Author

Osman Kibar

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

İKİ MEZARLI ÖLÜ

-Mîrim, duydunuz mu, İzzet Hulûsî Bey de tevkîf edilmiş.

-Evet, haberimiz oldu. Allah yardımcısı olsun.

-Olsun da Mustâ Efendi, bu işin sonu...

-Kader dostum, kader... Tevekkülden başka silahımız yok.

-Tevekkül ne zamandan beri silah oldu?

-Biz tevekkül diyeliden beri.

-!

Mustâ Kâzım Efendi, kendi gibi yaşlı, güngörmüş, âlim bir zât olan dostunun hayretiyle ilgilenmedi. Bazı insanlar mutlak bitiş sonrası bile, umutsuz bir çâre arayışına girerdi. Memduh İhsan da bunlardandı. Belki de kabullenemiyor, hâlâ izlenecek yol, yapılabilecek bir şeyler olduğuna inanıyordu; inanmak istiyordu. Kendini ilme adamış, münevver ve hassas birisiydi. Kendinden ve kendine yapılacaklardan çok, olan ve olacaklarla ilgiliydi. Daha ne ve neler olabilecekse... Mustâ Kâzım Efendi, bir ân ona benzemeyi istedi.

İşte, kaç gün oluyor, İstanbul kanlı cendereye dönmüş, malzemesi insan olan bir yumağı sıktıkça sıkıyordu. İfâde diye çağırılanlardan bir daha haber alınamıyor, mahkemeye çıkanların boynuna hürriyet kordelası bağlanıyordu. Daha tetik duranlar kaçıp saklanmış, izlerini kaybettirmişti. Küçük mahalle câmisi dışında cenâze namazına yasak getirilmiş, uzak akrabalar bile mezarlığa sokulmuyordu. Cuma kılmaya yeter cemaât bulunamıyordu. Bazı kafalarla birlikte maaşlar da kesilmişti. Çoğu müderris yaklaşan ramazanda fırınlarda gececi hamurkâr olarak iş bakıyordu. Çoluk çocuk akraba evlerinde sığıntıydı. Bunlar yetmezmiş gibi, adı şimdiden karaya çıkmış bir kış adım adım yaklaşıyordu. Kimse mangal üfürmenin kaça patlayacağını kestiremiyordu; belki de hiç tütmeyecekti. Ocaklar söndükten âr, hayâ ve şeref pây-i mâl olduktan sonra bir iki mangalın hesabı yapılmazdı. Herkes sıranın ne zaman kendine geleceğini bekliyordu. Bu menfur bekleyiş fazla gecikmiyor, bir sabaha karşı kapılar dipçik darbeleriyle sarsılıyordu.

Sabır, ne zamandır sığınak olmaktan çıkmıştı. Çatlamadık yeri kalmamış taşlar, paramparça halleriyle tozdan bir sis olarak bütün şehri örtmüştü. Bu habis şalı delip geçemeyen ışık huzmeleri sızacak yer bulamayıp karanlığı daha da arttırmak üzere güneşe geri dönüyordu. Bu arada gözler, yavaş yavaş karanlığa alışmaya başlamıştı. Karanlığın artık kararlı olduğu anlaşılmış, gözler de bunu kabullenmişti. Bu puslu hava ve loş şehirde bitkin, çâresiz yüzler, dikliğini kaybetmiş omuzlar, sürüyen adımlar ve edeceği duâları tüketmiş, kıpırtısız, yumuk dudaklar sahipsiz birer gölge gibi dolaşıyordu. Mânâsından uzaklaşmış akl-ı selîm, olana bir ad koymakta zorlanıyordu. İtiraz kurumunun kapısı ağ bağlamış, geleni gideni kalmamış, bomboş bekliyordu. ‘Korkma, Allah bizimledir’ diyen ses kendine muhâtap arıyor, muhtemel muhâtaplar sığınacak bir in dahi bulamıyor...

Mustâ Kâzım Efendi ‘Bu böyle gitmeyecek’ dedi. Artık buralar duracak yer hükmünden çıkmıştı. Şartlar tamam oldukta, hicret müyesserdir... Karşı koyacak ne güç vardı ne de niyet. O halde, kaçıp saklanmak ve gününü beklemek; düzeleceğini ummak üzere beklemek; beklerken de güvende bulunmaktan başka çıkar yol yoktu. Böyle düşünen bir kendisi değildi; nice yakın dostu ısmarlama bir vedâ ile ücrâ yerlere çekilip gitmişti. Kaçmak, artık ayıp sayılmaktan çıkmıştı. Becerebilenler için ‘kurtuldu’ deniyordu. Duyulanlar doğruysa -ki hiç şüphesi yoktu- Âtıf Efendi îdam edilmiş, Âkif Bey Mısır’a sığınmıştı. Gelen diğer dost haberleri de bunu aratmayan birer fâciaydı. Tahammül mülküne Hulâgu Han saldırmış, bülbül sürüsüne şahin dalmış gibi, dört yan feryât halindeydi.

İlk önce birkaç yakın dostuna açtı, sonra evdekilere söyledi. Gizli hazırlık ve gerekli tedârik çabuk bitti. Bandırma yolu açık, deniyordu. İşin ucu üç beş mecidîyede bitiyordu. Celep kılığına bürünmek zor olmadı. Kadınlar yeldirmelerini atıp yaşmak örtündü. Büyük oğlan güvenilir bir kavafa emânet edildi. Yan komşularla vedâlaşmadan, sabah alacasında iskeleye vardılar. Serhoş memurlar, bu basit yolcu kafilesiyle ilgilenmedi. Hergün yüzlercesini gördükleri bir manzaraydı. Gemi yolculuğu sâkin geçti. Çıkındakileri yiyip tütün balyaları üzerinde yattılar.

Rıhtıma çıktıklarında, ikindi ezanları okunmaya durdu. Mustâ Kâzım Efendi ‘Buna da şükür, ezan sesi bâri duyabiliyoruz’ dedi. Ama ardından, bunun da uzun sürmeyeceği yollu bir ürperişle içi cız etti. Zorlu bir pazarlık sonrası bir yaylıyla anlaştı. Başka zaman olsa, bir çeyreğe bitecek Biga yolculuğu tam üç altına patlamıştı. Gönen’e yaklaştıklarında çeteler yol kesti. Yolcunun boş adam olmadığını anlayan çetebaşı, el öpüp yanlarına iki üç adam katıp Ulukır’a kadar selametledi. Kısmen sâkin bir Biga ile karşılaşmak hepsini rahatlattı. Daha İstanbul’dayken işitilen bir söylentinin doğruluğunu öğrenmekle, yeniden sarsıldı; Ahmet Bey’in şehâdetinin üzerinden -neredeyse- üç yıl geçmişti.

Baba dostu bir değirmencinin evine indiler. Yaşlı dost, ertesi gün Kazmalı’ya dönecek bir manda arabası olduğunu söylüyor, bir yandan da ‘Burada kal, kiralık uygun bir ev bakalım’ diyordu. Daha ilk gün Biga’nın da Mustâ Kâzım Efendi için yeterince güvenli olmadığı anlaşıldı. Rüzgârın ne yönden estiği belliydi. Ata ocağı dağ köyünde belki de unutulur, izi sürülmezdi. Şehrin henüz durulmamış, kaynayan bir kazanı andıran istikrarsız havası hiç de iyi şeylere gebe değildi.

Un çuvallarını öne yığıp arkada yolculara yer açıldı. Fakat, kutsal emânetmiş gibi yanlarından ayırmadıkları bir sandığı kaldırıp yerleştirmekte zorlandılar. İçinde ne olduğunu soran adamı, Mustâ Kâzım Efendi ‘Hiç işte... Öte beri’ diye savdı. Arabacı sözünü bilmez cinstendi; köylüsü olduğu unutulmuş bir efendiyle nasıl konuşacağını bilmiyordu. ‘Gâvur ölüsü gibi mübârek’ diye takıldı. Mustâ Kâzım Efendi’nin içi bir daha cız etti. Mırıldayan bir sesle ‘Müslüman cenâzesi oğlum, müslüman’ dedi. Adam baltayı taşa vurduğunu anlayıp bir şeyler geveledi.

Kaldırımbaşı alçağı şimdiden balçığa dönmüştü. Hamidîye, Pekmezli ve Karantı’yı geçip Kozçeşme’ye vardılar. Ne yolcular ne de mandalarda güç kalmıştı. Akşam ezanıyla teyze oğlunun tokat kapısına dayandılar. Karşılarında İstanbullu Efendi Amcaları ve âilesini gören yeğenler, onları koyacak yer bulamadı. Evin gelini pek hamarat bir şeydi. Yarım saat geçmeden tarhana, koyultmaç, pekmez ve somun ekmekli mükellef bir sofra kuruldu.

Arabacı, bacanağında kalacağını söyleyip ayrılmıştı. Artık acele etmiyorlardı. Tâkip, tevkif endişesinden kurtulmuşlardı. Yarın öğlen çıkıp ikindide Kazmalı’ya ulaşırlardı.         

Kendileri varmazdan önce haberleri gelmişti. Yıllardır boş duran ev, akraba gelin ve kızların becerisiyle şimdiden onları yıllarca ağırlamaya hazırdı. İrice bir koç kesilip bulgur kazanları kaynatılmıştı. Yolcuların inmesiyle, genç imam şükür duâsına el açtı, herkes ‘âmin’ dedi. Mustâ Kâzım Efendi ise ‘Bunlar ahvâli bilmiyor. Beni burada durduk yere meşhur edip mahvıma sebep olacaklar’ diye iç geçirdi. Ama, bu samimî, candan akrabalara kızamadı. Her şeyi her zaman ve her yerde açıklamak uygun düşmezdi. Herkes kaderini yaşıyordu. ‘Demek, irşat vazifemiz daha bitmemiş’ dedi.

İki delikanlının el attığı sandık, düşünülmüş bir özenle içeri taşındı. Etraf ‘hoş geldin’le ilgilenirken, Mustâ Kâzım Efendi yan odada bekleyen sandığa gitti, besmeleyle açtı ve sevinçle hiçbirinin zedelenmediğini gördü. Evet, kitapları da en az kendileri kadar güvendeydi!

*

İki yıl dolmadan kötülüğün eli sığındığı bu köye de ulaştı... Suç delili olarak aranan kitapları bulamadılar ama, o yine de karakola düşmekten kurtulamadı. Haftalar sonra bırakıldığında, bir enkâz yığını halindeydi. Evet, bir insan enkâzı...

