Author

İskele Editörü

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

90 KUŞAĞI

Hayatımın –tuhaftır- en hengâmeli dönemindeyim. Belki biraz ben nazlanıyorum, böyle bir yanılma alanı da bırakayım sizlere. Ama düşünün, soluksuz geçmiş ve bezdirmiş 18 yıllık eğitim hayatım sonlandı. Sonlandı dediysem hemen sevinmeyin benim için; gözümü kararttım 2 yıl daha okumaya karar verdim. Sahi söylüyorum bitirdim, yüksek lisans için bu debelenmelerim. Velhasıl, müthiş bir ucuz işçilik sendromuyla karşı karşıya kalmam pek yakın bir zamana rastladı. Staj süresince vatandaşlarından havayla ne bileyim suyla beslenip hayatta kalmalarını bekleyen devlet babamız, ücretle çalışma yasağını gözünü kırpmadan koyuvermiş. Sen misin bu yasayı düzenleyen, al sana sömürü platformu diye ortalığa saçılan avukatlarla, stajyerler için fevkalade bir yaşam kılavuzu dönemi de başlamış durumda.

En baştan söyleyeyim yakınmak için yazmadım ben bu yazıyı. Hatta birazdan soluğu siyasette alacağım. İçinizden “dam üstünde saksağan vur beline kazmayı” atasözünü geçirdiğinizi duyar gibiyim. Durun bakın nasıl bağlayacağım şimdi staj fenalığını siyasete. Ama müsaadenizle biraz daha şikâyet etmek istiyorum.

Hem bir şeyler öğreneyim hem geçineyim derdine düşenler için ne yazık ki pek alternatif yok. Nihayetinde her birimizden müthiş kahramanlık hikâyeleri duymak istiyorlar. “Ben öğrencilik yıllarında adliye bahçelerinde uyudum, icra dairelerini evim bildim.” türevinde. Aslında asıl mesele, tam o zaman başlıyor. Umduğunu bulamayacağını anladığında bir yerlerden başlamak içgüdüsüyle boynunu hafifçe eğmeye başlıyorsun. Şöyle bir 45 derece falan. Ama bizden çok var-mış. Ve ver elini mülakat silsilesi. Benim maceram da bu noktada başlayıverdi.

Hukukla ilintili terleten bir yığın soru. 30 saniye süre. Hayatımızı 3,5 saate sığdırmaya çalışıyorlar diye veryansın ettik ya sınava girerken, heh işte onun mutasyona uğramış hali bu. Fakat bugün enteresan bir mülakata girdim. Tamamen entelektüel sorular. Bir an kendimi Kim Milyoner Olmak İster programında sandım. Fakat insafsız organizatörler joker hakkı tanımamıştı. Mülakattaki diğer adaya biraz daha politik sorular denk geldi. Stalin’in milliyeti mesela. Sahiden çıktı bu soru. Kızcağız söyleyemeyince avukat bey amcamız 10 Emir uzunluğunda bir nutka başladı. Konuşmaktan besleniyor sanırım amcamız. Çünkü böyle bir monolog aşkı görmedi bu gözler.

“90 kuşağı apolitik!”, “90 kuşağı entelektüellikten gram nasiplenememiş!”; bu ve buna çıkan bir serzeniş dizisi başladı hemen akabinde. Kulaklarınız aşinadır herhalde bu yakınmalara. Ben de bir 90 kuşağı mensubu olarak –neredeyse bir örgüt olarak telakki edilmeye başlandı çünkü- naçizane savunmamı yapayım. Restimi çekeyim o biçim, malum atarlı bir nesildenmişim ben. Sahi biz 90 kuşağını kimler yetiştirdi? Biz Etiyopya’da büyütülüp Tanzanya’da mı eğitim aldık da geldik Türkiye’ye? Türkiye dediğiniz yer neresi, vize uygulaması var mı o ülkeyle? Neslimi garipseyip yadırgadıklarına göre başka bir yerlerde yaşamış olmalıyım ben.

