Author

Osman Kibar

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

DİKTATÖRLER ZAMANI

Nasıl, Emir Kusturica’nın Çingeneler Zamanı adlı bir filmi varsa, bazı ülkelerin de ‘diktatörler zamanı’ diye bir geçmişi -veya gerçeği- vardır. Herkesin olduğu gibi diktatörlerin de dolu ve boş olmak üzere iki zamanı bulunur. İki zamanlı basit motorlar gibi olmasa da onlar da ‘bir’ tür zaman ikizlemesi, ikili zaman, düalizm yaşayan canlı organizmadır. Târih bize diktatörlerin zamanlarının çoğunu dolu geçirdiğini söylüyor. Öyle ya, kötülük denen iş boşluk kaldırmaz! Hamurlarının ne kadar su kaldıracağını ise, yine zaman gösterecektir. Yâni, zaman diktatör için çok önemlidir. Ve kötülük, onlar için ara sıra yaptıkları bir fiil değil, bir dindir! Kötü olmak, kötülük yapmakla yetinmemiş, bizzat kötülüğü din eylemişlerdir. Bu dinin tanrısı kendileridir. Her diktatörün kalın ciltli ve dininin umdelerini vâz eden bir kitabı vardır. Gariptir ama, hemen hepsi tek bir kalın kitap telif etmekle yetinmiştir. Çok kitaplı diktatör yoktur; çünkü, kendileri ‘her dinin bir kitabı olur’ düsturundan haberlidir. Tek kitap tespiti, bizi yanıltmamalıdır; kendilerinin tek ama, kendileriyle ilgili sayısız kitap basılmıştır; basılmaktadır. Kitap telifi, ölümlerinden sonra da devam eder. Bunun da bir adet şartı vardır: Kendisine tapınma kurumlaşmış olmalıdır. Yoksa, bu işi zavallı gönüllüler sürdürmek zorunda kalacaktır. Bu tür kitapların hangisinin kaçıncı baskı olduğunu belirlemek, iktibas ve intihâl trafiğini tâkipten âciz kalınır. Resim, rölyef, büst, heykel işi ise, sektör bazında kurumlaşmıştır.

Çok azı dışında bütün diktatörlerin doğum günleri bellidir ve ‘iyi’ kutlanır. İstek ve ihtiyaca göre pek çok anma ve kutlama günü belirlenmiştir. Zafersiz, özellikle savaşsız (kahramanlıksız!) bir diktatör -tabiatı gereği- düşünülemeyeceği için, hepsi mutlaka savaşmış, târifsiz yiğitlik göstermiş ve zafere ulaşmış kişilerdir. Ama, çok mütevâzı olduklarından, zaferin kutlanma işini pek sevdikleri halka bırakırlar; hattâ bunu bedelsiz bir lütuf olarak sunarlar. Bu armağan, kutlamakla tükenmez bir hazinedir! Ama hazinenin bulunduğu yer -masallardakini andıran- namlu, palet ve postal görünümlü türlü canavarla çevrilidir. Elbette, her şey tören ve halkın güvenliği adınadır!

Diktatörlerin boş durmadığı zamanları pek dolu geçer. Herkes tarafından ve mecbûren ezbere bilinen, zaferlerle dolu bir hayat hikâyeleri vardır. Orta boy kaleyi andıran bir köşkte otururlar. Viski, votka, tekila veya rakıdan sızılmış, sabah geç kalkılmış olur. Yatak arkadaşının mahmûr uykusu sürerken, o kalkar tıraşını olur veya yaptırır. Birkaç kapı ötede susta duran adanmış, sâdık bendeler (scuritita) kuşsütü eksiksiz sofraya buyurmasını beklemede... Yakın korumalar ya aşîretten ya da ideolojik kaynaktan gelen seçme kâtillerdir. Standart sabah makyajından sonra, sıradaki en önemli figür ‘ayna’dır. Üniformasını giydiren uşağın çıkışıyla, her sabah yaptığı gibi aynaya yönelir ve kendisine bakar. Bak bak; bitmez... Yaşına göre hâlâ yakışıklıdır; becerikli terziler göbeğini gizleyen iyi dikiş çıkarmıştır. Aynada kendinden çok ‘güç’ü seyreder. Bir ân için tanrılığından emin olur; içi de narsist dürtüyle ‘bi hoş’ olur. Yeterli bulduğunda aynadan ayrılır; günlük biat ve perestijleri kabûle hazırdır; çıkar. Güneş onunla doğmuştur; kendisi bizzat güneştir. Bütün gün sunulan saygıları -lütfen- kabul buyurur. Gündemde ‘balkon’ varsa, o gün daha önemli geçecektir. Sık olmayan aralıklarla balkonda görünmeyi sever. Özgürlük meydanında toplanmış sevgili halkı -ülke nüfusuna göre on bin, yüz bin kişi olarak- bilinen sloganlarla onu yüceltecektir. Balkon, bir lütuftur. Madalyaları -ki, hepsi kendine yine kendisi tarafından verilmiştir- apoletleri, çizme veya rugan patileri pırıl pırıldır. Her cümlesi vecîze kabîlinden atılan nutuklar ve alkış... Hiç durmayan, gittikçe yoğunlaşan alkışlar... Türlü tatminle geçen sıradan gün sona erdiğinde, verilen gerdan parti ve akşam sofrası kendisinin seçkin eylediği dâvetlilerle donanmış olarak onu bekler; öğlen yemeği önemli değildir! Coğrafya ya da damak zevkine göre sâbitleşmiş viski, votka, tekila ve rakı; dahi bitmeyen ama bıkkınlık da getirmeyen perestij, ululama, tapınma...

