbaşlı ve durgun masumiyetidir onları özel kılan...

Bu açıdan sinema tarihinin belki de en yürek parçalayan hikayesidir Rocco ve Kardeşleri. Luchino Visconti’nin 1960 yapımı bu başyapıtında, içten içe Rocco’ya kızsak ve bir şamar patlatıp kendine gelmesini istesek de, bu tam da büyük kardeşlere özgü bir tepki değil midir?. O usulca ailesini bir arada tutmaya çalışan bir küçük kardeştir, bunun için ödenen bedellere boyun eğmesi her ne kadar sinir bozucu bir çilecilik taşısa da....Tatlı bir kalbin gaddarlaşması ne denli hüzünlüyse, bunu yapan asıl kişinin kendi annesi olması da o kadar kötüdür. Bazen gerçekleri saklamak acımasızlıktır. Bu perspektiften yaklaşıldığında vizyona yeni giren The Fighter, ne salt bir dövüş filmi ne de nostaljik bir mahalle öyküsü. O tam da 2000’lerde Rocco ve Kardeşleri’nin izinden giden, bokstan hayatını kazanan göçmen bir ailenin ve özelde de iki erkek kardeşin hikayesi...Ancak süreç bu kez biraz daha farklı, aslına bakılırsa olması gerektiği gibi. Ağabeyinin gediklerine yama yaptıkça ona bilmeden kötülük eden Rocco’nun aksine, Micky’nin seçimi çok daha ahlaki.

Gerçek bir hikayeden esinlenen film, en başta ailenin hınzır, yaramaz ve ele avuca sığmaz oğlu gibi 

gözüken Dickie ile her zaman sakinliğini koruyan Mickey’nin birbirinden tezat, bir o kadar da keskin; ama nihayetinde birbirleri ile uzlaşan öykülerini anlatıyor. Film parlak kariyeri artık geçmişte kalsa da, onun hayaleti ile yaşamayı tercih eden eski boksçu Dick Eklund ve onun hakkında yapılan bir HBO belgeselinin çekimleri ile başlıyor. Kalabalık bir göçmen ailenin hala mahalle kültürünü koruyan banliyö hayatlarını izle

yeceğimizi sanırken, film ani bir çalım yaparak şaşırtıyor ve o ana kadar izlenesi dediğimiz bu anlatı, son zamanlardaki en çarpıcı hikayelerden birine dönüşüyor. Başta Dickie’nin hikayesi olarak başlayan film, olayörgüsü ilerledikçe ardındaki gerçek kahramana evriliyor ve Dickie’nin ardında bulutumsu bir silüet gibi duran küçük kardeş Micky’nin öyküsü parlıyor. İki kardeş arasındaki ilişki, aslında az ya da çok kardeşi olan herkese tanıdık hisler uyandıracak izler taşıyor: Sorunlu ağabeyinin izinden bir gölge gibi gittikçe kendini bulamayan küçük kardeşe karşılık, kardeşini çok sevmekten dolayı körleşen ve her şeyi onun için ama ona rağmen yapan bir ağabey... Zaman zaman unutulsa, arkada bırakılsa, görmezden gelinse ve hatta gözden çıkarılsa da, her zaman büyük bir bağlılıkla sevilen kardeşlerin ve ağabeylerin ortak kaderi...Bütün bunlardan dolayı The Fighter’ı salt

 bir boks ya da spor filmi olarak değerlendirmek mümkün değil.

Son zamanlarda vizyona giren en etkileyici dramalardan biri olan film, unutulmaz oyuncu performansları ile de konuşulmaya değer. Özellikle Christian Bale’in yitik kuşak temsilcisi Dickie Eklund’daki oyunculuğu, aktörün kendi kariyerinde uzun süredir gösteremediği gerçek bir çıkış olarak durmakta. Onu izledikten sonra Bale’e ister istemez “evine hoş geldin” diyoruz. Ancak filmi Bale ile sınırlamak doğru olmaz. Mark Wahlberg’in o kırılgan, gölgemsi küçük kardeş performansı olmasa, Bale’in bu denli parlaması düşünülemez. Öte taraftan Amy Adams ve elbette ki Melissa Leo’nun o çıldırtan rekabetleri filme ilginç bir ivme kazandırıyor.