İşkencenin izi aylarca gitmedi. Sonunda o da câmiye gidemez, helâya çıkamaz oldu. Ziyaretçileriyle topluca görüşüp öğütler veriyor, sözünü ‘Bu da geçer yâhu’ diye bitiriyordu. Yalnız görüştüğü bir tek kişi vardı: Aşağı mahalleden kardeş çocuğu Fevzî. Onunlayken, saatlerce konuşuyor, içeri kimseyi sokmuyordu. Fevzî her ayrılışta ağlıyor, kimseye bir şey demeden dağdaki ağılın yolunu tutuyordu.

Son görüşmede Fevzî daha yeni girmişken, telaşla dışarı koştu. Ev halkıyla birlikte ziyâret için bekleyenler de odaya doluştu. Hasta, emâneti teslime hazır bir sükûnetle helâllık diledi, salavat getirdi. Son mırıltısını anlayamadılar. Terekesinden de bir şey çıkmadı.

Üç gün sonra Mustâ Kâzım Efendi’nin yanında bir mezar daha belirdi. Fakat köyde yeni mezara konacak cenâze yoktu. Pek konuşkan olmayan bir çoban ağıldan inmiş, burayı kazmış ve içine tabuttan küçük, içi kitap dolu bir sandık uzatmıştı. Çoban Fevzî, işi bittikten sonra üşenmeyip yeni mezar üstüne bir de fâtiha okudu.

Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

FİLEK KALESİ

Köse Kadı’nın habercisi kaleye alındığında, henüz gün yeni ağarmıştı. Mescidten dağılanlar onu farketmedi bile. Bir ânda kale sâkinlerinden biri oluvermişti. Hiç de konuğa benzemiyordu; pek gençti. Tırtıl sakalı, yüzüne iğretilikten öte bir çirkinlık veriyordu. Dilenci olacak yaşta da değildi. Bu haliyle, hem de bu vakit, aklı başında hiçbir muhafız onu kaleye sokmazdı. Bu genç Çingenenin böyle bir kaleye girmesi ve ortalıkta dolaşıyor olması şaşılacak şeydi.

Bütün gece dörtnal tepmişti. Kapıüstü nöbetçisine ‘Burası Kara Kale mi?’ diye sormuştu. ‘Böyle soru soran biri çıktığında, hemen bana getireceksiniz’ uyarısını bilen nöbetçi, doğruca alt taşlıktakı çavuşa koşmuştu. Çavuşun ‘Açın’ buyruğuyla, atlı içeri alınmıştı. Yine aklı başında olan hiç kimse ‘Burası Kara Kale mi?’ diye sormazdı. Türkü, Macarı, Uskoku, Çingenesi... yetmiş iki millet buranın Kara Kale olduğunu bilirdi.

Genç Çingene doğruca ahırlara gitmişti. Atıyla gereğinden fazla meşguldü. Bilerek işini uzattı ve birden karar değiştirdi. Aklına unuttuğu bir şey gelmiş gibi, telaşla atına binip muhafızların şaşkın bakışlarına aldırmadan kaleyi terketti. Geldiğinin aksi bir yöne gidiyordu. Dikkâtli bir göz, oturduğu eyerin kaleye girdiğindeki olmadığını da anlayabilirdi. Eski yağlı eyer, kapıaltındaki yemliğin altına rastgele bırakılmıştı.

Kurt İne Bey’e haber ulaştığında, ulak çoktan kaleyi terketmiş bulunuyordu. Çavuş biraz sonra unutulmuş bir eyer olup olmadığını anlamak üzere ahıra döndü. Bulduğu eyeri Kale Beyi’ne teslim etti. Olanlardan hiçbir şey anlamamıştı. Emir kuluna sormak değil, uymak düşer, düsturundan haberliydi. Bu anlamsız hadiseyi hemen unuttu. Bey kısmının işine akıl ermezdi. Nöbet değişimine nezâret etmek üzere tabur binasına yürüdü.

Kurt İne Bey, eyerin işlemeli kısmındaki kopçaları acele etmeden söktü. Kamasıyla deride dar bir çentik açtı. Keçenin içinde kıvrılıp yatmış kağıdı çıkardı. Serpilmiş sabah ışığında okumaya doğruldu. Bir sürü karmaşık, anlamsız Macarca kelime yanyana, alt üst sıralanmıştı. İne Bey, dâima kilitli duran kutudan çıkardığı bir cifir defterine bakarak, metni çözmeye başladı. Beş dakika sonra, elinde şöyle bir yazı vardı: ‘Eflika için vakit tamamdır. Demirtaş yakında intikâl edecek. Onun teklifi tatbik olunacak. Şarap yortuda rahat içilir. Ayyaşlara şarap vermeyiniz. Güvercin yenidır. Tedbirsiz olmayıp tek durasız. M.M. sizi orada bulacak’.

Bey, beklediği haberi almaktan sevinçliydi. Ama mektup mûtad dışı ve gereğinden fazla açıktı! Bunu tedbirsizlik saydı. Sonra, bu teşhisinden utandı. Mektup tabiî ki, karşı tarafın eline geçme ihtimâline göre yazılmıştı ve içinde bizim bilmelerini istediklerimiz vardı.

‘Hedef: Eflika’ denmişti; bunun ‘Filek’ olduğu anlaşılıyordu. Arapça harflerle Macarca kaleme alınmış bu garip mektup, Türkün Avrupa’da uyguladığı şifreli yazışma usulüydü. Bir de Edirneli âlim bir efendinin Balıbilen* adı verilmiş elifbâsı bu hizmete katılınca, Türkün şifresini çözmek, zordan öte imkânsız olmuştu.

Genç kale beyi kılavuz kıtapçığa bakarak çözdüğü metni bir daha okudu. Eflika... Bu kelime ‘f, l, k’ ünsüzleri üzerine kuruluydu. Bu da Filek teşhisi için yeterliydi. Eflika ve Filek zıt yönlerde iki kaleydi. Sokollu yeğeni Demirtaş Hüseyin’le temas kolaydı. Şu sıralar Belgrat’taydı ve iki üç güne kadar gelmesi beklenebilirdi. Benzer bir tâlimâtın ona da ulaştığı muhakkaktı. Teklifi ise, geldiğinde öğrenilecekti. Saldırı Yortu gecesi olacaktı. Şarapçının kazanıldığı îma ediliyordu. ‘Ayyaşlara şarap vermemek’... Bu, tutsak alınmayacak demekti! Marthali Matyas (M.M.)** ile buluşmak ise, bir muammâydı. Çingene kılığındaki Türk casusu yeniydi; haberleşme usulünün bunun için değiştirildiği ve bu basit yolun seçildiği anlaşılıyordu.

İki gün sonra Demirtaş Hüseyin Bey, Kara Kaleye ulaştı. İne Bey’­le uzun bir görüşmeye oturdular. Tedârike hemen başlandı. Yanındaki dokuz akıncıya ek olarak otuz seçme yiğit daha gerekliydi. Sayı mutlaka kırkla sınırlı kalmalıydı. Demirtaş Bey çeri içine sokuldu. Günlerce onlarla yedi içti, ardından İne Bey’e seçtiği yiğitlerin adları yazılı bir pusula verdi.

Angaryaya koşulan tâbî Macarlar günlerce, hepsi aynı ölçüde bir sürü ince ve hafıf ağaç dalı kesti. Bazı şakacı gâzîler, Macarlara ‘Kalenin üstüne çatı yapılacağını’ söyleyerek eğleniyordu. Belli mi olurdu, Türkün işine akıl sır ermezdi... Ağzı biraz daha gevşek birkaç gâzî ise, Eflika üzerine bir akından söz edip kuşatma olacağını sağda solda konuştu. Meraklı dinleyicilerine, kendilerinin sırf bu iş için seçildiklerini kabara kabara ağızlarından kaçırdılar. Bu kaledeki Macar kardeşlerinden niye saklasınlardı, bu iş en yakın yortu gecesi olacaktı. Hem, kale Türkün olunca, oradaki akrabalarına gidip gelmek de kolaylaşacaktı!

Casus Macarlar Türkün aptallığına şaşıyordu. Doğrusu, bu kadar açıktan faâliyet göstermeleri tecrübelerine tersti. Ama, kaleye yığılan askeri görünce, inanmaya başladılar. Kaleden çıkan öncü müfrezeler Eflika önüne karakol bile kurmuştu. Bütün asker ‘Eflika bizim olacak’ diye nâra atıyordu. Eflika’ya  nerdeyse hergün düzenli bilgi vermeye başladılar.

Eflikadakiler hazırdı, bütün tedbir alınmıştı. Kale bir yıl bile dayanabilirdi. Asla su ve yiyecek sıkıntısı çekilmeyecekti. Bütun silahlar yenilenmiş ve kale takviye edilmişti. Tam on iki bin asker, iki bin şövalye besliyorlardı. Çetin bir kuşatmaya hazırlandılar. Bu, pahalı bir tedbirdi.

 

*

Demirtaş Bey’in seçtiği adamlar gâyet çelimsiz şeylerdi. Âdaba aykırı düşmese, İne Bey ‘Hep kendine benzer adamlar bulmuşsun’ derdi. Ama bu boş birisi değildi. Hem, Kadı’nın kesin tâlimâtı vardı. Onun için Demirtaş Bey’in bir dediği iki edilmedi.

Bu kırk kişi çok garip bir tâlim biçimi uyguluyordu. Kale halkı tarafından alaya bile alındılar. Herkes savaşa hazırlanırken, onlar kaleye yakın bir ormanda garip faâliyetlerine devam etti. Yaptıkları gâyet basitti: Kırk kişiden herkesin bir ağacı vardı ve bütün gün bu ağaçlara çıkıp iniyorlardı. Sonraları bu işi basit halatlarla yapmaya başladılar. Bu, daha da garipti. Ama, son on gündür bunu da bırakmış, ulu bir sedir ağacı bulmuş, boyu nerdeyse elli arşını geçen ipten bir merdiven atmış, durmadan bunun üzerinde mekik dokuyorlardı. Gitgide bu âletin boyu uzadı. Orta kısma geldiklerinde, ağırlıktan esneyen basamak, yere yirmi arşın kadar yaklaşıyordu. Günlerce bu tâlimi de sürdürdüler. Tâbî Macarların alaycı bakışları, Eflika yolcusu gâzîlerin hakîr alaylarına rağmen, bu kırk kişi inatla işlerine sarıldı. En çok da akına katılamayacaklarına yanıyorlardı!

