Author

İskele Editörü

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

BİZİ KARANLIĞA VEREN YILDIZLAR

Yunan ve Roma dininde tanrıları temsil ederlerdi, onlara tapınan insanlar vardı.

Yüzyıllardır yön bulmada kullanılıyorlar, hala harita çizimlerinde yıldızlara başvuruluyor.

Edebiyatta sevgilinin gözyaşları onlara benzetilmiş, gecenin karanlığında şairlere ilham kaynağı olmuşlar.

Yıldızlar… Yedi kat göklere serpiştirilmiş, yaratılış harikaları…

Biz “gereksiz yere” ünlü olan, “uğraştığı sanatta başarılı olmasa bile” adı dillerde dolanan, özel hayatlarıyla sürekli gündemi meşgul eden, “içi boş düşünce ve davranışları” bizim tarafımızdan takip edilen insanlara da “yıldız” diyoruz. Neden?

Okuduğum bir yazıda ürettikleriyle halkı aydınlatmayan aydınlardan bahsediliyordu. Bu aydınlar bununla da kalmıyor, içinden çıktıkları toplumu dışlıyorlar da. Aydınlar halkın seviyesine inmiyor, halk aydınların seviyesine ulaşamıyor. Halk; kendilerini kalkındıracak, ferah ve refaha ulaştıracak, aydınlatacak kesimden mahrum oluyor. İş böyle olunca iki taraf birbirini dışlıyor, iki başlı ejderha, bir baş diğerini beğenmiyor.

Destekleyeceklerine birbirlerini iyiye dair, ket vuruyorlar aksine...

Gerçek aydınlar, halkı dışlayınca, halk kendini sahipsiz gören çocuk misali, tanımı yapılan “yıldızlar” ın kucağına atıveriyor kendini. Kendilerini buluyorlar onlarda, daha yakın geliyor onlara yıldızlar, dışlanmıyorlar onlar tarafından. Aksine, yıldızlar kimi zaman, halka kendilerinin onlardan daha zeki, daha akıllı, daha işe yarar insanlar olduğunu hatırlatıyorlar. Yıldızlar halkın bilmediği kelimeler kullanmıyor, anlamadıkları görüntüleri resmetmiyor, felsefesi olan bir oyunu sergilemiyorlar. Sokak ağzıyla konuşuyor, argo kullanıyor, gerekirse şiddet ve cinsellik içeren yaşantılarla ( Freud’ a göre şiddet ve cinsellik insanın doğasını oluşturur.) halkın salonuna kadar giriyorlar.

İsimleri yıldız ama parlamıyorlar, karanlığa veriyorlar dört bir yanı…

Yıldızların bazıları bazı zamanlar daha fazla gündemde oluyor. Halk belki dalga geçerek, belki de gerçekten gönül vererek takip ediyor yıldızları, bu çok önemli olmuyor. (umuyorum bu yazıyı okuyanlar arasında gönül verenler yoktur böylelerine) Derler ya reklamın iyisi kötüsü olmaz diye, biz oturduğumuz yerden dalga geçtikçe, yerdikçe para kazanan, değerlenen insanlar var. Yapılan programlar, pazarlama tekniği olarak,  “gündemdeki yıldızları” kullanılıyor. Yani halk kimi diline dolamışsa, o sıra kimi takip ediyorsa, yapılan programlara para kazandıracak insan odur. Programın içeriği önemsizdir. Önemli olan yapımcının ne kadar kazandığıdır.

Şu sıra bir tane program var. Programda, aslında gereksiz bir insan, maddi çıkarlar doğrultusunda kullanılıyor. Yapımcısı geçenlerde televizyona verdiği bir röportajında “Biz o insanı bu özelliğini, karakterini bilerek programa dâhil ettik.” Dedi. Bu söylemin açıklaması: “ Biz o insanın bu programı o kadar insana izleteceğini biliyorduk. Halk istedi, istediğini verdik.” olabilir ancak. Göz ardı ediliyor; halk istemiyor, yapılan davranışları yeriyor, lastik gibi uzatıp espri konusu yapıyor hâlbuki… Biz eğlenceli birkaç dakika geçiriyoruz diye insanlar üzerimizden kaç haneli sayılarla ifade ediyor kazançlarını…

Biz küçümsedikçe büyüyen insanlar… Bu devirde en çok onlar pirim yapıyor. 