The Wrestler’ın çıplak ve bu nedenle alt üst edici gerçekliğine karşı, hüznü ve biraz daha öznel bir sıcaklığı barındıran The Fighter, bir süredir karşılaşamadığımız o sinemasal doygunluğa ulaştıran ve ileride değeri daha çok anlaşılacak bir film. Bir bakıma onun da akibeti, anlattığı küçük kardeş gibi. Kendinden daha büyük ve gürültücü “ağabeyleri” nedeniyle hemen fark edilmese de, kendinden emin duruşu ile keşfedenleri çok memnun edecek mütevazı bir yapım The Fighter...

51 SORUDA KEMALİZMYANLIŞ CUMHURİYET

Kurucu elitin 85 yıllık iktidarının tehlikeye girdiği, yerleşik iktidar ilişkilerinin çözünmeye başladığı bilgisi, bugün neredeyse herkesin malumu haline geldi. Şimdiye kadar rejimin çeperinde mütereddit bir muhalefet yürüten, yer yer hükümet etme yetkisi de kazanan geniş kitleler, artık iktidarın tümüne, bütün unsurlarıyla talip oldu. Bundan kaynaklanan elenseleşmeler, güç gösterileri ve rakibine gözdağı vermeler şimdilerdeki siyasi gündemimizi meşgul eden vakalar.


Özellikle 1960 askeri darbesi sonrasında kurumsallaşan ikili iktidar yapısının gölgesinde şimdiye kadar gemisini yürütebilen Türkiye, artık bunun mümkün olmadığı bir tarihsel evreye geldi. İktidar partisi ve ülkenin en büyük azınlığının meşru siyasal temsilcisi olan siyasi partiye açılan kapatma davalarının yanısıra, “Atatürk devrimlerinin toplumda bir travmaya yol açtığı” gibi açıklamalar gösteriyor ki, artık kılıçlar çekilmiştir. Aslına bakılırsa, ülkedeki kısır siyaset etme biçimlerinin ıslahı için bu türden bir hesaplaşma da gerekli. 

Cumhuriyet’in 85 yıllık tarihi üzerine eleştirel değerlendirilmelerin sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek denli kıttır. Bu netameli tarihsel sürece dönük soğukkanlı çıkarımlarda bulunmanın önü, kendini rejimin asli sahibi ve bekçisi ilan edenlerce neredeyse istikrarlı bir dirençle kesilmiş ve bu türden çabalar Cumhuriyet’in ve dolayısıyla Türkiye Devleti’nin manevi şahsiyetine yapılan “menfur saldırı”lar olarak addedilmiştir. Halen bile Cumhuriyet’in hilafına söz söylemek ciddi bir cesareti ve baskılara göğüs germe iradesini gerektiriyor. Öte yandan eleştirel tavırların hepsi, aralarında herhangi bir kategorik ayrım yapılmaksızın, kendini çağdaşlığa özgülemiş cumhuriyetperverler tarafından irticacılık olarak yaftalanıyor.

Bugüne kadar yazdığı turizm ve otel rehberleriyle ve Şirince’deki pansiyonlarıyla tanınan Sevan Nişanyan yayın alemi açısından Etimoloji Sözlüğü ve Karl Marx’ın abidevi eseri Grundrisse’nin çevirmeni olarak biliniyordu. Nişanyan, esas itibariyle 1994’te yazmış olduğu ve geçen yıl kendi imkanlarıyla yayınladığı Yanlış Cumhuriyet, Atatürk ve Kemalizm Üzerine 51 Soru başlıklı kitabında, Cumhuriyet tarihine yönelik hayli spektaküler sorular üzerinden alternatif bir yaklaşım geliştirmeye çalışıyor. Yazarın kendi imkanlarıyla yayınladığı dönemde daha çok kapalı devre bir kesim tarafından tartışılan kitap, bugün Kırmızı Yayınları tarafından önceki baskısına nazaran neredeyse hiçbir değişikliğe uğramadan basıldı. 