Kaledeki angarya ve hengâme olanca hızıyla sürerken, Aziz Hristos Yortusu da gelip kapıya dayandı. Türkler, Kara Kale’den -hem de gündüz gözü- taşraya asker çıkardı. İki bin kişilik savaş yolcusu uğurlandıktan sonra, kale boşalmış gibiydi: Yüz elli muhafızdan başka, hapsedilmiş Macar erkekleri, imam, mü­ezzin, subaşı ve kırk çelimsiz, az okkalı adam...

Küçük kale mescidinde yatsı namazı kılındıktan sonra, kırk sessiz gölge kale kapısından süzüldü. Eflika’ya gidenlere yetişemeyecek kadar geç kalmışlardı. Kırk adama karşılık, seksen atları vardı. İlk önce yakın ormana uğradılar. Yüklerini alıp Eflika’ya gidenlerin aksi yöne dörtnal vurdular. Filek önüne vardıklarında, henüz geceyarısı olmuştu. Seksen at ve kırk kişiyle kale kuşatılamayacağını onlar da biliyordu; ama, kırk kişiyle kale fethedilebilirdi!

Filek, kuşatmayla alınması mümkün olmayacak bir mevkideydi. Bugüne kadarki beş teşebbüs hep başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Kâfir aylar değil, yıllarca dayanırdı; çok gâzî kırılırdı. Kalede zorlu jakoben şövalyeler yığınak yapmıştı; iyi dövüşürlerdi. Otuz bir topu vardı. Birisi, bütün Nemçe’de bulunmayan ejderha gibi bir şeydi. Bir güllesi bin beş yüz, kendi ağırlığı ise on bin okkaydı. Tunçtan dökülmüş kale kapısını lağımlamak imkânsızdı. Dört dolay muhkem hendek kazılıydı. Mazgallara merdiven yetişmezdi. Edirne’den getirilecek havan topları, ancak bir kuşatmada işe yarardı. Kalenin çevresi boştu. Havâle yapılsa bile, atılan yağlı paçavralarla hemen yakılırdı. Ama, sol yönde -nerdeyse- kalenin yarı beline kadar yükselen, fakat kaleden en az iki yüz adım uzak bir ulu kaya vardı.

Kırk adam, böcekten bile sessiz sürünmeyle işte bu kayaya çıkmıştı. Yedek atlardaki yükleri birbirine ekleyerek, gâyet uzun bir basamak elde ettiler. Yaradan Mevlâ’ya sığınıp adı güzel Muhammed’e salavat getirip bu devâsa âleti, karşı mazgala fırlattılar. İki denemeden sonra, dua yüzü suyuna olacak, basamağın uç kısmı gitti, mazgala tutundu! Bu garip ve uzun nesnenin orta kısmı aşağı doğru epey esnekti. Altında korkunç bir uçurum ortaya çıkmıştı. Basamağın yere basan ucunu kayalara bağladılar. Kılıçlarını omuzlarına asıp kamaları ağızlarına dişlediler. Palalar, baltalar yedek urgandaydı.

İlk Demirtaş Bey tırmandı. Beşik gibi sallanan hafif bir salıngacın üstünde, olağanüstü bir çeviklikle ilerledi. Mazgal ucuna geldiğinde, burasının o ejderha topun yuvası olduğunu gördü. Yüksünmedi; zâten hedefleri oraydı. İki kolunu açıp tırnaklarıyla taşlara kenetlendi. Çıplak ve kara boya sürülü kaslı göğsünü bu canavarın ağzına dayadı. Ayaklarını alt küpeşteye tespit edip yüklendi. ‘Allah...’ nârası, sıkılı dişlerine çarpıp orada bir inilti olarak kaldı. Can veriş, kan döküş, ilik söküş gibi bir daha nâralandı. Yerinde biraz da olsa ağnayan demir yığını, sessiz yüklenmenin üçüncüsünde dayanamadı ve korkunç bir uğultuyla kâidesini de sökerek iç avluya yuvarlandı. Diğer otuz dokuz yiğit seri ve az aralıklarla mazgala ulaştı. İlk çıkan iki serdengeçti, Demirtaş Bey’i baygın yattığı mazgal ucundan alıp içerı taşıdı. Göğsü şerhâ şerhâ kanıyordu, eye kemikleri kırılmıştı. Sol bacağındaki iki kas bağı kopmuştu ve sağ kolu sarkıktı... Çok hızlı hareket ediyorlardı. İyi tahkim edilmiş, ağır kale kapısıyla ilgilenmediler. İlk yarım saatte bütün koğuşlar elden geçirildi. İç kaledeki hafıf bir direnme hemen kırıldı. Kale Kapitanı başta olmak üzere bütün küffâr kılıçtan geçti. Kale zindanında mahpus yetmiş gâzî kurtarıldı. Kalede meyhâneci ve yanındaki aptal yamaktan başka ayık kişi yok gibiydi. Demirtaş Bey’in kesin buyruğu vardı; onlara dokunmadılar. Hiç kayıp verilmeden kale düşürüldü.

Akşam batan güneş, kaleyi kâfır beldesi olarak geceye emânet etmişti; bu sabah doğduğunda, ezanlı, Kur’anlı, Türk sancaklı bir İslâm beldesi olarak selamlayacaktlı. Fetih müjdesi bir gün içinde, Zigetvar önlerine otağ kuracak Sultan’a ulaşırdı. Kaybediş haberi ise, Viyana’ya -ancak- bir haftada varırdı. Viyanalı bir âile olan Hasburglar özellikle çok üzülecekti; imparatorluk hânedânıydılar!

Sabah namazı vakti geldiğinde, üç gâzî, davûdî bir sesle fetih selâsı verdi. Ardından ezan okudular. Sur dibi küffâr cesediyle dolmuştu. İç avluya yığılan diğer mundar bedenler, çukurlar hazır olduktan sonra gömülecekti. Tedaviye alınan Demirtaş Bey kendine geldi. Diğer gâzîler, önceden belirlenmiş işlerle meşguldü.

Meyhane Yamağı, Demirtaş Bey’le şahsen görüşmekte ısrar etti. İki gâzînin önüne katılıp -şimdi bir divanda dinlenen- Bey’in yanına iletildi. Demirtaş Bey’in destur vermesiyle, yalnız kaldılar. Yamak Türkçe hitap etti.

-Demirtaş Beyim, gazânız mübârek ola!

                -...

-Hiç Marthali Matyas adını duydunuz mu?

-Bre kardaş, o sen misin?

-Evet. Köse Kadım haber bekler, dönmem gerektir.

-Bütün kâfiri ağulamışsın.

-Beli Beyim... Şarapçıya dokunmayasuz, kazanılmıştır. Rabbim, müyesser kıla da tiz günde şehâdet getire...

-Amiin...

İki serhad kurdu, bir müddet halleşip konuştu. İki gâzîyle iç avluya inen Yamak, usta bir sıçrayışla bindiği atla kaleden çıktı. Hemen dörtnal vurup İstolni-Belgrad yönünde gözden kayboldu. Gâzîler, atlının az önceki sümsük yamak olduğuna inanmakta zorlandı.

*

Kara Kale’den ayrılan birlik, Eflika önünde eğlenmeden tırıs geçti. Bir günlük yolları daha vardı; Zigetvar’a gidiyorlardı. Ordu-yu humâyun gelene kadar havâle kuracaklardı. Eflikadakiler dehşetli bir hayretle saşıp kaldı. Atlatılmış bir tehlike onları sevindirmedi. Günler sonra Türkün ettiği oyunu anladılar. Üç ay boyunca, boşuna tertibat almış ve boşuna tahkimât yapmışlardı. Savunma tedâriki pahalı bir işti. Bunca insan birikmişti, dışarı da çıkamazlardı. Daha kötüsü, Zigetvar kuşatması sonrası onları bekleyen âkıbetti.

Türkün esas başarısı ise kaleyle, Macar ahâli arasındakı uçurumu sağlamlaştırmasıydı. Savaş hazırlığı için kırk iki köy yağmalanmıştı. Güçlü bir bütçe için ağır vergiler konmuştu. Boşa çıkan bu hazırlıkları îzah etmek güç, hem de çok güç olacaktı. Talan edilen ahâlide Türke meylediş artacaktı. Tâbî köyler çoğalacaktı. Macaristan kendiliğinden Türke dâvetiye çıkarıyordu.

Zigetvar’ın düşmesinden sonra, Eflika kendiliğinden teslim oldu. Yarı yarıya boşalmış bir kaleyi savunmak zordu. Talan edilecek, vergi toplayacak Macar da kalmamıştı. Amaçsız bir direnmeyi gereksiz gördüler. Yine de Marthali Matyas, kale Kapitanı ve soylu Macar beylerini vire’ye iknâda zorlanmıştı; o sırada, Arşidük Karoli’yı temsilen Eflika’daydı. Teslim sonrası fidyesi ödenen ilk soylu, Marthali Matyas oldu. Zavallı, tutsak Macar soylularına kendilerinin kurtuluş fidyesi için bizzat Kral’la görüşeceğine dâir söz bile verdi. Ama, hazinenin mâlum durumunu göz önüne almak gerektiğini hatırlatmayı da ihmâl etmedi.

 

    Osman Kibar

** Roman kişisi (Bahaeddin Özkişi, Köse Kadı, Ötüken Yayınevi, İstanbul-1975)

* Edirneli Ekmekçizâde Mehmed Muhyiddin Efendi’nin buluşu olan yazının adı. Arapça esas alınarak ç, j, p harflerinin eklenmesiyle kurulmuş ve dünya dili olarak düşünülmüş özel alfabe.

** Roman kişisi (bkz. ae)

 

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

TİMUR’UN ZULMÜ

Ankara’da münteşir yarı-resmî bir gastenin ön yüzünde akşam üzeriye yakın şöyle bir haber belirdiği görüldü: Riyaset-i Cumhur Senfoni Mızıkası halkımızı tenvîr içün taşra turnesine çıkacak. 

Sivas’ta

Şehir, tamıtamına tam kır bir gündür kanım kanım kaynıyordu. Kırk bir kerre maşşallahtı yâni... “Bir bulut kaynar Sivas elinden” türküsü bile, ayyûka çıkmıştı. Müthîş, fevkâ’l-  âde ve hummâlı bir şeyler oluyordu veya olacak olan öyle bir şeye hazırlık vardı. Kasa kasa ‘clupracıa’lar, teneke teneke ‘gömme racıa’lar depolanmış, türlü türlü mezeler istiflenmişti. Her şey bitmiş gibi, kuşsütü eksikliği gözardı edilircesine ‘havyâr’ tedârikine bile düşülmüştü.