Bu “yıldız” sorununu aydınlarla el ele verirsek çözebiliriz. İki başlı ejderhanın iki başının da ileriyi göstermesi gerekiyor ileriye gidebilmek için. Aydınlar bizi aydınlatmalı, biz her şeyin reklamının yapılmaması gerektiğini anlayıp medyaya karşı tavrımızı belli etmeliyiz. 

Ve bunların yanında; 

Eskiden suyun yanına kurulurmuş ya evler, biz kütüphanelerin yanı başlarında yaşamalıyız. Her yemekten önce bir yudum şiirimiz olmalı, yatmadan önce atıştırmalık hikâyelerimiz... Kelimelerin ahengiyle beslenmeli ruhumuz, cümlelerin manalarında hayat tüketmeliyiz.

Biz, bilinçlenmeliyiz; düşündürmeyeni hayatımızdan dışlamalıyız.

Üzerimizden, haksız kazanılan paralara dur demeliyiz.

Değersizlere değer vermeyi bırakıp “yıldız” kelimesinin anlamını yeniden yapılandırmalıyız.

İlham kaynağı olan, yol gösteren, fikirleri yaratılış harikaları olan insanları yıldız olarak adlandırmalıyız, bizi karanlığa verenleri değil.

 Hilal Yaslı

Paylaş


     Hilal Yaşlı'nın Eski Yazıları

MİLLİYETÇİLİĞE 21.YÜZYIL YORUMU

Post-modern çağ, kavramların içeriklerinde oluşan değişimlerin belki de en hızlı yaşandığı zaman dilimidir. Özellikle Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla oluşan “yeni dünya” algısı bu değişimin en temel sebeplerinden biridir. İnsanlar Dünya’nın bir köy haline gelmesiyle oluşan şaşkınlıklarını yaşayamadan, yıllardır dillerinde gezinen kavramların da içerik olarak değişime uğradığını görünce şaşkınlıkları katlanmaktadır.

Temellerini Fransız ihtilalinden alan milliyetçilik kavramı özellikle 20.yüzyılda ulus-devletlerin inşası sürecinde temel taş olarak kabul edilmişti. Matematiksel olarak insanların Beyrut’ta, İstanbul’da, Newyork’da doğma ihtimalleri eşitken ve bunu seçme gibi bir şansları yokken bunun üzerinden üstünlük iddia etmek her dönem kafa karıştırıcı olmuştur. İnsanların ancak kendi ortaya koydukları ürünlerle övünebilecekleri düşüncesiyle yola çıkılırsa “milliyet” eksenli bir milliyetçilik anlayışı en baştan beri kokmaktadır.

Madalyonun diğer yüzünde de bir fıtrat gerçeği var. İnsanoğlu varolduğu günden beri yetiştiği veya çevresinde bulunduğu kültürlere yakınlık duymuş, onların kültürel kodlar içeren davranışları benimsemiştir. Burada ise işe “milliyet” değil “millet” kavramı girmektedir. Tabi ki burada millet milliyetten gelen bir kavramdan çok; ortak bir coğrafya, ortak sevinç, ortak acı v.b oluşturduğu topluluk olmaktadır. Sınırlarla doğrudan ilgisiz olan bu millet kavramının içerdiği milliyetçilik başkasına dil, din, renk, partisinden dolayı herhangi bir ayrıma gitmeksiniz ortak bir keder doğrultusunda kenetlenmektir.