Kitapta temel olarak Cumhuriyet’in ezeli ve ebedi öteki haline getirdiği Osmanlı’nın aslında Cumhuriyet’i de aşan bir modernlik ve Batıcılık timsali olduğu iddiasında olan Nişanyan, bu iddialarını desteklerken yer yer zorlama bağlantılara girmekten de çekinmiyor. Bugüne kadar terazinin bir tarafına çokça basılmış olmasının hıncını, hışımla diğer tarafa basmakla gidermeye çalışan yazar bu uğurda, saltanat güzellemesine bile giriyor. Batı tipi bir rejimin ve kültürün tesisi sürecinde Cumhuriyet’in, bırakın ilerlemeyi, ciddi bir gerilemeye işaret ettiğini ve Osmanlı’nın Tanzimat’taki çizgisini dahi sürdürmekten aciz kaldığını da vurgulamaktan geri durmuyor.

Eldeki veriler ekseninde Cumhuriyet’in ekonomik “mucizeleri”; muazzam tam bağımsızlıkçı kalkınma stratejileri; kadınlara sağladığı, dönem Avrupa’sını da aşan, hak ve özgürlükler; demokrasi ile ekonomik gelişme arasında olduğu iddia edilen ilişki gibi artık enikonu standart Cumhuriyet güzellemeleri haline gelmiş ezberlerin ciddi bir yeniden değerlendirmesini de yapıyor Nişanyan.

Özellikle demokrasi ve ekonomik gelişme arasındaki ilişki ekseninde memleketin bu ekonomik düzeyde demokratik bir yönetime hazır olmadığı yargısının, dönemin benzer ekonomik düzeydeki ülkeleri Yunanistan, Bulgaristan vb. örnekler üzerinden çarpıcı bir eleştirisini yapıp, bu türden bir genellemeye gidilemeyeceğini vurguluyor. Ayrıca, kadınlara yönelik düzenlemenin demokratik kurumların yerleştirilmediği bir toplumda hiçbir anlam ifade etmeyeceğini belirtmesi de bir diğer çarpıcı değerlendirme olarak göze çarpıyor.

Aslına bakarsanız, bizim açımızdan yazarın en dikkate değer vurgusu, 1923-45 arası tek parti yönetiminin, dönemin siyasal rejimlerinden örneklerle tipik bir faşim olarak nitelenmesi gerektiği yönündeki yaklaşımıdır. Tek parti yönetimi, mutlak iktidara sahip bir ulusal lider ve muhalefete yönelik hayli sert önlemlerde örneklerini bulabileceğimiz bir siyasal arenanın tanımı, dünya siyaset literatürü bakımından tartışmasız bir biçimde faşizmdir. Bugüne kadar bu iddia bu açıklıkta dillendirilmemişti. Nişanyan bu yaklaşımını destekleyici bir dizi örneğe kitabın giriş bölümünde yer veriyor.

Bütün bunlara karşın gayet çarpıcı sorular ekseninde ilerleyen kitabın ciddi bir editoryal müdahaleye gerek duyduğu aşikar. Hayli çaplı meselelere dair kıymetli sorular ortaya atmasına karşın iddialarına temel teşkil edecek kaynakların kıtlığı kitapta göze çarpan en ciddi eksiklik. Bu türden sıkıntıların giderilmeyişi kitabı, cumhuriyetperverlere karşı, sol/liberallere yönelik bir tür blöfçünün rehberi olmaktan öteye götüremiyor.

Ayrıca, Batı kültürüne ve Batıya karşı tartışmasız ve gönülden yandaş tavrı Nişanyan’ı, Cumhuriyet’in İslamcı eleştirmenlerinden farklı kılsa da, Batı medeniyetinin açmazlarını görmezden gelmesine yol açan körleşmeyi de beraberinde getiriyor. Nişanyan’ın “Şark zihniyeti”, “Şark dalkavukluğu” gibi oryantalizm kokan ve Batı akılcılığı ve evrenselliğini, alternatifleri “barbarizm” olarak addedecek denli öven ifadeleri bu yaklaşımının tipik tezahürleri olarak okunabilir. 

Sonuç olarak, Nişanyan’ın çabası alternatif bir yaklaşımın gerekliliği ekseninde kıymetli olsa da, spektaküler olma adına karşıtının söylemine benzer bir dili ve üslubu cisimlemesi bakımından da sıkıntılı.

Online dergiler Online dergiler