En iyi zaman dolu geçendir; boş olanı ise, tam bir işkence! Bu formül halka göre düşünüldüğünde, ters orantı denen bir cilveye dönüşür ve ‘iyi’ addedilir. Diktatörün boş zamanı, işkence yapmadığı zaman dilimine tekâbül eder. Evlenme, doğum, yıldönümü vb. gibi istisnâlar, halka -bir nebzecik de olsa- soluk alma fırsatı sunar.

Diktatörlerin boş zamanına geçmeden önce, dolu zamanlarında işledikleri belli işlere bir daha bakalım: Muhâlifleri susturma ve imhâ; yola gelmekte direnen câhil halkı ehlileştirme; bol bol yasa çıkarma ve yönetmelik yayınlama; normal enflasyon yanında at başı giden tören ve kutlama enflasyonu; bol sıfırlı, çok renkli ‘kağıt’ paralar; sık sık iç ve dış düşmanlardan bahsetme; istikrarsızlaştırma; her fırsatta ülkenin istikrâra ihtiyacı olduğunu hatırlatma; birlik ve beraberliğin erdemini dile getirme... Korku, endîşe, panik, şüphe, tedirginlik, tâkip, fişleme, güvenlik soruşturması; istihbârât... Hapisâne, dârağaçları, gözaltılar, tuhaf kazâlar, tesâdüfler, kaybolmalar, fâil-i mechûller... Kimliği belirsiz hedefler; iç, dış ve görünmez düşmanlar; sûikast beklentisi... Korumalar, zırhlı arabalar... (En önemli mesele şahsî güvenliktir). İsviçre bankalarına aktarılan milyon dolarlar... Sistemli fakirleştirme, sistemli câhilleştirme ve sistemli baskı... Mutlaka rakipleri vardır; rakipsiz, muhâlifsiz yaşayamazlar. Rakip, bazen bir kişi veya grup, kimi zaman da bütün halktır. Bu tablo tam bir korku imparatorluğu manzarasıdır.

‘Diktatörler boş zamanlarında ne yapar’ sorusu  târihî, sosyal ve teknolojik değeri olan bir merak sonucu üretilmiştir. Cevabı ise -şaşılacak ölçüde- şaşırtıcıdır: Evet, aklı başında diktatörler boş zamanlarında ‘teknoloji’ üretir!

Standart diktatör tanımına uymakla mâruf Hitler, Stalin, Mussolini, Franco ve Solazar boş zamanlarında -gerçekten- sosyal ve teknolojik yeniliğin de öncü motoru olmuştur. Gariptir, onlar zamanlarına göre ileri olan bu standardı mazlum halkla paylaşmıştır. Stalin, köyden köye gidişi bile pasaporta bağlayan, dahi kırk milyon mazlumun kanına giren –ki, otuz milyonu Müslümandır- hatırı sayılır bir diktatör olmasına rağmen, zulmettiği halka akıllara ziyan lütuflarda bulunmuştur. Uçak inebilecek genişlikte caddeler, kamyon geçecek ölçüde kanalizasyon sistemi; otoyollar, metro, havayolu trafiği, uzay teknolojisi; bedava elektrik, su, havagazı, iletişim vs. Hitler’in seçkin gıda politikası, her âileye bir araba, yüzyıl sonra bile hizmet veren altyapı; iş ve üretim imkanlarının sınırını zorlayıcı sanâyileşme faaliyetleri de kayda değer... İçlerinden Franco, haylazlığıyla eksi puan toplarken, Solazar’ın ‘3F’formülü diktatörler terminolojisinde seçkin bir yer edinmiştir.

