Author

İskele Editörü

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

 

ENGELLERİ AŞMAK

 Başıboş sayfalar yarattı hayat el değmemiş bir masumiyeti barındırıyordu görünüşünde ve insan bir şeyler karaladı bunların üstüne rengini kendi belirlediği umutlarıyla hayalleri ve seçimleriyle doldurdu sayfaları. Bazıları kirletti saflığı güzelliği katletti bazıları sakladı korudu bazılarıysa sadece izledi kendi hayatına müdahale edecek cesareti bile bulamadı, denileni yaptı düşünmesi gerektiğini düşündü ve sonunda olması gerektiği yerde sanarak kendini başkalarının mutluluğunu kendi mutsuzluğu haline getirdi.

Sayfa sınırlaması olmayan bir sınavda sandık kendimizi yazdık, çizdik, karaladık olmadı dedik yeni bir sayfa istedik yine olmayınca beyaz siyaha bulanınca nefes alamayınca düşler umutlar bize sırtını dönünce bir sayfa daha istedik, bir sayfa ve bir sayfa daha. Ama alsaydı insanoğlu dersini karalamasaydı korkularını, kaybedişlerini, her bir üzüntünün üstünü çizip görmezden gelmeseydi anlamaya çalışsaydı nerde hata yaptığını, kendi kendine yenilişlerinin sebebini kavrasaydı Kısacası yenilmeseydi kendine aşabilseydi engellerini artık yeni bir sayfa hakkı kalmayınca pişmanlıklarla dolu bir hayat bırakmazdı geriye...

Her hayat farklı bir mücadelenin ürünüdür. Bu yüzden, sayfalarımıza akıtılan beyaz herkes de eşit varoluşlar yaratmadı.

Düşünün ki bir sabah kalktığınızda artık ellerinizi kullanamıyorsunuz. O çok sevdiğiniz bardağınıza birinin yardımı olmadan erişip kahve keyfi yapamıyorsunuz. Düşünün ki bir gün renklerinizi kaybettiniz karanlığa mahkûm edildiniz ve göremeyeceksiniz sevdiklerinizi, denizin o eşsiz güzelliği karşısında sıkıntılarınızdan arınma lüksünüz yok artık.

Ve bir ses duydum beynimde dans ederken bu düşünceler, zamanımızın, sayfalarımızın karanlığını düşünürken, bir ses duydum ulaştırmak istediğim ve duyamadığımız daha nice seslerin var olduğunu bildiğim bir haykırıştı.

Özürlü Memur Seçme Sınavı (ÖMSS) kura çekim törenine katılan Büşra Aydar'ın okuduğu şiirdi bu. Beynime kazıdığı üç kelime:

''Hor görmeyin beni, Siz de olabilirdiniz benim yerimde Ben de olmak istemedim böyle Ne olur beni hor görmeyin.''

Her birimiz kendi sularımızda boğuluyoruz yarattığımız sorunlarla. Kimimiz bir kaşık suda boğuyor kendini kimimiz okyanus olmuş dertlerinin altında enginlere karışıyor. Bazılarımızsa okyanusta bile bir küçük kayık yaratıp kendine ulaşmaya çalışıyor karaya, yaşamak istiyor ve mücadele ediyor.

Küçük sorunlarla baş ederken sadece kendimize odaklı yaşıyoruz. Benim derdim benim sorunum benim mutluluğum. Farkında olmadan benliğimize gömülüp görmemiz gerekenlerin farkına varamıyoruz.

Herkes farklı hayatlarını tek bir doğruluk çizgisinde yaşamaya çalışıyorken yeri gelince sapıyor çizgisinden; bu ise sayfalarına siyah lekeler akıtıyor. Bize sunulanı hırslarımıza esir edip hor görüyor daha fazlasını isterken elimizdekilerin değerini bilmiyoruz. O ve daha niceleri engellini aştı normal bir insan gibi yaşayabilmek için çabaladı. Üstelik elindekilerin yarattığı boşluk için kendini umutsuzluğun gölgesinde yetiştirmedi. Bir haykırıştı sadece hor görülmek istemedi çabasına destek bekledi.