Özellikle modern zamanlarda “milliyet” eksenli milliyetçilikle,”millet” eksenli milliyetçilik birbirine girmiş ve tarifi zor acılar yaşatmıştır. Ulus-devlet mantığının dayattığı tek ulus, tek milliyet düşüncesi insanlara tepkisel olarak “milliyet” savunması oluşturmuş ve milletinin kültürel kodlarının yok olmasından endişe duyan “millet” milliyetçileri de bu pompalanan korku havasından nasibini almıştır.

İnsanların aklına “millet eksenli denilerek milliyetçilik yumuşatılmaya mı çalışıyor ?” diye bir soru gelebilir. Zira milliyetçiliği süsleyerek servis eden “ulusalcı” çevrelerin garip tavırları bu korkunun haklı sebeplerini oluşturmaktadır. Türkiye özelinde düşünecek olursak Anadolu halkının kültürel kodlarından hiçbir zaman bir kişiyi herhangi bir vasfından dolayı dışlamak söz konusu olmamıştır. Öteden anlatılan gelen anılar, hikâyeler ve tarih bize bu topraklardan insanların çok yüzyıllar boyunca birbirlerinin tercihlerine saygı duyarak yaşadığını göstermektedir. Burada insanlar “milliyet” ekseninden çok “aynı kaderi yaşayanlar” ekseninde bakmaktadır.”Millet” eksenli bir milliyetçiliğe yeni bir isim bulmak da gerekmektedir zira “milliyet” kökeninden gelen bir kelime her defasında “milliyet” duygusunu çağrıştıracaktır.

Yaşadığımız yüzyıl bizlere dünyadaki değişime bakarak yöremizi yorumlamamız gerektiğini gösteriyor. Tam tersini yaparak yani dünyayı kendimize göre yorumlarsak cumhuriyet tarihinin ilk yıllarından günümüze kadar gelen garabet hallerden kurtulmamız mümkün görünmemektedir. Hele meşhur bir yalan olan “bölgemizin kendine ait şartları var” cümlesi “milliyet” üzerinden tasnif yapmaya çalışanların yemini gibi olmuştur. Bölgemizin şartları elbette jeopolitik olarak özeldir fakat bu bizim “milliyet fetişizmi” yapmamıza en ufak bir dayanak noktası dahi oluşturmamalıdır. Bölgemizin özel şartlarını medeniyetlerin buluşması doğrultusunda değerlendirmeliyiz.

 Dünyada sık sık dile getirilen “medeniyetler çatışması” tezlerine prim vermemek ve bu doğrultuda tavır koymak her vicdanlı insanın boynuna borçtur.

                                Ömer Kaya


     Ömer Kaya'nın Eski Yazıları   

ÜSLUBUN YARALANMASI

Kafamızdan geçen harfler dizisine biçeceğimiz elbise, üzerinde nakışlar ve tarzı şüphesiz içerdiği ruh kadar önemlidir. Nitekim edebiyatçıların bir kısmı üsluba o kadar önem vermiş ki manaya dahi feda edilebilir dereceye getirmişlerdir.

Üslup öyle önemlidir ki bazen çıkmaz sokaklardan size tüneller açar, tahmin edilmez aydınlıklara kavuşturur. Kimi zaman da ham bir duvara bir balyoz sallamaktan farksızdır. Üslup içinden çıktığı kalbin yapısını ele verir. Onun içindeki yaraları, zikzakları ve boşlukları. Kendi rengine boyadığı harfleri sunar dilin emrine. Dilden çıktığı andan itibaren atılmış ok misali geri dönülmez bir yola girmiştir. Ne kadar doğrudur bilinmez ama insana iki kulak bir ağzın verilme sebeplerinden biri de iki işitip bir konuşmaktır.