Şehir, tam-tekmîl, ilaveten, kazâ ve yakın köyler dâhil, kırk bir gün sonrasında Temsil’de olacak şekilde âyarlanmış, organize edilmiş, motivelenmişti. Herkes, olacak olan şeyin farkındaydı; bu, mutlaka mühîm ve önemli bir şeydi... Yoksa, bu işe ne vâli, ne memurlar, ne ‘pılis’, ne de ‘candırma’ ve dahî bucak müdürleri böyle asılmazlardı.

Nutuklar îrâd ediliyor, beyan-nâmeler neşrediliyor, âmir-memur ictimâları, sabahları buluyordu. Herkes vazîfesine müdrîk olaraktan, hummâlı bir gayret, hattâ ve nerdeyse seferberlik hâlindeydi. Âmir-memur karıları bile, mûtâdın aksine, sevgili eş ve evdeşlerine daha bir anlayışlı olmuşlardı. Kırk bir gün içerisinde yapılacak plânlı-plânsız bütün balolar, çilingir’ler iptâl edilmişti. Kırk bir gün çabuk geçerdi ve hattâ çabuk geçen bu günlerin sonunda olacak olan fevkâlâde hâdise, bir sene idâre olunacak bir balo müessiriyyeti icrâ edecek derecede mühîm addolunabilirdi ve dahî öyleydi.

Dekolteler, tuvaletler, süsler, takılar, kordonlar, donlar, fırfırlar, korseler, losyonlar, ojeler, telli cigaralar, tabakalar, ağızlıklar, köstekli saâtler... neler neler... Hepsi tedârik edilmişti bile. Hattâ, vali beyfendi’nin muhterem refîkalarının tâ İstanbullardan terzi ve berber getirttiği lafları dolaşıyordu. Hattâ ve hattâ, ricâlden üç âdet zâtın, yeni evli bir kâtip namzedinin beyaz tenli, üç aylık yeni gelin ve pek güzel, pek şûh, dâvetkâr bakışlı hanımıyla dans için, düellosuna münâkaşa ettikleri iddiâsı, gizlenmez bir şayiâ hâlini almıştı.

Hanlar, otel edildiler. Çevirmelikler, pilavlıklar, külbastılıklar, haşlamalıklar, kuşbaşılar, kızartmalar... vesâireler, cömertliğiyle temâyüz etmiş(!) köylerden ve köylülerden, o fedâkâr yurttaşlardan hayrına -ve/fakat candarma mâ’rifetiyle- devşirilmiş, kesilmeye hazır ve yenilmeyi bekler duruma getirilmişti.

Komşu vilâyetler hasetlerinden çatlayabilirlerdi! Telgıraf-hâne günübütün meşgûldü; hezerân(binlerce) te-le-gıraflar keşîde edildi(çekildi); hürmetler ve muhabbetler teâti olundu. Muhâberât memurları yorgunluktan bî-tâb ve bitkin düştüler. Hemen akabinde ise, ‘acabâ kendi vilâyetlerine de vâki dâvetin mümkün olup olamayacağı, varsa, dîger denenmesi gereken usullerin neler olabi-leceği’ yollu ricâların ardı arkası kesilmiyordu. Hepsine, usûlüne uygun ‘hayır’ cevapları, muzafferâne bir edâ ve uslûpla verildi. Bî-lâ-mecbûr teskîn oldular; bir ikisine tesellî kabîlinden, konsere dâvetli olma şerefi bahşe-dilmişti.

Halk ve ahâli önemli bir gelişme veya olay bekliyor ama, adını koyamıyordu. Adam asılmasına alışmışlardı; fakat bu hengâme, biraz daha farklıydı; daha önemli bir şey olacak gibiydi. Nihâyet, ağzı torba olmayan bir iki kâtipten duyulanlar, kahvelerde “Asrîyet geliyômuş” şeklinde söz kalıbına döküldü. Tedbirsiz, câhil, boşboğaz bir iki mürtecî, hemen boynuna davulu astı: “Çalgıcılar geliyômuuş... düdükçüler geliyômuuş... lan, bildiğin zurna-cıymışlar...” deyin, laflayınca, provakatör addolunup haklarında lâzımgelen muamelât derhâl tatbîk olunuverdi.

*

Beklenen gün, nihâyet geldi.

Dîger günler nasıl geliyorsa, o da öyle gelmişti. İlk önce horozlar ötmüş, sonra güneş doğmuştu. Güneşin ilk ışıkları her yeri; -özelliklegar’ı- pek tezyîn edilmiş, pek süslenmiş bir Sivas’ı ortaya serivermişti.

Beklenen tiren, nihâyet geldi.

Dîger tirenler nasıl geliyorsa, o da öyle gelmişti. İlk önce düdüğü ötmüş, sonra kendi görünmüştü. Tiren-dekiler, Sivas’ı, kendileri için, hazır buldular. Ve bir Anadolu şehri için düşünüldüğünde, karşılama, seremoni ve protokol de -lütfen- tatminkâr addolundu.

*

Konser üç gün tehîr edildi! Adamlar, herifler, şefler, kemanlar, viyolanseller ve dîgerlerinin dinlenmeye, kezâ istirahâte ihtiyâçları vardı. Mıntıkaya intibâk sarûreti hâsıl olmuştu.

                               Dağ gibi et yığıldı

Göl gibi rakı dağıldı

                               Kızlarla yatanlara kızıl keçe

                               Karılarla yatanlara kara keçe, serildi.

                               Attan beygir, deveden eşşek kırıldı

                               Yiyemeyenler birbirine darıldı

Nice cigaralar sarıldı

                               Eller elledi, beller yelledi

                               Zevk feryâdları göğe yükseldi

                               Her şey fevkâlâde güzeldi

                               Az zamanda çok hedeflere varıldı

                               Sanki, yer delindi de gök yarıldı

                               Hânım heeyy!

 

Salon konserinden vazgeçildi!

Binlercesi çarıklı san’ât ve asrîyyet âşığı yurttaşı orada zapt u rapt etmek mümkün görülmüyordu.

Alenî bir meydân konseri... Niye olmasındı!? Ve meccâne(bedâva)... Efendiler râzı oldu; bâğzı bây ve bâ-yanlar ‘eh’ dediler. 

ve... Konser’de

Potinli, iskârpinli ama, binlercesi çarıklı ve çarıksız ayak meydânı doldurdu. Pür-dikkât ve sükûnet... âcip bir sessizlik...

Mûtâd takdîm ve akord egzersizleri tatbîk olundu. Bir sürü siyâh elbiseli, bıyıksız veya tırtıl ya da dama bıyıklı; saçları geriye yatık; pancar benizli, çoğu tombul adam, ellerinde, kucaklarında, sırtlarında parlayan sarı, beyâz türlü âletle ahâliye cephe aldı. Yüksek bir kâide üzerinde oturuyor ve hiç konuşmuyorlardı. En sonunda, nihâyet, arkasındaki yarık sırtına değin uzamış, zayıf, uzun bir âdemoğlu çıkıp bu insan yığınına karşı iki büklüm eğilip ânîden arkasını dönmüş ve elinde bitiveren bir ucu sivricenek değnekle, bâzı garip hareketlere başlamıştı. Şaşırıp kalabalıktan da eğilip bükülmek isteyenlere ‘hööt lan!’ yollu, nâzikçe îkâzlar yapıldı. Eli çubuklu, palto-sunun etekleri sivri ve uzun boylu adamın, bir iki çırpın-masından sonradır ki, ilk ‘gürültü’ duyuldu. Sonrasında dîger gürültüler... Sesler, feryâdlar, inlemeler, ıkınmalar, tazyîkler; teneke, zil sesi; gıcırtı, bağırtı, anırtı... Bir vâveylâ koptu kim... Sonra, bu hengâme Sivas semâlarını bürüdü bürüdü...

Yırtık etekli adam, zaman zaman halka dönüyor, belden yukarısıyla eğiliyor, sağ eliyle yarım dâireler çiziyor, hemen yine sırtını çeviriyor... Geciken alkışları, müstehzî(alaysı) ve/fakat aflı nazarlarla kabûl ediyor... Bir heyûlâ, bir hengâme, canhırâş gayretler... İllâ-velâkin o gürültü... demir, boru, teneke sesleri...

Duyma özürlü, işitme engelli bâzı yurttaşların bile, bu gürültüye bî-gâne(ilgisiz) kalmadıkları müşâhede edile-biliyordu.

Eteği uzun yırtmaçlı herif, tam üç saâtin sonunda teskîn olunabildi. Ve son kerre san’ât-perver yurttaşlara dönüp ve yine sonreveransını yaptı. Korku ve şaşkın-lıktan afallamış kişioğulları, ancak o zaman ‘gürültü’nün dinmeye yüztuttuğunu sanabildiler.

                -Yurttaşlaa-AA-aarrr..!

                -???

                Ahâli, küşâd merâsiminden çok -bir daha- irkildi.

                -HHeeeyyy... Anadolu halkı!

                -???

                (Muhâtaplar, kime hitâp edildiğini anlamak için, sessiz bakışlarla etrâfı süzüyor).

                -... muhterem Hemşehrîlerim! Sayyın bâylar ve saygıdeğğer bâyan hanımlar! Bu san’ât ziyâfeti, bu müm-tâz konseerr... maâ’l-esef burada, şu saâtte hitâm bulmuş-tuurr... öh-hömsj... efem, Ankaralardan tâa buralara gelme tenezzülünde bulunuup... eeh... sânîyen, huzurlarınızdaa... nezîh hazîrûn... şimdii... bendeniizz... yaşşasıınn... binâen-aleyh... hatt-ı zâtındaa... hâl-i hazırdaa... öh-hömsz... sâye-i âlîlerii... zât-ı şâhânee... ebedî şeffimmiizz... niyâzî-mmiizz... gâzîmiizz... garb medenîyyetiylee... senfoniaa... konçertoo... orkestraa... baloo... tâ’zîmlee eğiliirriizz... hıcjkz! arzzss... edeerriimmsszzşşşhhııjjzzkccggğaarkjz...

                -...

                -!!!