Normal bir hayat yaşayabilmek için bir umut. Belki de birçoğumuzun yapamadığı bir şeyi başardı o her şeye rağmen umudu döşedi hayatına, bu halde bile kendine yaşam ağacından yemyeşil bir yaprak sakladı.

Şimdi ömrünü bir kitap farz et kaç sayfa daha dolduracağını bilmediğin. Geçmiş zamana açılan kapıları yaprakların aracılığı ile araladığında ellerin, dökülür mutlulukların kederlerin bir bir dizilir önüne. Engellere takılırsan onların yarattığı korkularla yaşarsın. Yüzüstü bırakılmış yalnızlıklar. Kendi içinde çelişen durumlar. Bunların sarmasına izin verme seni. Sadece iyi stratejiye sahip olduğunda yenemez hayat seni oyunu doğru oynarsan kazanırsın. Hem sen aşarsın engelleri hem de saçtığın ışık umut olur. İyiliği hissettiğin ve yardımı esirgemediğin sürece sayfaların anlam bulacak. Bir güneş gibi parlamaya çalışmadıkça

bu ışığın kudretini çevrene verdiğin sıcaklığı, yaşamı hissedemezsin. Onlara sende yardım edebilirsin ama önce kendi engellerinin oluşturduğu seni hapsettiği zincirleri kırmalısın beyninde. Sayfalarını siyahın lanetinden kurtarabilmek için umuda bayrak olabilmek için umudu büyütmelisin içinde.

Bir fırtına bir rüzgâr alır şimdi her yeri, dağıtır anlattıklarımı. Cümleler birbirine girer. Sözcükler yönünü şaşırır. en yüksek sözcükten atlayıp intihara girişir harfler. Anlattıklarımı anlamayı sağlamaz belki de döktüğüm serdiğim düşünceler. Yine de direnirim karanlığa, saklanmaya çalıştığımız gölgelere ve kendime rağmen yazarım belki kalemimim yarattığı izler yolunuza umut olur diye.

 

Aynur Erden

Paylaş

 

SİMİLASYON

 

Hayat içki masasındaki çalkantılı ova,

Masada şair var, oyuncu var, bir de kazanova,

Hayat ova olabilir ama ekran siyah,

Bir süreden sonra herkes filozof olur eyvah!

 

-Edebiyat felsefenin çocuğudur.

 

Anılar havlar bir süreden sonra köpekleşir,

Şiir dörtlüklerle roman düzyazılarla eşleşir.

Bende bu aralar garipsediğim bir şey var,

Gestalt iyi niyetiyle beni bütüncül kılar.

 

-Yine bir sabah dersindeyiz.

 

Hayattan midem bunaldı artık Kopernik,

Her şey bence artık midemde dönüyor,

Kiminin elinde el var, kiminin de vernik,

Biz küçükken hep büyüyelim derdik.

 

-Arzlar talebimizi aştı.

 

Şiiri bitirmeliyim hoca bir garip bakıyor,

Hümanizmi anlatıyor ama beni ayrı tutuyor!

Kalbim bir yanardağ, beynim bir volkan,

Hocayı dinliyorum ama dudağımda Attila İlhan.

 

-"beş dakika bekle git."

Umut Göksal

ACEMİ BİR HAYAL KURUCU VE UMUT TÜCCARI HİKAYESİ

’ Sonsuz mandalina bahçelerine...’’

Bir baba duası kadar içten ve ferah,

Hasretinin kandilleri henüz sönmemiş

Hayattan razı bir adam

Henüz sigarasının dumanı üzerinde çıkageliyor,

Serin uğultulu Topkapı metro durağına…

Zarif bir bedeni örgütlemeye niyetli

Teni mürekkep boyalı

Hazan bezeli hardal sarısı şalıyla bir kadın,

Oturmuş bile çoktan ahşap bir bank kenarına…

Ve iki dakika başlıyor:

Kadife karanfiller dökülüyor ellerinden,

Kerpiç duvarlar dibinde ve ayışığında

Gelinlik bir kızın

Hayal hayal üstün işlediği

Kiraz oyalı mendilleri kadar kıymetli

Kadife karanfiller dökülüyor ellerinden...