Üslubun ustaca kullanıldığı en büyük sektörlerden biri medyadır. Teknolojinin gelişmesiyle ortaya çıkan “her an iletişim” fikrinin desteklediği bir ortamdayız. Bu fikrin birçok avantajları olduğu gibi kısa ve uzun vadede oluşan dezavantajları da hiç de azımsanacak yoğunlukta değildir. Kısa vadedeki dezavantajlarından biri; hızın getirdiği üslup sorunu ve bilgi kirliliği. İlk olmanın verdiği hırsla hareket etmek kimi zaman aynı olay hakkında zıt şeylerin ortaya çıkmasına sebebiyet veriyor. Gelen tekzipler ise güvenirlik hanesine koca bir leke olarak yerleşiyor. Uzun vadedeki sorun dezavantajdan çok derin yaralar oluşturmaktadır. İdeolojilerin yavaş yavaş manasızlaşmaya gittiği 21.yüzyılda halen –izm’ler üzerinden bir etiketleme ve bu etiketlemenin sonucunda oluşan bilgi kirliliğinin yoğunluğu. İnsan öğesinin tamamen silindiği satırlar, buram buram ideoloji kokan yorumlar, kan davasına dönüşen kısır çekişmeler ve daha niceleri… Üslubun bu derece tahribata uğradığı ortamda değil sorunları çözmek, sorunları adlandırma aşaması bile içi boş, desibeli yüksek ses yığınlarına maruz kalmak doğal bir sonuç olarak karşımıza çıkmaktadır. Kelimeleri fikir ürünü olma vasfından çıkarıp rakip zannedilen kişilere fırlatılan bir ok seviyesine düşürmek kaosu tetiklemekten öteye gitmemektedir. Gazete arşivlerini taradığımızda 30 yıl önce tartışan olaylarda halen sorunu adlandırma seviyesine bile gelememiş olmak üslup olayının önemini ortaya koymaktadır. Kendisine hedef seçtiği kitleyi yaftalamak uğruna girişilen “kirli üslup” en çok da insan hayatını perişan ediyor. Zaman kaybından tutun da enerji kaybına kadar giden bir kayıplar silsilesi…

Bu kirli çarka çomak sokmak isteyen vicdanlı insanları kimi zaman görsek de o kirli çark bu vicdanlı insanları ya kendi sisteminde eritiyor ya da tamamen ilgisiz kalarak onun çığlıklarının dinmesini bekleme vaziyetini giriyor. Birbirinden beslenen bu kirli çark zaman zaman aralarında paslaşarak(güya kavga eder gibi) vicdanlı çığlıkların duyulmasını engelliyor. Dikkat edilirse sisteme dair en ufak bir düzenleme süreci kirli çark sahipleri tarafından anında sabote edilmektedir. Zamanlara göre araçlar farklı olsa da temel zihniyet aynıdır. Özne kimi zaman “satırlar arasında kalan” bir sözüyle vurulur, kimi zaman verdiği bir demeçle, kimi zaman eski aile fertleriyle… Toplum nezdindeki bu küçültme operasyonun başarısı aynı zamanda sistemin devamıyla doğrudan ilgili. Bu vicdanlı sesleri sadece bireysel bazda düşünmek de hatalı olabilir. Kimi zaman kurumsal bir yapı da bu denli bir sistemi hissetmekte ve ortak hareket etmektedirler ancak “yafta süreci” bu defa da onlar için çalışmaktadır. En sık başvurulan olan “dış mihraklar” tarafından beslenildiği yaftası,”etrafımız düşmanlarla dolu” teziyle yetiştirilen insanları can damarından vurmaktadır. Böylece kamuoyu nezdinde vicdanlı insanlar da yaralanmış oluyorlar.