Ben kim olduğumu söyleyeyim size; 10’lu yaşlarının başında kilerdeki eski püskü o zamanlar dev gibi gelen ve sandığı andıran bir bavulun içine saklanmış onlarca kitap bulmuş biriyim. Kitap dediğin kitaplıkta olmaz mıydı? Hem kitaplıkta zaten sıra sıra kitaplar vardı. Bunlar çirkin kitaplar mıydı? Neden şiir kitapları da vardı içinde? Bol resimli kitapçıklar vs. Bu konunun üzerinde en azından bu yazıda fazla durmayacağım ama şunu söyleyeyim ben size; ben, korkunun nüfuz ettiği bir kuşağın ürünüyüm. Darbelerle refleksleri alınmış, tepkisizleştirilmiş, devlete sivri gelen tarafları(?) törpülenmiş bir nesildir benim ebeveynlerim. Öylesine sinmiş ki bu korku toplumun içine, siyaset dediğimiz kelime bile neredeyse “ismi lazım değil” denilerek açılacak bir konu olmuş misafirliklerde.

Üniversiteye gönderilen hemen her gencin kulağını küpe olsun diye, kalplerine ekilen korku tohumları yeşersin diye biraz da, siyasetten uzak durması öğütlenmiştir. Siyasetten uzak durmak nedir? Nedir bu siyaset denen meret? Ot mu? Tehlikeli beyazlardan mı? Uzakdoğu sporu mu? Belli ki hayati değil hani ayda yılda bir, özel bir yere giderken giymelik saklanan siyah düz elbiseleri olur ya annelerimizin gardırobunun bir köşesinde, bizim de beynimizin bir yerine belki lazım olur diye sakladığımız bir kelime olarak kodlanmış.

Tüm bu korku için ailelerimizi yegâne sorumlu ilan edersek de fena haksızlık yapmış oluruz. Onlara bu tokadı atanlara sormak lazım asıl soruları. Tabii biraz da iğne çuvaldız denklemini kurmalı. İnternetin koynunda canlanmış bir nesiliz neredeyse. Bilgiye ulaşmak çok daha kolay. Hoş belki de bu yüzden değersizleşmiştir bazı şeyler. Ama bu koşullarda çok da savunulabilir bir yanımız kalmıyor. Bir parça açlık, bir parça merak, bir parça sorgulama arzusu pek çok şey katabilmemiz için elverişli koşullar da varken en azından bir ölçüde nitelikli hale gelmemize yetebiliyor. Evet, belki büyük bir kısmımız Anadolu’nun ufak tefek ama şirin, daha ziyade dışı seni içi beni yakar türden yerlilerinden koşup geldik büyük “moderen” şehirlere. Geldiğimizde de yaşımız 17-18 dolaylarında seyretmiş. Aslında tam omurgalanma çağı, kimlik edinme zamanları. Ben bu kimlik edinme meselesine çok takarım. Bunu da not edeyim, bu konuda da içimde bir volkan var. Neyse ben anlatma istediğimi pat diye bırakayım ortaya; değişim bu hayattaki en leziz süreçlerden biri. Daha doğrusu süreç zor, ama hayali bile pek bir lezzetli. Değişmeyen insandan korkulmalı oysa. Sabah uyandığı gibi yastığa koyuyorsa kafasını bir insan, orada ters giden bir şeyler vardır.