Bir Uhud zellesi kopuyor…

Mihman nidalar dökülüyor dudaklarından,

Yorgunüstü bir vakitte, okul çıkışı

Mahalleden, o Yusuf gözlü oğlanı gören

Yanaklarına alev alev gonca güller işlenen

Züleyha nakışlı, on beşlik bir yürek heyecanıyla

Mihman nidalar dökülüyor dudaklarından…

İki dakika bitiyor.

Aminsiz dualar dökülüyor.

Mehtap Ufuk YILMAZ’a

Asiye Bozbek

Paylaş

GÖZYAŞI

Terleyen gözler, hıçkırığı barındıracak cesarette değil,

Ruhun ve kalbin damıttığı gözyaşını besteleyen gözler önünde eğil!

Gözyaşı…

Yüzleri arındıran ab-ı hayat…

Sır berzahında hikmet kapısını çalacak tefekkür fidanının beslendiği su kaynağı…

Acziyet perdesinden basiret fışkırtan erdemli davranış!

Ağlamak mertliktir! Ağlamak his insanının özelliğidir. His insanı ise insanlığın şerefli mertebesi…

Ağlayalım… Kuytular gözyaşı bekler. Hüzne acıkan dünyayı mesut edelim ve hıçkıra hıçkıra ağlayalım. Öksüzlere, yetimlere, açlıktan ölmek üzere olan bir çocuğun akbabalar tarafından parçalanmasını çekip yılın fotoğrafçısı ödülünü alıp zalimliğin heykeli olan bahtsıza ağlayalım. Kalbini dilsiz kılanlara, gövde gösterisi gibi bizlere sunulan sanat eseri gözlerini âmâlaştıranlara, secdenin öptüğü alınların seccadeyi sulamadan vedasına, imâna susayan gönüllerin haykırışının yankı bulamayışına, müslüman olup da dinini yaşayamayanlara ve asıl hüzne hüzünlenenlere ağlayalım…

Efendimizin ifadelerinin hikmetini düşünüp fark edince bir hüzün damlası da ona bahşedelim ve şimdi ona kulak verelim… Hüzün Peygamberi (sav) de bu konuya değinmiş ve şunları söylemiştir:

“Mahşerde, cehennem kıvılcımlarının insanları kovaladığı hengâmede, Cebrail Aleyhisselam elinde bir bardak suyla görünür. Ona, “Bu ne?” diye sorarım ve bana şöyle cevap verir: “Bu, mü'min kulların Allah korkusuyla ağlayıp gözlerinden döktükleri gözyaşlarıdır ve şu korkunç kıvılcımları söndürecek tek şeydir.”

"Sinek başı kadar bile olsa, gözünden Allah korkusuyla yaş çıkan ve bu yaşı yanak yumrusuna değecek kadar akan hiçbir mü'min kul yoktur ki, Allah onu (ebedi) ateşe haram etmesin!"

“Allah korkusuyla gözyaşı döken kimse, süt memeye geri dönmedikçe ateşe girmez. Bir kul üzerinde, Allah yolunda yapışan tozla, cehennemin dumanı bir araya gelmez."

Bu hususta şunu da ilave etmek gerek, Hz. Ömer'in gözyaşlarının iki yanağında iz bıraktırmasını sağlayan, Cüneyd-i Bağdadî gibi Seyyidu't-Taife sayılan önderlere, ağlamayı, Kur'ân okuma ve teheccüd namazı kılmanın yanın­da, vird edindiren de hikmet sahibine, çilingirin bizzat kendisine duyulan aşktı…

Ayrıca Allah’ın müstesna kullarından Bürde el-Abide isimli zat da çok ağlama şerefine erenlerden! O kadar çok ağlardı ki, bu sebeple kendisini ayıplayanlar olurdu. Onlara; “Eğer siz, kıyamet günü, günahkârların ağlamasını görmüş olsaydınız benim ağlayışımı çok bulmazdınız!” derdi.

Bu zatların ufkundan bakabildiğimiz çok çok nadir anlarda hissettik ki hüzün bereket toprağının yağmurudur. O yüzden kâinata kazandıracağımız her bir fikre gözyaşı serpiştirip öyle sunalım…

Hüznü kadeh kadeh içip gözyaşı sarhoşu olalım…

Bulut olalım… Dolunca hemencecik ağlayıverelim; ama çok uzun olmasın yıldırım hıçkırıklar… Güneş nasıl ki bulutun gözyaşını siliyor biz de hakikat güneşimizi hatırlayalım ve gökkuşağı açsın yüzümüzde…

Yüzümüzdeki nur tohumları sulanmak bekler… Samimiyet süzgeci hassastır tohumda, gözyaşı ile teri ayırt eder!