Herşeye rağmen saygının, barışın dilini konuşmayı göze almak bedel ödemeyi gerektiriyor. Bu dili konuşmak en başta sağlam bir duruşa sahip olmaktan geçiyor. Zira söylenen sözlerden çok fiille tekzip etmek daha yararlı olmaktadır. Fikir adamı olmak belki de bu noktada başlamaktadır. Asrın önde gelen mütefekkiri büyüklüğü gösteren özelliklerin tevazu ve mahviyet olduğunu vurgulamakta, kibirlenenleri ise büyük görünümlü çocuklara benzetmektedir. Bin kişinin yaptığı bir sarayı, bir kişi bir kibritle yok edebilir. Tahribin kolay olup yapımın zor olduğu bu derece açıkken daha çok yapıcılara ihtiyaç olduğu bir gerçektir. Yolda yürürken zira söz sarkıntılığında bulunan çocuğu ne kadar ciddiye almak gerekiyorsa üslup davası uğrunda mücadele eden fikir adamları da kendisine saldıranlara karşı benzer bir tavır almalıdır. Üslup konusunda belli bir eksen oturtulduğunda aslında sorun zannedilen olayların karşılıklı diyalog sayesinde çözüm sürecine gireceği rahatlıkla görülebilir. Zira üslup oturunca sorundan beslenen tarafların maskeleri düşecek insanlara oynadıkları derin tiyatro deşifre olacaktır.

Fikir insanlarının ilerde anlaşılacak sözlerini gününde fark edilmesi hayati önem taşımaktadır. Zira bir analizin değerliliği öngörülü olmasıyla doğru orantılıdır. Bu analiz sadece belli öznelere yönelik değil genel bir çerçeve çizmelidir ki çağa meydan okuyabilirsin yoksa belli tarih aralığındaki geçerliliğinden sonra arşive kaldırılması kaçınılmazdır.

Tarih bize her şeye rağmen insanlığın temel vasıflarından taviz vermeyenlerin uzun vadede kazandıkları ve fikirleriyle insanlara yol gösterdiğini öğretiyor. Kısa vadeli tatminkâr tavırlar ise tarihin çöplüğünde kıvranmaktan kurtulamamaktadır.

 

Ömer Kaya

Paylaş


     Ömer Kaya'nın Eski Yazıları

BİR ‘SEN’ VARDIR BENDE, ‘BEN’DEN İÇERÜ

Her türlü sıfatın ve hatta ismin insanlıktan soyulup sıyrılabildiği yerde bile vazgeçemediğimiz yegane varlık, 'ben'lik... Bir ismim, ismimin önünde bir sıfatım olmasa bile 'ben benim sen de sensin'. Bu söz, bir meleği aşağıların aşağısına düşüren ve en güzel bir melaikelikten sonsuza kadar değişmeyecek olan lanetli bir ismi taşımaya mecbur eden en bedbaht söz. Evet şeytanlığının arifesinde, şeytanın sahip olduğunu sandığı bir tek şeyi vardı, 'ben'liği...

'Sen' olmanın anlamını biliyor muyuz? Hayır. Çünkü hepimiz 'ben'iz ve 'ben' olmanın tadını biliyoruz. 'ben' olmanın gerektirdiğini yapıp, benliğimizi var etmeye ve büyütmeye çalışıyoruz. Ama 'sen' olanla veya 'o' olanla öyle bir bağ var ki aramızda... Şunu bilmeliyiz, aslında hepimiz 'sen'iz bir diğerine göre.  Biz yalnızca benliğin yüksek, dar ve kurumlu pervazlarının arasından baktığımız için göremiyoruz, aslında parmakla gösterilebilecek kadar 'sen' olduğumuzu... Herkesin hayatta ne kadar benliğe sahipse bir o kadar da 'sen' konumunda olduğunun farkına varmak esas olan. Kendimizi bir diğerinin yerine koymaktan, empati yapmaktan bahsetmiyorum. 'ben' kamuflajından sıyrılıp, kendimizi  'sen'liğin  sıfır noktasına koymaktan bahsediyorum.