Yüksek kâide üzerinde duranlar, pek çok hediyeyi, parlak kâğıtlara sarılmış çiçekleri ve kendilerine uzanan boyalı yanakları kırmayıp kabûl buyuruyorlardı. Mufassal tebrîk seansları yaşandı. Nice nice ‘bâyan-hanım’ öz bedenlerini takdîme varan sitâyişlerle(övgülerle), bu asrî müzik üstâdlarını kutlululayıp helecandan tir tir titreştiler. Tez güne yeniden beraber olmak temennî ve ricâları tecdîd ediliyor(yenileniyor), bir lütutkâr jest için ne diller dökü-lüyordu.

Kapanış konuşması ve lâzımgelen hitâm ve seremoni biraz uzun sürdü. Ama ya o alkışlar... Alkışlar, kesâfet kazanmış olarak hiç durmuyor, hatibi rahatsız edecek reddede âzamîleşiyordu. Nice gözler yaşardı ve nice yürekler medenîyyet aşkıyla çarptı da çarptı...

İşte, medenîyyet buydu...

İşte, asrîyyet buydu...

İşte, Anadolu buydu...

Bu necîp halkı Garbîyyete intibâkta kaâbiliyetsiz zannedenler, gelip de görsünlerdi. Garp müziği, ekümenik kilisia icrâsı, Şark’a galebe çalıyor ve alkışlar, hiç mi hiç kesilmiyordu; bu gerçek bir terakkîydi. Hayâl sanılanlar ümîd; ümîd zannedilenler hakikâtti; hakikât olanlar ise...

*

Mûsukîşinâs topluluk, dipçik ve copun verdiği müsaâdeyle ve hemen dağılıverdi. Konukları teşyî için, mülkî ve idârî erkânı, dahî ekâbirleri yeterli görmüş olma-lıydılar. Kimse yüksünmedi; âdâb-ı muâşeret cihetinden henüz kâfi terbiye almadıkları belliydi. Her şey yavvaş yavvaştı, bi’t-tabiî... 

*

Matbûât mensupları, harıl harıl halkın içine, ahâlinin üstüne üştüler. Bu mûsukîşinâs ve san’âtperver topluluğun mümeyyîz ve mümtâz intibâlarını almak istiyorlardı. Hepsi de hayretler ve gayretler içerisindeydi.

Fakat, o da ne!

Yurttaş duygularını gizliyor, yabancılarla paylaş-mıyor ve konuşmaktan imtinâ ediyordu. Amman

Tanrım, ne tevâzû, ne haşyet, ne vakâr... ve ne centilmenlik... Bu ve böyle vâ’zıyed ler Garp’ta bile ve hattâ Garp inteli-jansiyasında bile görülmezdi.

En sonunda...

İstanbullu hızlı, işbilir bir muhâbir, altmış küsür yaşlarında çarıklı bir dinleyiciyle râbıta te’sîs edebildi.

Bu, gerçek bir Anadolulu, hakîki bir köylü; bâkir bir mûsukî müptelâsı intibâı veren, alçakgönüllü, mapçûp, iddiâsız bir efendi; soru sorulabilir ve dahî cevap alınabilir bir yurt-taştı. Hızlı muhâbir daha beklemedi ve ona tevcîhen:

-Beyfendi, acabâ konseri nasıl buldunuz?

                -...

                Yurttaş, âlim değil ama â’rifti; zavallı adamcağız, sağını solunu tarassût edip ürkekçe bir göz gezdirdikten sonra, muhâbirin kulağına eğildi ve şöyle fısıldadı:

                -Dinle, Efendi! Sivas Sivas olalı, Timur’dan beri böyle zulüm görmedi.

 Osman Kibar 



* 1243, Kösedağ Savaşı’nda Selçuklu Hakanı II. Gıyaseddin Keyhusrev’in ordusu Moğol Beyi Baycu Noyan’a yenildi. Bu yenilginin sonuçları çok acı ve utanç verici olmuştur. Baycu Noyan hudutsuz bir sindirme ve soykırım yapmıştır. Bu katl-i âmların en dehşetlisi Sivas’ta yaşanmıştır. Olanların acı hâtırâsı günümüze kadar taşınmış ve/fakat yanlış olarak “Timur’un zulmü” biçiminde anılmıştır.

 

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları 

ÂLİMİN ÖLÜMÜ

Erol Beğ 24 Nisan 1983’te vefat ettiğinde kırk beş yaşındaydı. Kırşehir 1938 doğumluydu. Kırşehir âhi geleneğinin önemli merkezlerinden birisidir; dedesi Hâfız Osman, Âhiler Beldesi âhi tekkesinin son şeyhiydi. Erol Beğ’in yetiştiği âile ve çevre böyle olmakla birlikte, çocukluk dönemi Türkiyesi için güzel şeyler söylemek mümkün değildir. Selçuklu mirası bir câminin kitâbesini kazma ile parçalayan, Rum maşatlığından topladığı istavrozlu taşları şehir müzesinde sergileyen tarih öğretmeni kimliği karşısında dehşete kapılan bir çocuk... Erol Beğ’in sistemle doku uyuşmazlığını, yalnızca bu örneğe bağlamak -elbette- yeterli görülemez. Ama manzara ve tuvaldeki kan rengi kullanım oranı bununla sınırlı kalmadığından, belli bir fikir vermesi beklenir. Evet ‘beklenir’; bu ifadeyi uslup tarzında, temennî tadında ve Türkçe güzelliği sunumunda bize kazandıran Erol Beğ’di. Doğrusu, yirminci yüzyılı bekleyiş halinde bir kaybediş olarak yaşamış kara yazgılı millet, bu kelimeye hiç de yabancı sayılmazdı. Erol Beğ, cümleyi ‘...beklenir’ diye bitirirken ‘gerekir, umulur, doğrusu budur, yakışır, yapılmalıdır, görevidir’ diyordu; ‘beklemek’ fiiline kazandırdığı ve terim tanımına yaklaşan bu yükleyiş bile onun uslubu hakkında yeterince aydınlatıcıdır. Ayrıca o, okuru yücelten bir niyetle ‘aydın dili’yle yazmış; uslubunu ağır bulanlara ‘Okuyucularımıza sokak ağzıyla hitap etmemiz beklenmemeli” karşılığını vermiştir.

Erol Beğ “Bağdat’ın dışına çıkmamış Fuzûlî’nin eserlerinde bir tek Türkçe yanlışı görülmezken, (sözde) profesörlerin yazdığı makâleyi anlamakta güçlük çekiyoruz” derken, dil hassasiyetini ortaya koyuyordu. Ama o, kelimeden çok cümleyi öne çıkaran, cümleye yeni ifade kâbiliyet(ler)i kazandıran, dil hâkimiyetinin kimyâsını öğreten bilge kişiliğiyle temâyüz etmişti. Onda birikim itibâriyle eski yeni çelişkisi yoktu; oluş, oluşun içindelik ve oluşa yön verme biçiminde tanımlanabilecek bir iddiânın temsil kimliğiyle konuşuyordu. Haddimizi aşma pahasına, onun için Kur’an’da ifadesini bulan şekliyle bir âlimdi demek isteriz. Binâen-aleyh, “âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir” sözündeki hikmetin tecellîsi olsa gerek, onun ardından onun gibi -veya onu aşan- bir âlim çıkaramadık. Bu satırların yazarı -yine de- A. Tûran Alkan, Tâhâ Akyol, Mustafa Çalık, Prof. Dr. Mustafa Erdoğan gibi bir elin parmak sayısını bulmayan adı onun vârisi olarak görmüştür.

Erol Beğ, kıymeti kendinden menkûl Z. Gökalp için “Türk kültürünü en yanlış anlayanların başında gelir” tespitiyle bir tabuyu daha yıkıyor ve anılan kişinin kitabına ad yaptığı ‘yeni hayat’ın aslında ne olduğunu cesur bir tavırla ifşâ ediyordu (Fakir, buradan hareketle ve/fakat ancak ikinci okuma sonunda hocayı anlayabilmişti: Yeni hayat ‘yeni din’ demekti!). O, sistemle ilgili olarak Osmanlının tasfiyesi ardından batı taklidi bir hayat tarzının vâdedildiği bilgisini verir. Devamla, herhangi bir sosyal-siyâsî sistemin başarı ve başarısızlık tartışması için ise, elli yıllık bir sürenin yeterli ve mâkul sayılması gerektiğini söyler.

Erol Beğ, her şeyde olduğu gibi yine çerçevesini İslâmın çizdiği, kültüre dayalı bir milliyetçilik görüşünü benimsemiş ve bu görüşün esaslarını kuran birisi olmuştur. Salt milliyetçilik (nasyonalizm) düşüncesine ise muhâlefet etmiştir.

Erol Beğ, ilmî kimlikli cesur kaleminin yanında velûd (üretken) bir yazardı. Değişik dergi ve gazetelerde çıkmış pek çok deneme ve makâlesi vardır. Günümüzde pek erbâbı kalmamış ölüm ardı (nesirle mersiye) tarzındaki yazısı, hocası Mümtaz Turhan’ın ölümünden iki yıl sonra yayınlanmıştır. Dündar Taşer’i anlatan deneme ise, vefâ borcunu edâ olmakla birlikte türünün en seçkin edebî örneği kabul edilmiştir.

Erol Beğ’in kitapları 1975’ten itibâren yayınlanmaya başladı: Türk Kültürü ve milliyetçilik, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, Dünden Bugüne, İslâmın Bugünkü Meseleleri, İslâm Tasavvufunun Meseleleri; ölümünden sonra yayınlanan Sosyal Meseleler ve Aydınlar; akademik çeviriler ve sayısız deneme, makâle... Ama biz âcizâne- en önemli eserinin Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik olduğunda ısrarlıyız.

Üniversite yıllarında Osmanlıca okuyup yazmayı öğrenen; 12 Eylül rejimine rağmen rektörlük görevi üstlenen; âlim sıfatıyla mümeyyiz; üstün bir cesaretle cârî sistemin ilmî tenkıydini yapmış, tabuları yıkmış; fakirin gıyâbî öğrencisi olmakla övündüğü Erol Beğ’in ruhuna fâtiha...

Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

YARIM ŞEYLER

Yarım kalmış aşklar yarım kalmış mektuplar yarım kalmış intikamlar yarım kalmış uykular (bölünmüş de olabilir) yarım kalmış generaller (albay, miralay cinsinden) yarım kalmış doc.dr.’lar yarım kalmış lise öğretmenleri... ve hepsi yarım: Yemekler, inekler (buzağıyken kesilenler) ama yarım nefret yoktu, yarım (azıcık) hamile yoktu, yarım elma vardı (o da sırf gönül almak içindi), yarım kilo domates biraz biber iki yumurta vee gelsin melemen! (Atgm. Kubilay mı, o da kimdi lan!) Yarım inşaat, Yarımcalı Yusuf (Kuyucaklı da olabilirdi), yarım yangalak (nedense hemen arkadan akla dangalak gelir) yarım kat çıkanlar, yarım yamalak iş yapanlar... Yarım işe karşılık yarım çiş zordur. Yarıyarıya, yarıcı (galiba ortak demek oluyor). Yarıcı ile Arıcı, Yarıcı ve Karıcı, Yarıcı & Darıcı Holding… Yardılar beni âbi... tam dört yerimden. Oysa intiharım sonrası yarmasınlar beni, otopsiden korkarım diye not bırakmıştım, dinlemediler. 

-Lan yarma!

-Efendim âbi?

-Töbe töbe... ancak bu kadar olur bi adam.

-Sizi anlıyorum.

-Hoppalaa bu da ne şimdi... Hani kendine saygı, hani kişilik, hani izzet-i nefis?

Aman arpa buğday yarmalar / Amman zeytinyağlı sarmalar

Sevdadan vereme karmalar / Madalyalar apoletler armalar

 

-Balak diyôm Balak... bildin mi?

-Gerçi malak gibi teleffuz ettiniz ama Elazizli Balak Gazi oluyôdu dî mi o.

-Yook, bak bunu ben değil siz dediniz. Hemi de hemen az önce demin şincik ramak kala ânında elan bir ân nâgehan... Ama haklısınız isabet kaydettiniz, kutluyorum.

-Hani bizim sokakta bi Nagehan Teyze vardı, hatırlar mısın?

-He yaa... hiç unutur muyum, hükümet gibi karıydı walla.

-Bi de kızı vardı Ayla diye bizim yaşlarda, bi assubayla mı ne evlenip gittiydi.

-Geçmiş gün yâhu, pek çıkaramadım. Neyse...

*

İşleri yarım bırakırdı, işlerini de öyle. Başladığı iki üniversite de bitmeden yarım kalmıştı. Yazıları kazıları yarım, bazıları da yarım. Bazıları yarımsever olur denmiştir, hem de yardımsever olmak varken. Bir elmanın iki yarısı, Dimitri’nin de karısı derdi, bir tekerlemeydi ve (b)öyle demeyi seçmişti. Bilir misiniz tekerlemelerin seçme ve seçilme hakkı vardır, sanılanın aksine bu durumu pek bilen yoktur, tekerlemeyi tekerlek bile sananlar da çıkmıştır zaman zaman.

Vecihi Beğ son günlerde gene düşünür olmuştu. Durmadan düşünüyordu, yalnızca düşünüyordu, vazgeçilmez bir düşünce düşkünü olup çıkmıştı. Bazen düşünme üzerine de düşündüğü oluyordu, yorulmuyor düşündükçe düşünüyordu. Yarım kavramı üzerine düşünmesi yarım kalmıştı. ‘Olsun, sözkonusu düşünme türünün adı bile yarım, yarıda kalması -bu yönüyle- kabuledilebilir bi şey oluyor’ diye de düşünmüştü.

Vecihi Beğ son günler olan o anki zaman diliminde düşünme’den akıl yürütmeye, faraziye nazariye tahmin teori önerme yakıştırma öylesanmaca arasında mekik dokumaya başladı. Sekiz ev ötede oturan emekli assubay bir Alpay Yılmaztaş vardı. Emekli albay adını andıran bir adı, üstüne tapulu evi, hepsi de kız iki çocuğu, sekiz yıl önce boşandığı eski karısı (karı kurtuldu diyenler de olmuştu), iyi bir emekli aylığı, dolgun bir çevresi... Kahvesi kumarı yoktu. Haftada bir, perşembeyi cumaya bağlayan gece mutlaka rakı içerdi. Büyük kız İzmir’de öğrenciydi, küçük için ise pek de iyi denmiyordu. Lise iki terk, onyedi yaşında, iyi yemek yapar, mükemmel sofra donatır, iki cep telefonlu, olgunlara ve biraya düşkündü. Bu gidişle otuzuna varmadan biragöbekli bir karı olup çıkacaktı. Karşı komşu Bahire Hanım’a bakılırsa bakire de değildi. Zayıfçana ama dolgun göğüslüydü ve bir gözü şehlâ. Etek giyerken görülmemişti. Kot ve tişört, saçlar kısa, makyajı yok ama rastladığı herkese söyleyeceği bir sözü vardı: İyi günler, nassınız Hayriye Hanımteyze, ayy sizin torun görmeyeli ne kadar da büyümüş, bak lazım olunca çekinmeyin, bi deniizz demeniz yeter, hemen koşarım, ayy yeni bi pasta tarifi öğrendim, bak itiraz istemem, Ebru’nun (torun adı galiba) doğum gününde yapçaam, bak unutursanız gücenirim walla ölümü görün baak n’oolur...

O gezme dönüşü sokak başında göründüğünde nerdeyse her kapı ve pencereden de bir baş görünür ‘deniizz’ seslenişi başlar, kız o kapı senin bu cam benim şu denizlik onun (öbür balkon Vecihi Beğ’in) zikzak çize çize, sözler vere vere, temenni ve dilekler suna suna evine varırdı, henüz izi gitmemiş vücuduna sinmiş orta yaş erkek kokusu eşliğinde. Üstünde her zaman parası olurdu. Babasının üçaylığını o yiyor, İzmirdekine bi şey kalmıyor, n’apsın zavallı kıredi mıredi ile okuyor gurbet ellerde, hem yurtta mı ne kalıyormuş (Aslında bu yanlıştı, kız anasıyla birlikte ve bir çatı katında yaşıyordu, içgüveyinden hallice, nafaka falan dümenleri tıkırındaydı). O biraz anasına benzer, ramazanda oruç bile tutuyômuş, adı da Sabriye. Aylânım (Ayla Hanım olmalı, assubayın karı) ille de rahmetli ninemin adı konacak diye diretmiş (yok bi de ninenin örekesi) assubay o sıra tatbikata mı ne gitmişmiş, kızın adı öylelikle böyle olmuş, yoksa dünya ters dönse koydurmazdı derdi. Aylânım küçük kız için bir şey yapamamış, çocuk altı Mayısta doğunca assubay ille de deniz diye tutturmuş (mâlum ya anarşitler o gün asılmış). Deniz Gezmiş’i pek severmiş, ne yani Hıdrellezde doğdu diye kızıma hıdıriye mi deseydim, zaten başımızda bi Sabriye var (Büyük kızı bi türlü tam sevememiş). Anam Vasfiye, teyzem Nuriye, kızım olacak haspa Sabriye... hepsinde var bi ‘iye’, yeter be iyelik ekine çevirdiniz evimi, bulmaca mı çözülüyô burda! Bu kadar Müslümanlık çok bile, Sabriye annesiyle beraber cennete uçacak biz de kanatlarına tutuncaaz... çabuk getirin nerde kaldı rakım bee! Haftada bi çilingirimiz var onu da çok görüyônuz, ille de sirozdan ölecêm var mı itirazınız? A-be seviyôm içmeyi rakı (Lüleburgazlı galiba, böyle cümleye öyle assubay) mayamız böyle karıldı bizim nice operasyonda içimiz yarıldı bizim. Sirozdan ölmek ama önceden siroza yakalanmak istiyôm, normal ölüm haram bana. İlk İttihatçı son Kemalist olmak istiyôm, Saroz Körfezini seviyôm çünkü Saroz’u ve siroz’u sevengiller familyasına mensubum, ille de yây-lâ-laar yây-lâ-laarr... raağt... zzrooll... uygun adım marrşş... (ii)leri! Beni bi de teğmen kompleksi bitirecek zaten yedi bitirdi ya... o kadar pırpır diziliyô kolumuza etmiyô bi yıldız, bu ne aşılmaz eşik bu ne sallanmaz beşikmiş, resmen tabu yâhu. Adıma bakan da beni albay emeklisi sanır, oysa yarım subayım yetersizim, az’ım, azsubayım. Oysa adım tamsubay adı, bi düşünün: Albay Alpay Yılmaztaş! Tam albay olacak adamım. Ama olmazdı gene de tamalbay yerine yarımalbay, yarbay geçidi var, hem de aşılmaz cinsinden. Ezcümle, sirozdan ölmek ardından Nirvanaya ermek, işte yaşam felsefem bundan ibaret. Nirvana dolaylarında ilk önce teğmen, Enver gibi rütbe atlayarak çabucacık (rakının yanında cacık ohfs...) hemencecik albay, sonra general o da yetmezse ordinalyus general mareşali olmak ve hep orada durmak, işte doyuma ermek budur ama reankarne riski beni ziyadesiyle ürkütegelmiştir. Ya yeni yaşamımda gene assubay olarak çıkarsam dünyaya? İşte o zaman papaz eriğini yedin demektir Em.Asb. Alpay Yılmaztaş Hazretleri! Çekemem dayanamam katlanamam tahammül edemem eririm biterim tükenirim olabilemez olmamalıdır, ölürüm yoksa. Yok, zaten bi kere ölmüştüm, öyleyse intihar ederim harakiri yaparım putuma taparım, binaenaleyh batsın bu dünya!

Kız zillii... sabrımı taşırma, zaten adın da Sabriye, bunlar hep anan olacak o karı yüzünden. Âh o gün tatbikat olmayacaktı, bilirdim ben yapacağımı. Tam yirmi gün sonra dönebildim, ipne yüzbaşının haberi olmuş tabii, telsizden bildirmişler ama bana gıcıktı çağırıp bi şey demedi. Zaten assubayları adamdan sayan subay çıkmaz. Ee isim tashihi için dava açmak mahkeme kapısı dolaşmak ha yarın ha öbür gündü falan derken kız oldu eşşek yarısı... Bak Ayla, a-ha buraya yazıyôm (parmağını yalayıp havada gezdiriyor) bu kız çook başımızı ağrıtacak, hiçbir sosyal yönü yok, neerdeki sosyalist olsun, çok beklerim ben çağdaş kızımla övünecek günleri. Yakında namaza niyaza da başlatırsın sen bunu. Bilirim ben seni, elaltından belletirsin Kuran okumayı falan. A-ha bak şuraya yazıyôm (bir buraya bir şuraya yazıp duruyor, ne kültürlü kahramanmış) askerlik şerefim ikiparalık olacak, bu gidişle orduevinde azbiraz itibarımız ve masamız vardı o da elden gidecek. Bi Allahın günü eline bi kadeh alıp da bana tokuşturmadın, bi gün bile mini bi etek giymişliğini görmedim, assubay dinlenme kampının yolunu bilmezsin. Tamam teğmen değilim, albay malbay olacağım da yok ama çağdaşım, modernim, ilericiyim... sen ve Sabriye olacak kızın heppiniz mollasınız mollaa... Âh hata bende yanlış kişiyle evlendim, baştan olmazı belliydi bu işin ama Deniz’i size bırakmııcaam!