Gözyaşı barajları kuralım, şebekeler döşeyelim gönüllere, kalplerde his kesilince onları sarsacak samimiyet biz olalım…

Hüzün potası ekvator gibi olsun! Ayırt etmeyelim, bütün vakalara ağlayalım… Hâlâ Rabbimiz’ e kavuşamamış olmamıza, şu dünyada imansız fikirler varken onların soru işaretleri zifirindeki fener biz olamadığımız için, Efendilerin Şah’ının sahabesi olamadığımıza, bir gün yüksek bir yere ulaşmak isteyen Efendimiz bir taş bulun dediğinde ayağının altına başını koyup buyur sana bir taş Ey Peygamber diyen Ömer(r.a) biz olamadığımız için, O’ nu korumak için O’na gelen okun önüne kolunu koyan biz olamamamıza,  ruhun dünya gurbetini yudumlarken bedende çektiği ızdıraba ağlayalım...

Ardından da gönülden istenildiğinde esirgemeyip veren en merhametliye yönelip dua edelim:

Ey sırların çilingiri! Göz çukurlarımıza şelaleler nasib eyle.

Mizânda amel defteri elimize verildiğinde elimizden damlayacak bir umman gözyaşı bahşet…

Ömer Faruk Koç

Paylaş  

İÇ’LERDEN UZAKLARA

'Bir ömür bırakıyorum benden miras geriye, bir de gözyaşı, arkamdan ağlanmasına gerek kalmasın diye... Bir ömür bırakıyorum ya, herkes gibi ben de isyanımı tekmelerimle haykırarak geldim dünyaya. Bilemezdim neye gözümü açacağımı, ilk soluğumun bu kadar kirli oluşunu, bilemezdim. Ama iki meleğim vardı yanında, huzur hissederdim.

 Muhtaçtım ama onlar varken değil, mutluydum çünkü kolları arasında uyuyordum. Sonra dizlerinde, sonra kendi yatağımda. Bilemezdim büyümenin onu benden uzaklaştıracağını...

 

Bir gün benimde sıramın geleceğini biliyordum. Çok zormuş koruyan, kollayan, karşılıksız seven, son nefese emek sarf eden olmak. Bu sefer hayatın soğuğuna sırtını çeviren ben olmuştum.

 

Üşüdüm, üzüldüm, kaygılandım, çabaladım, yoruldum... Güldürmek için, gülmek için, tek bir çatıda sıcacık huzuru bölüşebilmek için. Artık canımdan kıymetli 'can'lar vardı hayatımda. Bilemezdim yılların bu denli hızla geçeceğini, zamanın bu denli kavramsız, kifayetsiz olabileceğini. Saçlarda aklar, gözler iyi görmez, kulaklar da biraz ağır işitir, belki sırtta kambur, dizlerde ağrılar, ellerde emeklerin yorgunluğu. Ama duygular, onlar hissedilebilirliklerinden

hiçbir şey kaybetmemişti, edemezdi. Ta ki bir gün aynada, tek başıma kalakalmışken fark ettim bunları, acısını yılların, yalnızlığın, çaresizliğin yansımasını gördüm aynada, terk edilmişliğin ayazında...

 

Yine güldürmeye çalışıyordum, gülmeye. Ama bu sefer ne için, kim içindi bilmem vakit geçsin isterdim. Bilirdim ki artık tek başımayım, anılarımlayım, kırılmışlıklarımla... Yine bilirdim ki adına huzur! evi dedikleri soğuk duvarların tozlu camlarında bekleyecektim, neyi kimi bimem.