Bireysel kelimesinin üzerine sinen bencillik kokusunu çıkarabilir veya evrensel kelimesinin içinde havalandırabilirsek, ortak hazinemiz olan oksijen gibi kolayca soluyabiliriz kardeşliği.'Diğer' sıfatını verdiklerimizle, gözden çıkardıklarımızı değil de kendimize ayırdıklarımızı paylaşarak başlayalım işe. Benliğimizin güçlü gelişmişliğinin sebebiyet verdiği bütün bencilliklerimizi ve kibirlerimizi, bölebildiğimiz kadar küçük parçalara bölüp, en küçüğünü kendimiz almak suretiyle dağıtalım bir aşure gününde. Arada bir, aynanın karşısına geçip 'sen'li konuşalım kendimizle. Ashab-ı Bedir gibi, son nefesinde çene suyunu bir başkasına ikram edebilecek kadar eremesek de 'sen' olmanın sırrına, kaybetmeyelim umudumuzu. Ve 'sen',aynadaki! Kaybetme umudunu...

                                                                                                           Zeynep Ebrar Gümüs 

NASILSAM ÖYLE MEZUN OLURUM!

Bir 27 Mayıs daha…

Türkiye’nin en özgürlükçü üniversitesi olarak bilinen Boğaziçi Üniversitesi’nde, özgürlüğün elleri diploma kurdeleleriyle kelepçeleniyor. Boğaziçi Üniversitesi yıllık komitesinin kulaklarına, öğrenci işleri çalışanının "Başörtülüler gözüme böyle hoş görünmüyor, mezuniyette takacakları boneden taksınlar, o zaman olabilir" sözleri çalındı önce.

Üniversitenin 2011 mezunları, mezuniyet törenine başörtülü katılamayacaklarını ve yıllıklardaki beyaz boşluğu da ancak boneli fotoğraflarının doldurabileceğini öğrendiler 28 Mayıs’ta bir maille. Derslere başörtülü girmekte sorun yaşamayan Boğaziçililer, gelen bu haber üzerine, sessiz kalmamaya karar verdiler. Çünkü 17 yıllık eğitimlerinden, tıpkı diğer arkadaşları gibi onlar da mezun oluyorlar, tıpkı onlar gibi mezuniyet törenine oldukları gibi katılma hakkına sahipler.

Hiç kimsenin, görüntü kirliliği yapmaları sebebiyle onların bu hürriyetini ellerinden almaya hakkı yok. 28 Mayıs’ta, “Bu mücadelenin amacı bu üniversitenin öğrencisi olan herkes gibi hakkımız olandan kimsenin gözüne hoş görünmediğimiz için vazgeçmeyeceğimizi bildirmek!” diyerek Facebook üzerinden bir etkinlik başlattılar destek çağrısında bulunan. Bir hafta içinde büyüdüler, Twitter, Ekşisözlük, İtü sözlük gibi sitelere dahil oldular…

Her görüşten ve her yaştan destekçi bulmaları da, bu çağrının ideoloji değil özgürlük meselesi olduğunu gösteriyor. 28 Şubattan bu yana geçen 14 yıl, bazılarının, başkalarının özgürlüklerini “kirlilik” olarak algılayan zihniyetlerinin gelişimine yetmemiş olacak ki böyle bir durum yaşanıyor. Dilerim ki, desteklerinizle hürriyetin prangası olan bu zihniyetin kırılma noktası, Boğaziçi Üniversitesi 2011 Mezuniyet Töreni olur.

Sizce de çağa ayak uydurmanın zamanı gelmedi mi?

Hilal Cirit

HANGİMİZ GERİCİYİZ?

20.yüzyılın tartışmasız en büyük mütefekkirlerinden biri kabul edilen Bediüzzaman Said Nursi her mütefekkir gibi insafsız ithamlara maruz kalmış, yapmadığı şeylerle yaftalanmış, ömrünü harp meydanlarında, hapishane köşelerinde, sürgünlerde geçirmesine rağmen asla zulme boyun eğmeyen bir portre olarak karşımıza çıkmaktadır. Zulme boyun eğmeyen bu adam aynı zamanda kendisine işkence edenlere hakkını helal edecek derecede de merhamet sahibidir.