Serzenişimi şöyle özetleyeyim; şu yerden yere vurduğumuz 90 kuşağı var ya, işte onu elbirliğiyle mahvettik. Baskıcı, antidemokratik zihniyetler ve bu fikriyatta devlet yapılanması, ebeveynlerde fazla dozda endişe ve gençlikteki kahredici vurdumduymazlık. Ama bu noktada bir itirazım daha var, mahvedilen bir nesil olabilir bizimkisi. Fakat henüz kaybedilmiş bir nesil değil. O yüzden önyargılı, aşağılayıcı ve despot ifadelerin kimseye bir faydası olmaz. Düşe kalka öğreneceğimiz çok şey var. Ama birlikte, toplumun her bir zerresiyle beraber. Duymaktan hoşlanmazsınız belki, ama ölü toprakta yeşeremeyiz…

 

K A F A  K A Ğ I D I :

EZGİ YILDIZ

91 yılının sıcak aylarından birinin en sıcak gününde, haritada enteresan bir yer işgal eden ülkesinin en sıcak şehirlerinden birinde dünyaya geldi. Bir evin bir kızı, hatta bir yavrucağıydı ama hiç şımarmadı tabii. İlköğretimi, hayatına yön verecek Türkçe öğretmeninin 20 yıldır görev yaptığı okulda okudu. Hani her hikâyenin illa tuhaf bir kahramanı olur; bu genelde öğretmen olur ya, öyle bir şey... Ama onunkisi matematikten pek anlamazdı. Ardından ismini telaffuz ederken gereksiz bir tonlama arayışına girilen bir lisede okudu. Muhtemelen uzun dönem askerlik yapmış bir patates doğrayıcısından çok daha fazla malzeme toplayarak, yıllardır hayalini kurduğu mesleği ve rüyalarının şehrini kazandı. Rüyalar şehrinin pembe elbiseli narin kızların dolaştığı, erkeklerinin beyaz atlarla gezdiği bir kent olmadığını, şehir yolundaki sanayi sitelerinden sezinledi. Ha, hala bu şehre âşık o ayrı. Mesleki kariyerine gelince; gelinemedi henüz o aşamaya. Gününün büyük bir kısmını stajyerlik denilen ucuz işçiliğe söverek geçiriyor. Yağmuru, kahveyi, çölleri ve İskoçya’yı çok sever. Evet, İskoçya.

Paylaş

HAYALLER

Öyle büyük hayallerim yok aslında.

Çünkü zamanla öğrendim ulaşılması imkânsız hayallerin insanı eritip bitirdiğini. Önce bulutların üstünde uyunmayacağını öğrendim.

KORKAKLIĞIM…

Osmanlı tokat atmıyordu er evlada ki, korku nedir bilmesin Allah’tan gayrisinden… Annem, komşunun oğlu gibi sigara içerim, diye beni korkuttu. Babam filan memleketlinin sahtekâr olma ihtimali üzerine mavallar okudu kulağıma. Dedemin bile beni korkuttuğu şeyler vardı. Ninem cinlerden anlatırdı.

Korku nedir, öğrettiler bana. Oysa peygamberim, insanların en vahşisinin yanına kırk defa gitmişti. Nardan yaratılan cinler rahlesine oturmuştu mesela. Koylu anlatmıştı…

Hastalanmaktan korkuyorum simdi. Yeterince hastayım çünkü. Eyüp Peygamberin dışına sızmıştı yaraları. Benim iltihaplarım bir yol bulup, kalbime aktı. Yaralarımın kansere dönmesinden korkmuyorum…

Çok yorulup, buz kesmiş karanlık kimsesiz bir çıkmaz sokakta yığılıp kalmaktan korkuyorum. Kimsesiz olup, cenazemde alkışlanmamaktan, gözlüklü siyah giymiş kodamanların son yolculuğuma katılmamalarından korkuyorum.

On lira fazladan verip parasız kalmaktan korkuyorum. Afrika’nın, Basra’nın, Semerkand’ın bana soracağı hesaplardan korkmuyorum.

Düşünmekten, bir adim ötesini fikretmekten korkuyorum. Başımın çok ağrıyacağından, migrenimin azması ihtimalinden korkuyorum… “Ne kadar az düşünüyorsunuz!” hitabını üstüme alıyor ve halimde ikrarımı tazeliyorum…

Öteleri hayal etmekten korkuyorum. Yarın sabaha dair planlarımı köşelere not ediyorum. Nefsimin bana yaptığı namussuzlukların hesabini sormaktan, çok ağlarım diye şiddetle kaçıyorum.