 

Bu zamana kadar bir şey bilmemişim bunu da bilmem. Her gün düşünürüm, buraya geldiğim ana kadar olan hayatımı lime lime ederim gözümün daldığı yerlerde, gözyaşlarım bile sıcak değildi artık! Düşünürdüm işte, oğlumla kızımla aynı masada yemeyecektim, can'dan gelen muhabbetin sıcaklığını

unutacaktım, torunlarımla oynardım aslında, parka giderdik belki okuldan sonra, büyüdüklerini göremeyecektim. Oysa ne de çok masal ezberlemiştim bir gün lazım olur diye, ne tecrübeler biriktirmiştim, paylaşacaktık. Yine düşünüyorum da ne de çok hazırlamışım kendimi son zamanlarıma,

yazık... Gençliğimden kalma siyah tozlu bir bavulla bu kapıdan içeri girişimi hatırlarım, 'her hafta geleceğiz merak etme' deyişlerini, 'biliyorsun çalışıyorum, e çocuklar da var, inan bana böylesi daha iyi...' Hak etmediğim cümlelerdi, sustum, hak verdim. Vicdanı azad etmişe kim ne diyebilirdi ki?

 

Yıllar oldu buradayım, en son gelirken getirdikleri çiçekler kurumuş, döküle döküle bir sapı kalmış onu da atmışlar zaten. Bari bayramda gelseydiniz ya evladım, insanın gözü daha çok arıyor, yüreği daha çok acıyor, bilemezsiniz. Çok istedim göreyim sizleri, önce inmeyecektim yanınıza, sitem edecektim, gönül koyacaktım. Sitemim de gönül koymam da kendime, ne diye umutlanırsın a ihtiyar! Bir telefonla hallettiler işte... Benim gibi nice yoldaşlarım var burada, daha kötüsünü de gördük, hamdolsun. Alıştım, insan herşeye alışıyormuş bir kere daha gördüm.

 

Ama veda edecek kimsenin olmaması, tutacağım sıcak bir el, huzur bulacağım yaşlı bir göz olmadan gideceğim ya, o oturur içime...

Ara sıra gençler geliyor, elimi öper halimi hatrımı sorarlar. Ne anlatayım evladım size, üşüyorum işte. Çoğu anlatır derdini, isyanını, ben yapamam. 'Aman annenizin babanızın kıymetini bilin' der öğütlere dalarım. Hoş kendiminkilere zamanında öğretememişim ya! Olsun içimdekiler içimde

kalsın, burada da zaman geçer, ömür biter, acı diner. Ben soğuk sayfaları karalarım bana yeter.

 

Huzur ne evde ne dışarıda, ne yalnızlıkta ne kalabalıkta, ne dünde ne gelecekte. Bugün sevdiklerinizle beraberseniz, gönlünüze bahar gelmiş sıcacıksa huzur orada...'

 Aynı derde üzülüyor, ağlıyorsak, hissediyorsak yüreklerindeki yalnızlığı bir şeyleri

paylaşabiliyoruz demektir. Hikâyelerini anlatmaya, sevgi saygı görmeye hasret, gözünü kapıya dikmiş nice yaşlılarımız var, duası dilinde. Gençler bir ülkenin geleceği ise, o ülkenin değerleri, geçmişi, tecrübeleri de yaşlılarıdır. Bizler vicdanımızı özgür bırakmayalım ve yanlarında olalım.

 

 

Zeynep Tuna

Paylaş  

İDEOLOJİNİN GÖLGESİNDE TÜRK MÜZİĞİ

Klasik Türk müziği denildiğinde çoğu insanın aklına genellikle koroyla icra edilen ve oldukça temposu düşük eserler gelir. Geçmişi ve oluşumu hakkında daha çok ipucu elde edebileceğimiz ismiyle Osmanlı müziği de denilen bu tür, getirilen güncel yorumlarla bu izlenimi değiştirmeye başladı. Ancak sevilen ve tarihi boyunca belli bir dinamiğe sahip olan Türk müziğinin kendini uzun yıllar boyunca güncelleştirememiş olmasının hikâyesi oldukça manidardır.

Türk müziği, Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki Batılılaşma hareketlerinden etkilenmişse de bu etki kısıtlama veya yasaklama getirme şeklinde değil, alternatifi olan Batı müziğinin desteklenmesi şeklinde olmuştu.

1920’li yıllarda Cumhuriyet’in ilanıyla beraber yeni bir kimlik oluşturma çabası kendini gösterdi. Yeni bir insan tipi tasarlanıyordu. Bu insan “çağdaş” kıyafetler içinde, “ilerici” ve “akılcı” düşüncelere sahip olmalıydı. Tabii ki bu insanın “irticai”, “ilkel” ve “Osmanlı’yı anımsatan” Klasik Türk müziği dinlemesi düşünülemezdi.