Bu lafların edildiği günün ertesinde Aylânım, Sabriye’yi de alarak evden ayrılıp halasıgile gitmişti (Ana baba öleli yıllar vardı). Resmen ayrılık için yine de bir iki yıl sabretti. Bu arada kız İzmir’de okul kazanınca nafaka falan bağlanınca kadın kendi ve kızından ibaret dünyasında kozasını örmeye başladı (Bir rivayete göre Kozpınar Sokak’ta oturuyorlarmış).

*

Her zaman olduğu gibi bir zamanlar münasip bir yerlerde bir padişah ile onun bilge bir danışmanı varmış. Adam bi gün eldeki veri ve bilgilere dayanarak “padişahım, pek yakında içeni aptal yapacak bir yağmur yağacak, kaynaklar toynaklar dereler tepeler bu yağışla dolacak, yani kim, yağış o yağış... bi daha düzgün sağlıklı su bulunmayacak. Önerim şudur kim sarnıçlara, cıbırlara tiz temiz ve sağlıklı su istifleyelim. Hem biz içeriz hem sevgili halkımıza dağıtır bu beladan yırtarız” demiş (Rakı yok muymuş, rakı?) Öneriyi makul ve âkil bulan padişah aynen öyle etmiş. Durum, halka gaste ve tv’lerden duyurulmuş, birifinkler düzenlenmiş, afişler vb. canlılar asılmış. Çok geçmeden aptalıslatan yağmur sağanağı başlamış. Uyarıya kulak asmayan sevgili halk, yağmur sularından “iç babam iç” yapmış. Akabinde de cümbür cemaat kafayı yiyip küllüm edip cümlesi mâaile sıyırmış. Temiz su içmeyi sürdüren saltanat adresine “padişah ve bir zamanlar bilge biri olan danışmanı aptaldır, delidir ondan nâşi ne yapılsa yeridir” deyu saldırı düzenlenmiş. Durum kabak gibi apaçık ortada olunca padişah “needeceğük leng dânişmendbaşu” didikte ol âkil û ecell dânişman “pohu yimektense aptaleden suyundan nûş itmek ewlâdur, sevgili pirezandtım menim” dimiş. Gazaba gelen padişah “ülen dânişmentbaşu, men de senü bir adam belledüydüm, son önerin bu mu leng. İçmiyôm, teslim de olmuyôm anasını satiim. Biz bu tahtı bubamızdan miras bulmaduk (!)” demiş. Deyiş o deyiş...

Sulhi’ydi bu. Hep böyle yapar ‘deyiş o deyiş gidiş o gidiş veriş o veriş yiyiş o yiyiş’ diye bitirirdi.

Bi kadının beş tene bebesi varımış, onları çok severmiş, hep suda pişmiş yumurta yidiriyômuş ‘Hani ananıza yok mu, hepiniz yarımşar yarımşar virsengiz de ben de doysam’ diyômuş, analarına acıyan bebeler de tike tike bölüp veriyômuş. Kadıncağız ardından ‘Âh analar taş yising, yarımşar yarımşar beş yising’ diyômuş. Görüyông mu yılmazgüneyim, vaktiyle ne fidakar analar varımış. Genç cumhuriyet böyle analarıng omuzlarında yükseldi.

Sık fıkra anlatırdı ne de çok şey bilirdi bi assubaya göre. Kayseriliydi, dediğine bakılırsa anada atada vaktiyle ulemâlık varmış. Sık sıknöörüyông lan derdi. İşte biz de (hangilermiz?) silah arkadaşım toprağı bol olasıca Sulhi’yle -ki kendisini bi ateşsuyu partisi akabinde yitirdik- bu destandaki gibi Köroğlu ve Ayvaz misal ikimiz kalmıştık vaktiyle tee dağın başında, tatbikatta unutmuşlar almaya bizi tam beş gün altı gece... ama yanımızda sekiz büyük rakı ve bol meze vardı, gene de ayıp olmasın diye sözde aç bîlaç kıvranmış ayağına yattık, hem günlerce namıkkemal’den seçmeler dinledik Sulhi’nin ağzından (önemli şeyler anlatırken ağzını kullanırdı). Ödül mödül plaket şilt milt takdirname gırla gitti, subay milletiyle obiççim dalgamızı geçtik.

*

Yusuf, Yarımcalıydı ama irikıyım değildi, fakat yine de yarma bursa şeftalisini pek severdi.

Yusuf’un çolak kalması, yanaşma olarak büyütülmesi, herifin kızına tutulması, kızın da ona sokulması, halvet ve kâtip olması, herifin ölümü, kızından fettan kaynana dırdırı, hareketli yaşam arzusu, tabii Yusuf’un maaşı az, kafası da epeycene kaz. Genç karı taze gelin aç tabii, asılan kesilen bikerecik diye yalvaran çook... Hadi bakalım Yusuf’a köy tahsildarlığı yolları görünmüş, günlerce o köy senin bu köy benim, kaynanayla erkekaçı gelin evde vur patlasın çal oynasın, çilingir sofraları, sazlar kemanlar bi odadan öbür kucağa yığılmalar, hediyeler mecidiyeler... Derken bi gece vakitsiz eve dönen Yusuf manzarayı görünce... çekiyô altıpatları tabii, basıyô kurşunu veriyô dumanı hepsine, konak dönüyô harman yerine, oluyô bi eşkiya...

Yarımcalı, bunlardan âzadeydi, Kuyucaklı Yusuf’u falan bilmezdi okumayı sevmezdi. İşini de sevmezdi ama Em.Asb. Alpay Yılmaztaş’ın takıldığı meyhanede başgarsondu. ‘Yarımcalı... heyy Yarımcalı’ diye seslenirler, o da bunu duyunca hemen ‘buyruun efeemm’ diyerek masalara süzülüverirdi. Lâkabının adamı değildi, kimsenin adamı değildi. Evde ise tam bir cellattı, karısı da sanki bir attı, at gibi karıydı, hakkından -tahminlerin aksine- ancak Yarımcalı Yusuf gelirdi, pek mutluydular.

Suzan Hanım (Yarımcalı’nın karı) üçüncü çocuğa hamile olduğunu deyişinin yirminci gününün gecesiydi (yine bir cuma akşamı) masa donatımına nezaret eden Yarımcalı’nın çekilmesi ardınca Em.Asb. Alpay Yılmaztaş ‘Âh ülen âhh şu Yarımcalı’nın yarısı kadar olamadım be’ diye iç geçirdi, geçirir geçirmez aç karna bi bardak rakı daha salladı.

Deniz Yılmaztaş, sabun ve şampuan kullanmadan yıkanmıştı şimdi kendiyle ilgileniyordu. Nedense, omzundaki ben’i ovuşturmaya fazla zaman ayırdı. Babası içmedeydi. Üzerinde bornoz saç dağınık (ve târumâr, tenlerinde nem) havlusuz salona yürüdü mutfağa uğradı elinde bir elma belirdi kütürdeterek ısırdı, uzandı, bağı çözülen üstlüğü toplamaya gerek görmedi üçlü koltuk azıcık ıslandı tv açtı (dizifilim daha başlamamıştı) bir eliyle sol uyluğunu kaşıdı, ardından elmasından kocaman bi ısırık daha kopardı.

Vecihi Beğ, karısının durmakbilmez itirazına rağmen türlü tavizle besleme imtiyazı elde ettiği Minnoş’u gece doyurması için balkona çıkardı. Hava aşka çağıran ve ancak erbâbının sezebileceği binbir kokuyla bezenmiş gibiydi. ‘Evet, Naciye her dâim sevilmeyi hak ediyor ama iş aşka gelince hep kendime sakladığım bazı tereddütlerim var ve ne derse desin n’aparsa yapsın yarın marketten iyi marka bi mama alacağım, yetti be! Şöyle usulünce bi kedi de besleyemeyecek miyiz yani’. Bizli konuşmasına karşılık yalnız olduğunu fark etmekte gecikmedi ve bir ânlığına cüretinden ürktü.

 Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

 

ACILARIN ÇOCUĞU

Biliyor musun çok acı var ve dünya türlü acıyla dolmuş, acı çekiyorum anlıyor musun acı. O yüzden pastaneye gitmem gerekiyor. Yakınlarda uygun bir nalbur bulunsaydı oraya dalardım. Niye böyle oluyor, diş çektirmek için de kuaföre götürüyorlar (oysa sapına kadar erkekim ben). Pastanede ne mi yapçâm, işte buna gülünür, ilaç bakçâz herâlde. İlacın pastalısı, pastalı ilaç, ilaç şeklinde pasta, pasta biçiminde ilaç (hap da olabilir ama şurup bizi bozar, almayalım). 

*

Acı çekiyodum da acı

Doktur bulamadı ilacı

-Aslında var ya, inciri de pek bi severim eskiden beri

-Nasıl yani

-Doktorlar nerde bulunur hastanede diğ mi

-Evet de bu mabetteki kalite ne iş

-Onu bi geç öyleyse ne demek oluyomuş

-Ne bileyim n’oluyo... çıldırtma adamı da söyle.

-Şu demek oluyo: Hastane önünde incir ağacı, diye başlayan bi türkü

-Anlaşıldı, sen bir ördeksin

-Ne ilgisi var

-Hava bulutlu, yağmur yağacak, göller oluşacak ve sen yüzeceksin, ördeksin ya!

-Hâlâ anlamadım ne ilgi...