Aç kalmaktan, vücudumun asgari yağ seviyesini koruyamamaktan korkuyorum. Orucun akademik çalışmalarıma vereceği zararlara dair, iman tazeliyorum. Oruçsuzluğun sebep olduğu ahmaklığımdan korkmuyorum…

Züleyha’nın beni terk edip gitmesinden korkuyorum. Allah aşkının içimden çekilip gitmesinden korkmuyorum…

Bunlardan bahsedip, günahımın ifşa edilip yayılmasından korkmuyorum. Papazlara olmasa da eşime dostuma günah çıkarmayı tevazumun bir parçası olarak sayıyorum.

Gölgeler ışığım oldu yine. Gölgelerden, küfranı, harami hayatımdan korkmuyorum.

Bütün bu korkuların ve korkusuzlukların sebep olacağı ayaz ve karanlığın bir gün toplanıp, kıyamet olup, başıma kopmasından korkuyorum.

İşte bu benim, yitik erkekliğim… Bıyık bırakırsam yeniden, belki korkularımı biraz daha saklayabilirim…

Korkulu, korkusuz bir gecenin mahsulüdür.

Ali Kılıç


     Ali Kılıç'ın Eski Yazıları

SUSMAK ÇARE OLMADI...  

Suskunluk da çare mi bilemedim. Hep susunca, bilmesinler istediklerimi de söylemiş oldum. Asıl bilmeleri gerekenleri de yuttum. Tanıdıkları ben, ne tanımalarını istediğim bendi, ne de gerçekte olduğum ben… Olmadı, susmak da çare olmadı.

Varoluş amacım ‘ben’imi tanıtmak değildi, evet. Ama ‘ben’imin içinde barındırdığım dünyanın, ‘ben’ce en doğru tanımını paylaşmaktı. Doğrular görecelidir. Ama insanca yaşamak; ortak bir doğru paylaşmaktır, kimsenin kanını akıtmayan, ruhunu acıtmayan bir doğru.  

Doğru kavramları bulup hayatımı onlarla sürdürmekti amacım. Ve belki bilinip de söylenmeyen, söylenmediği için fark edilemeyen gerçeklerin doğru olup olmadığını düşünmeye fırsat oluşturmamaktı söylememek. Övündüğümüz milliyetçiliğimizin tanımının ne olduğunu söylememek, faşist çocuklar doğurdu.

Yaptığımız şeyin gerçek adının ne olduğunu söylemediğimiz sürece, -bizde pozitif duygular uyandıran kelimelerle anlattıkları sürece- biz gerçeğin üstüne simli kâğıtlar yapıştırdık ve gerçeği doğru sandık. Olmadı, susmak da çare olmadı.

Ayak uydurmak güç, hızla değişen şeylere. Ama ne kadar kolay ayak uydurduk hızla bozulan insanlığa. Konuşan birileri var diye susmak, saygıydı erdemdi. İnsan yüceliğini sarsan şeyler söylemeye başladı birileri. Kalkıp alkışlamadık ama sustuk, konuşan birileri var diye sustuk. Saygıdan mıydı? Yoksa konuşmak mı zordu? Susmak tepki miydi? Tepkiyse bile bağıra bağıra ‘insan’ı yerlere çalanların yanında, pek sessiz bir tepkiydi... Olmadı, susmak çare olmadı.

Hayatlar örnek aldık. En yakınımızdaki komşumuzun hayatını örnek aldık. Değerlerimiz farklıydı. Yaşam amacımız farklıydı. Ama kendi prensiplerimize uygun, özgün bir hayat çizmek zordu. Amacımıza uymayan hayat tarzlarının adını değiştirdik, isimleri prensiplerimize uydurduk, ama aynı hayatları yaşadık. Medeniyet kelimesini sevdik, kabullenemeyeceğimiz durumlara medeniyet dedik, dünyamıza sığdırdık.