Bu mevzuda Ziya Gökalp’in düşünceleri kabul görüyordu:

“ … Şark musikisinin hem hasta hem de gayrı millî olduğunu gördük. Halk musiki harsımızın, garp musikisi de yeni medeniyetimizin musikisi olduğu için ikisi de bize yabancı değildir. …”

Derhal bu bize “yabancı” müziğe bir şeyler yapmak lazımdı. Yapıldı da: Alaturka musiki yahut şark musikisi denilen geleneksel müziğe Klasik Türk musikisi denilerek milli bir anlam kazandırıldı. Makam isimlerinden sultanîyegâh da saray kokan bir ifade olduğu için “millî yegâh” olarak değiştirildi.

1926’da akademi işlevi gören Mevlevihanelerin ve Darülelhan (sonradan Belediye Konservatuarı) ‘daki Türk müziği bölümünün kapatılması büyük bir darbe oldu. 1936’dan itibaren kurulan konservatuarlardan da dışlanan Klasik Türk müziği eğitimi 1976’da İTÜ Türk müziği konservatuarı kurulana kadar yasak kalacaktı.

Batı müziği ise devlet eliyle desteklenerek yaygınlaştırılmaya çalışılmaktaydı. İstiklal Marşı’nın Ali Rıfat Çağatay tarafından acemaşiran makamında yapılan bestesi yerine Osman Zeki Üngör’ün Batı müziği formlarındaki bestesi kabul edildi. (1930) Okullarda ve halk evlerinde mandolin, keman, gitar gibi enstrümanlar tercih edilmişti. “Türk Beşleri” diye anılan besteciler Avrupa’ya gönderilerek müzik eğitimi aldılar ve 1930’lardan itibaren etkin oldular. “Çağdaş Türk Müziği” olarak anılan çalışmaları aslında Klasik Batı müziğinden başka bir şey değildi.

1935 yılının Ocak ayından itibaren ise İçişleri Bakanlığı’nın emriyle Türk musikisi yasaklandı. Radyoda alaturka müzik dinlemeye alışmış olan radyo sahiplerinin önemli bir kısmı ise geleneksel müziğe daha yakın olan Mısır radyosundaki Arap şarkılarını dinlemeye başladılar. Ancak yasak fazla uzun ömürlü olamadı.

Engelleme ve yasak koyulmasının başlıca gerekçeleri Alaturka müziğin teksesli, dolayısıyla da çağdışı ve Türk milletine yabancıolmasıydı. Yabancı olma konusu aslında Geleneksel müziğin bir Osmanlı sanatı olmasıydı. Osmanlı kültürüne ait diğer olgular gibi bu neticeye ulaşması kaçınılmazdı.

Teksesli ve dolayısıyla da çağdışı olma gerekçesi ise adeta modernleşmenin çarpık ruh halini yansıtan delillerden biri. Klasik Batı müziği gibi sürekliliği olan belirli bir gelenek oluşturabilmiş olan Klasik Türk müziği makamsal, motif ve usul zenginliği olan bir türdür.İmparatorluk coğrafyasında meydana gelmiş olması dolayısıyla birçok kültürden beslenmiştir. Doğu toplumunun özelliklerini yansıtır. Yani Batı müziği gibi tekniğin duygusal yoğunluğun önüne geçtiği bir yapıdan çok alabildiğine duyguyu temel almış bir müzik türüdür. Yani teksesliliğinin makamsal ve melodik esaslara dayanmış olmasından kaynaklandığı söylenebilir.

Yasaklı dönemde köylüleri “çağdaşlaştırmak” için Anadolu’ya opera götürülmeye karar verilir. Dört saat süren bir opera eseri, Sivas’ta, zorla getirtilmiş köylülere dinlettirilir. Daha sonra köyün muhtarından fikir almak için operayı nasıl bulduğu sorulur. Muhtarın cevabı malumun ilamıdır: “Sivas Sivas olalı Timur’dan beri böyle zulüm görmedi.”

 Sedat Akel

Paylaş

Online dergiler Online dergiler