100 yıl öncesinde ulus-devlet mantığının rüzgârlarının şiddetli estiği bir dönemde doğuda kurmak istediği üniversitenin dili için "Arapça farz, Türkçe vacip, Kürtçe de caizdir" demiştir. Bugün bile halen tartışmakta olduğumuz anadil meselesine bu derecede çözümcül yaklaşan bir kişi mi yoksa bizler mi gericiyiz?

Cumhuriyete karşı olmakla tanıdık hep onu. Oysaki medresede okurken çorbasının tanelerini karıncalara Cumhuriyetperverliklerine veren bir zata bu yakıştırmak ne ahmakçaydı. Şeriat istemekle tanıdık onu. Oysa o 31 Mart hadisesinde şeriat isteriz diye seslenen kişilere karşı “şeriat sebeb-i saadet, adaleti mahz ve fazilettir fakat ihtilalcilerin istediği gibi değil” diyerek yine bizleri ters köşe yapmıştı. Onun şeriat anlayışı adaleti mahza yani bir masum dokuz cani bir gemide bulunsa(yine kendi ifadeleri) o gemi batırılamaz. Bu derece bir adalet anlayışına bir de şu andaki adalet anlayışına bakalım. Hangimiz gericiyiz?

Günümüze kadar kuvvetin kanun yerine geçtiğini hep müşahede ettik ve hep yakındık. O ideolojiden bu ideolojiye koştuk durduk. Oysaki hepsi gücü eline geçirdiğinde gücü, kuvveti kanuna tercih ettiğini pekâlâ da biliyorduk. Peki, o ne söylüyordu bu konuda? “Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa istibdat tevzi olunmuş olur.” Teziyle her türlü baskıya, zulme karşı çıkan birinin ufkunu anlamaktan bile acizdik ve onu hep basit “baskıcı cemaat lideri” olarak yaftaladık. Demokratikleşmenin sancıları ortada yokken mahkeme meydanlarında bunları haykıran adam mı yoksa istibdada düşmanımıza zulmediği için göz yuman bizler mi gericiyiz?

Hürriyet kavramını hep sınırsız olarak aldık. İnsan başka özgürlükleri ihlal etmediği zaman özgürdü. Peki, sosyal bir insan olan insan nasıl oluyor da kendine zarar vermesi özgürlük oluyor? Başta aile sonra çevresiyle olan ilişkisi göz ardı edilen insanoğlunun kendine zarar vermesi yine bir özgürlük ihlalidir. Zaten post-modern toplumlar da yakın zamanda insanın kendi üzerinde karar verip veremeyeceği üzerinde yoğun bir tartışma içerisindeler. Peki, Bediüzzaman ne diyordu? ” Hürriyetin şe'ni odur ki, ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın”.Bugün hala hürriyet meselemizi çözememişken bu konuya ulaşacağımız seviyeyi 50-60 yıl öteden seslenen bir adam mı gericidir yoksa bizler mi?

Farkına varamadığımız nice değerlerimiz var ki üstümüze atılan şal yüzünden onları göremiyoruz. İmdat çağrımızı dışarıya atarken yakın çevremizden gelen yardım eline bir yafta uğruna geri çevirmemiz gericiliğin önceki yıllarda doğmak olmadığı aksine önceki yıllarda kalmak olduğunu açıkça yüzümüze vuruyor. Fikirleri yüzünden zindanlarda çürüyen nice mütefekkir bugün saygıyla anılıyor ve etraflarında milyonlarca kişi pervane oluyor. Onların bu tasavvurlarını idrak etmekten uzak devrin yöneticileri ise çoktan silinip gitmiş durumdalar. Tarihe imza atanların zamanına göre konuşan değil zamanı aşarak konuşanlardır.

Ömer Kaya

Paylaş

 


     Ömer Kaya'nın Eski Yazıları

Online dergiler Online dergiler