Başkalarının hayatlarını kendi cümlelerimizle yaşadık. Şu küresel dünyada, batıdan doğuya, herkesin yaşadığı hayat hemen hemen aynı. Ama kelimelere döküldüğünde, batılı farklı anlatır doğulu farklı. Sorsanız hepimiz bambaşka hayatlar yaşıyoruz. *Ama onlar diktatör, kadınların özgürce soyunmalarına engel oldular, deyip giyinmelerini yasakladık. *Ama onlar ırkçı, siyahlara yaptıklarına bak, deyip birbirlerine Kürt diye hakaret ederlerken bir ülkede; bir başkasında da ‘Türk müsün oğlum!’ en büyük hakaretlerdendi.

Ve orda da ırkçı deyip ayıpladılar siyahlara yapılanları. Düşündüğünüz bir örnek de; klavyenin başındaki kız ise, hala insanları anlatırken renkleri kullanıyor, ırkçı olmadığını iddia ederken, diye; işte söylenmeyen gerçeklik bu. Kürt’e Kürt denir, Türk’e Türk, çingeneye çingene, siyaha siyah, beyaza beyaz!

Ama biz alıştık ya aynı hayatını kendi cümlelerimizle yaşamaya, kibarlık edip kendimizce, Kürt demeyiz. Önemli olan Türk hissetmektir deriz, Kürt doğduğun için üzülme hadi sen de Türksün, Türksün; dercesine. Aklımızca Türk olmayanları aşağılamamak için. Mühim olan kelimelerdir. Aynı hayatı ne kadar doğru kelimelerle anlatırsan, o kadar doğru bir hayatın olur (!)

Başkalarının hayatlarını kendi cümlelerimizle yasıyoruz. Yeni bir karar aldım, o bilinen cümlelerle kendi hayatimi yaşamak istiyorum. Tanıdık cümleler görüp, siyah dedi, diyebilirler, ama ne hissettiğimi bilmezler. Çünkü sustum, tepkiydi. Ama olmadı, susmak çare olmadı...

Huriye Tak

SEMBOLLER

 Bir çok yerde hayatımızı kolaylaştırdı.  Uzunca bir işleme X dedik. Emre’nin kalemlerini hesaplarken kalemlere ‘a’ dedik. Matematikte, fizikte, kimyada X,Z,β,α,∞  gerçekten işimize yaradı. Baktık ki kolay oluyor, abarttık.

 

‘Ben’ ve ‘benim doğrularım’dan çıkmadan; karşıdaki insanı karşıdan kaldırıp onun yanında olmadan çözülmesi çok zor olan ‘insan’la ilişkilerde de uyguladık bunu.

Önce insanları gruplara ayırdık.

Benzer yönleriyle değil, bizden farklı neleri varsa, onları kullandık.

Kızlar-erkekler dedik, küçükler-büyükler dedik. Sonra ayırdığımız o gruplara semboller yükledik.

A, B, C kümesi dedik.

Ardından kümenin tanımı geldi. A={ solcular }, B={ sağcılar }, C={kürtler}, D={aleviler}...

Ve kümeden yanlış yapan birini görünce,birden o özellik kümenin özelliği oldu. Kümenin özelliği içindeki her eleman için doğrudur dedik. Ve bir kişinin hatasını önce genelledik,sonra hatayı tek tek grubun içindeki her bireye yapıştırdık. Ve insan, dolayısıyla da hayat artık ne kadar kolaydı (!)

Kendi kendimize uydurduğumuz dar kalıplara, kümelere hapsolduk. Sonra da özgürlüğü hep birilerinden istedik. Kimse de bizi kendi hapishanemizden kurtaramadı, çünkü hapisanenin sahibi ‘ben’dim  ve son sözü ben söylerdim.

İlle de sembolleştirip kümelere ayıracaksak işleri kolaylaştırmak için, tek bir küme çizmeliydik: evrensel küme, E kümesi. Ve içine ‘biz’ i koymalıydık...