-Hemen konuya girsen incir ördek vb. gibi nesneleri çıkarsan aradan, hem yukarıda geçen acılı dokturlu iki mısra da pek zavallı, dost acı söyler

-Yapma yaw... Peki anlıyor ve giriyorum

*

Hiç unutmam (daha dün gibi) yedi falan yaşlarında olduğum için ve dişim ağrıyordu. O akşam babam bana dedikine senin dişini çektirtelim dedi. Geçmiş gün, insan unutuyo(!) tabi gecenin bi vakti kalkıldı herkes kendine göre giyinildi en yakın pastaneye gidildi (hani kuafördü) tam içeri girilecekti ki derkeenn... Kıştı galiba ve hava da soğuk ama kaldırımlarda terlem terlem bi sıcak, ortalık kavrulmakla kalmıyor aynı zamanda tütem tütem tütüyordu. Tanımsız korkular üşmüştü şehrin karanlık dehlizlerine, kertenkelebekler yuvalarında titrem titrem titreşirken bir bekçi düdüğü keman çaldrıyordu otuziki dişine birden o yüzden ve âniden tıslayan bir ses duyuldu: Gecenin sesidir diyen oldu, karanlığın nefesidir, dedemin fesidir, ney’in inlemesidir, acep neyin nesidir diye düşünüldü. Gece -o tarihlerde- herhangi bir düşünceye imtiyaz tanıyacak anlayış ve berraklıktan henüz çok uzaktı. Tıslayan ses bu sebeple tanımsız ve adsız kaldı. Oysa şifreler deşifre, gardiyanlar başgardiyan olabilirdi. Evet, bunlar mümkündü ama mümkünü imkansız kılan bir şey veya pek çok şeyler olmalıydı ve vardı. Gecenin dehlizlerinde (şehrin karanlığı mıydı) gezinen dolaşan uçan kaçan kıvrılan sokan sürtünen tıslayan hırlayan ısıran atılan dolanan sarkan kemiren koparan yutkunan yalanan tutunan sıkan acıtan nice çalınan tırnak, abanan pençe, sallanan kuyruk, süzülen kanat, sürünen gövde... hepsi birleşmiş olarak geceye vücut vermiş, beden kazandırmış gibiydi. Evet, kesinlikle (b)öyleydi. Yoksa gece tek başına nasıl cüret etsindi ödümü patlatmaya!

Gecenin karanlık emzirdiği bi çocuktum ama mutluydum (korkunun memelerinden ise çikolata damlıyordu muttasıl).

Evet (yine mi evet) kabul ediyorum o gece (diş çektirmeye pastaneye gittiğimiz gece) kertenkelebekler yalnız değildi. Gecenin karanlık renginin kıyı köşe ve bilumum kuytu dehlizlerinde nice nice kaplumkurbağa çekirgeyik yarasaka dobermanda gergedana zürafare pelikanguru filamingoril akbabaykuş sansardalya... hareket halindeydi. Bunu bilen -ve her şeyi bilen- babam bana dönerek ‘korkma sevgili yavrucuğum, yanında ben varım hem bak pastaneye gelmek üzereyiz’ deme nezaketini gösterdi. Ve girdik ve dişimiz çekildi pastalar yenildi çıkılıp eve dönüldü (vurulan iğne, ağızda ‘sanmaca’ bir şişme, sarkan çene, tükürülen kan, çukura kaçıpduran dil, peltek bir konuşma ve ille de o koku).

Evi umduğumuz gibi bulduk, iyiydi daha n’olsundu.

Bu evin canlı olduğuna yüksek ölçüde inanıyordum, kesinliğe varan yüzlerce delil ortadaydı. O gece umduğumuz gibi bulduğumuz ev asla bıraktığımız gibi bir ev değildi. Sözde geceye emanet ettiğimiz ev benzeri bu nesne hıyanetin kollarında utanmaz bir dansın esrik kıvrımlarıyla kendinden geçmiş, geceye inat ışıkların ışıllığında parım parım parlıyordu. Gece ve onun gizlediklerini bilmezden gelircesine korkularımla alay ediyordu. İşte o ân onu sevmekten vazgeçtim artık sevmeyecektim daha öncekinin de sevgi olduğundan ciddi kuşku duydum. Sevgimi dövdüm ezdim ufaladım parçaladım ve onu hiç çekinmeden gecenin av bekleyen açılmış kollarına doğru fırlattım. İyi bir atış olduğunu ertesi gün görecektim: Eriyen kar yığınları arasında pörsüm pörsüm pörsümüş bir kâlp duruyordu, hareketsizdi ve bundan böyle hayatını ancak bir barsak artığı olarak devam ettirebilecekti (sevgi denen bu şey korkmak nedir ölüm nasıldır bilmiyordu).

Sonra ve bir ara dişim yeniden kanadı (evdeydim ve hâlâ sevgisizdim).

Salon perdesinden bir kıymık keserek tampon yapıp arasına koydular ve dediler ki Adana’da pamuk tarlaları iflas etmiş o yüzden ve mecburen kanayan diş aralarına perde kesintisi boca edilecekmiş, son çıkan bazı kanunlar ve Sinop sıkıyönetim komutanlığının otuzbir numaralı bildirisi böyleymiş. Kabullendim tabi fakat Sinop işini tam kavrayamadım, sibop desem olmadı boşa koydum dolmadı.

Beni yatırdılar. Bir ses ‘yarım saat içinde süzülüp gitti yavrucak, yedi kere okudum ama olmazsa yarın üstüne bi de kurşun döktürtelim’ dedi. Kapanan gözlerim sesin sahibini aradı, yarı açık kulaklarım ‘ninem’ tahmininde bulundu. O iyi bir ninedir, bu evin kapı pencere döşeme badana gibi bir şeyidir. Hep aynı divan üzerinde ve benzer biçimde oturur elde tespih. Hiç değişmiyor bildim bileli aynı yaşı sürmekte. Sabun gibi kokmayı nasıl başardığını ayrıca merak ediyorum. Hele ille de sesi... Kuran okur gibi konuşuyor mevlit dinler gibi uyukluyor. Bir zamanlar ne yürekler yaktığına kim inanır; yatak yorgan demeden ceviz kestane yemeden, bu endam şu süzülüş o naz, gülüşler... mümkün değil bi yere konmaz; dünyaya nine doğmuşlardan olduğu çok açık, hatta kesin, şüphe eden kuşku duyan çarpılır.

Yatırdılar yatağa bırakıp gittiler, yastık kıyısınca kıvrılmış beni bekleyen hareketli bir iplik yumağının kolları arasına. Örttüler üstümü divan altında kıpraşan yüz gözlü masal hayvanıyla yüzgöz olacağımı bilmeden. Uzun ve çalı kirpikliydim, açınca gözkapaklarımı kısınca gözlerimi değiyordu kaşlarıma bazen ve belinliyordum üstten birileri çekiştiriyor diye alnımı. Yumdum, çok sıkı kapattım gözlerimi, acır gibi oldu göz kıyılarım ve çömdü karanlık bütün dehşetiyle içeriye. Öteki odaları tütsülemiş olan serinlik de soğuk kılığında kapı aralığından aktı yorgan altından sızdı ve titretti beni bir anlığına, bir üşüme geldi bir yalnızlık bastırdı bir korku göründü bir boşluk belirdi... Bağırmışım, çığlığıma koşmuşlar ateşler içinde yanıyormuşum. 

Eh artık iğne kaçınılmazdır veya iğneden kaçılmaz. Yedi ev öteye varılacak, kapılara vurulacak, üç beş dakka içinde dışarı don gömlek bir baş uzanacak sonra çıkacak. Elde çanta bir şey konuşmadan yürünecek bizim eve gelinecek, bu operasyonu yine ve elbette baba yapacak. Bu, dünyanın en sessiz, konuşmasız -nerdeyse mimiksiz- yedi ev öte gidip yedi ev beri gelme işidir. O saatte niye kapı çalındığı bellidir gelen bellidir hastanın kimliği bellidir hangi iğne vurulacağı bellidir (çünkü başka iğne yoktur) öyleyse Sıhhiye Bekir Efendi niye konuşup da yorsun kıymetli cancağızını... Evet, bilindiği ve beklendiği üzere oldu her şey. Bekir Bey (az önce Efendi değil miydi) kendinden beklenen şeyleri yapıyor: Çanta açılıyor çelik kutu çıkarılıyor (o da açılıyor) şırınga iğne şişesi odaya dolan ilaç kokusu, birkaç şakırtı üç beş şıkırtı bir iki sürtünme fışkırtma sesi (adamdan hâlâ tık yok). Kimliği belirsiz eller beni yüzüstü uzanmaya davet ediyor, eh istediğiniz oldu işte kıç meydanda öylece bekliyorum. İlk önce ve geçen birkaç yıldabir olduğu gibi pamuk, eşliğindeki kolonya serinliğiyle ürpertiyor (Hani pamuk tüccarları iflas etmişti ve Adanalıydılar, yalan bal gibi hem de. Gerçeği en münasip biçimde hissediyorum beni kandıramazsınız). Gene ağlasam mı acaba... ama kaç zaman geçti bi yararını görmedik, ilk fırsatta hemen iğne, öyleyse bu sefer dişler sıkılacak (bir eksi yirmisekiz halinde, baş zaten çatlıyor) ve beklenen acı temas geliyor iğne sol buduma giriyor e-ee bitti gibi fakat o da ne... esas iş şimdi başlıyor, içime doğru duman duman akan yakıcı acı eşliğinde koyveriyorum yaygarayı. Bekir Efendi’de gene tık yok ama imana gelip iğneyi acıtmadan çekiyor ve kolonyalı pamuğu bir daha aynı yerde gezdiriyor, bu sahte bir serinlik ve beni aldatmaya yetmez. Her şey gibi bu da bitti iğnemizi vurulduk. Adam geldiğine benzer madeni sesler eşliğinde gidiyor, yine ağzından (başka neresi olabilir ki) tek söz duyulmuyor, bu efendi konuşmadan nasıl yaşıyor acaba, pamuk yudumlayarak iğne yiyip şırınga çiğneyerek falan mı?

Acı yasaklanmalı tohumları yok edilmeli dalları kırılmalı kökü kurutulmalı ya da bütün acılar bir havuzda toplanıp derdest edilerek (enterne de olabilir) herkese eşit üleştirilmeli ve bir daha asla katiyyen acı fidanı dikilmemeli ama hal-i hazırda açmış varsa acı çiçeklerine dokunulmamalı ne de olsa çiçektir o da bir can taşıyor, çiçeğe kıyılır mı hiç...

Şimdilik acı işi tatlıya bağlanmış gibiyken önümüzdeki yıl önüm’le ilgili bir acı mevzusu daha ortaya çıkmış bulunuyor: Acır macır demeden ailecek sünnet olmama karar verildi. Bakalım yastığımın kıyısı ve yatağımın altında hangi öcüler ne tür böcüler kıpırdayacak... Hem de temmuz sıcağında her yer buz kesmişken.

  Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

Online dergiler Online dergiler