Huriye Tak

YALIN

Çokluğun yalın halinden uzakta...

Çok değil kalabalığız. Yalın değil çıplağız. Çokluğun yalın halinden epeyce 
uzaktayız. Ellerimiz kirli. Ellerimizi altına tuttuğumuz sular kirli. Ellerimizi yıkamak isterken kirletiyoruz en çok.

Dışımızın karanlığından içimiz sıkılıyor. Ama aynı içimiz, hiç sıkılmıyor içimizin karanlığından. Bir şeyleri anlatamıyorsak, bu daha çok, o şeyleri anlamak istemediğimizden oluyor.

Anlamlı olana ulaşmak için konuşmuyoruz çoğu zaman. Hayatın ağır katarını itelemek sadece derdimiz.

Aynalara ihtiyacımız kalmadı. Çünkü baktığımız bütün yüzler, bir anlamda bizim yüzümüz.

Çocuklarımıza sinirleniyoruz. Çünkü onlar cesaretle konuşmayı sürdürdükçe, bizim yaşamazlığımız gizlenemez hale geliyor.

Ölümden neden korktuğumuzu açıklayacak birçok neden bulabiliyoruz. Ama hayatı neden bu kadar tutkuyla sevdiğimizin bir açıklaması yok.

Ne zaman bir suç yüksek sesle dile getirilse, bağırarak masum olduğumuzu söylüyoruz. Oysa masumiyet bir fısıltıdır.

Başardığımızı düşündüğümüz şeylerin çetelesini başkaları ile birlikteyken ayrı, kendi başımızayken ayrı tutuyoruz. İkinci çetele hep daha uzun oluyor.

Kime sorsanız dünyadan umudu kesmiş durumda. Peki neden kimse aynı kesinlikle kendinden umudu kesmiyor?

Pisliğin giyecek tek bir elbisesi olduğuna inanmak istiyoruz. Çünkü bu varsayım, pisliğin başka kılıklarda yanımıza yaklaşmasını mümkün kılıyor.

Her şeyi en kısa zamanda unutmak ümidiyle öğreniyoruz. Her şeyi unutulur ümidiyle söylüyoruz. Seslendirilmemiş bir hafızasızlık andı içmişiz 
aramızda.

Ortaya bir şey koyamayacağımızı bildiğimizden yarını hiç konuşmuyoruz. Hem yarını konuşsak, bugünü de konuşmamız gerekecek.

En karmaşık hesapları bile çözebilecek kadar ilerlettik matematik ilmindeki performansımızı. Ama ruhlarımızdaki hesap ve pazarlıkları göremiyoruz yine de.

Kimse kimseye güvenmiyor aslında. Ve kimsenin kimseye güvenmesi için de pratik bir neden yok ortada!

Hatır sormalar gündelik olağan tekerlemeler olarak çıkıyor ağızlardan. Biri sıra dışı bir cevap verdiğinde, herkesin canı sıkılıyor bu cevaba.

Sevgilerin kalıplara dökülmüş o kadar çok hazır cümlesi sürüldü ki piyasaya, kimse kendi sevgisinin sözcüklerini aramaya ihtiyaç duyamıyor.

Uzun sürmüş bağlılıkların varlığı, neredeyse sadece seçeneksizliklerle 
açıklanabiliyor artık. Oysa asıl seçeneksizlik, hiçbir şeye bağlanamamaktır.

Gerçekte kimsenin günlerini renklendirecek parlaklıkta bir fikri yok. Bu 
yüzden sıradan fikirlere parlaklık kılıfı geçiriliyor mecburen.
Erdemi, erdemsiz ortamlara yakıştırarak kaldırdık tedavülden. Şimdi 
kendimizi erdemsiz ortamlara yakıştırmakta bir sakınca görmüyoruz bu yüzden.

Mağdur değil mağlubuz.

Doğru değil yanlışız.

Gerçeğin yalın halinden epeyce uzaktayız.

Gökhan ÖZCAN

Online dergiler Online dergiler