Çizgi üstü diktatör örneği için yukarıda anılanlar yeterlidir. Ya çizgi altında kalanlar; boş zamanlarında kölelere bir şey vermeyenler; sadece işkence ve balkon bülbülü, nutuk canbazı olma seviyesini aşamayanlar? Onlar, mevcut diktatör geleneği için tam bir yüzkarasıdır. Bol bol rakı sofrası kurmuş, çaldıklarını istiflemiş, yurt içi geziye çıkmış (Yurt dışına pek çıkamazlar. Çünkü, koltuklarını rakip diktatör adayına kaptırma riski vardır), elişi sergisi türünden açılışlara katılmış; kimisi de yetmişinden sonra ressamlığa, karpuz ve hıyar yetiştiriciliğine özenmiştir.

TC diktatör geleneği yönünden şanssız ve dahi bahtsız bir ülke olarak literatüre geçmiş bulunuyor. Gardrop, şapka, takke, şalvar, çorap, başörtüsü; saç, sakal, bıyık, perçem seviyesinde ortaya koyduğu düşük performansla, sıralamaya alınmayı bile hak etmiyor (Bu yönüyle, belki uluslararası terzi ve berberler dayanışma derneğinin ilgisini çekebilir). TC’nin daha işin başında diskalifiye olmak gibi bir tâlihsizliği yaşaması içler acısıdır. Ama mûtad zulüm, dinsizlik dayatması ve cana kıyma yönünden değerlendirildiğinde, emsallerini bile hayrette bırakacak bir standartın da biricik örneğidir.

Ve metin Erksan’ın Sevmek Zamanı, kısa Yeşilçam tarihinin en iyi filmi olmayı  sürdürüyor. Biz de -3o misâl- usanmadan sevgi çağ(lar)ını özlüyoruz.

Hep söylüyoruz; bizim yerli diktatörler boş zamanlarını -ne yazık- boşa geçirmiştir. Onlarca kara yıl yaşamamızın kara bahtlı oluşumuzla olan ilgisi de yeniden incelenmelidir. Evet, boş zamanlarda sadece rakı içmekle işler yürümüyor; votka veya tekila denenmeli!

 

Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

TEKNOLOJİYLE DANS

Türk halkını teknolojiyle tanıştıranlar asla ve kat’â aydınlar değildir; TC’nin böyle bir tanıtım ve tanıştırma işini yapması ise, tabiatı icabı(!) düşünülemez bile. ‘Ya kimdir?’ denirse, bunun cevabı, ‘Alamancı işçiler’ olarak tarihe geçmiş bulunuyor. Hacı dede ve ninelerimizin hakkını da teslim etmeden geçersek, insafsızlık etmiş oluruz. Onların durumuna aşağıda -kısaca- temas edeceğiz.

 Yukarıdaki tespite yönelecek ‘Bu nasıl cevap?’ sorusu, ne güzel tepkidir öyle!

TC’ye teknoloji transferi devlet ve onun sâdık bendesi statükocu aydınlara rağmen gerçekleşmiştir. Adı geçen suçlular, teknoloji üretmemekle birlikte, onun transferini de engelleyerek, suç tanımına yeni açılımlar kazandırmış bulunuyor. Geçen yüzyılı sistemli câhilleştirme, sistemli fakirleştirme ve sistemli baskıyla geçiren Türk halkı, yine geçen yüzyılın son çeyreğine girilen zaman diliminde bu cendereyi yırtma fırsatı yakaladı. Halk aslında bırakın fırsat peşinde koşmayı, dünyada fırsat diye bir şeyin varlığından bile habersizdi. Bunu ona zamana bağlı âmiller sundu. TC’de yaşayıp gününü bekleyerek, değişim ve dönüşüm ummak mümkün değildi. Onlar da farkında olmadan ‘kaçtı’! Kaçarak, teknoloji, bilgi ve ‘özgürlük’e ulaştılar. Sıralamadaki bilgi maddesine yapılacak îtirazı anlayışla karşılayacağımızı belirtmeliyim. İşin Türkçesi, onlar sadece insanlığa geçiş yaptı!

Alamancı işçiler öncesi TC uyruklular için ‘dışarı’ tanımı yoktu; dış dünyayı -yâni özgür dünyayı- onlar sâyesinde tanıdık. Komünist Rusya’nın mazlum halk(lar)ı dışarı ile temâsı sporcu, müzik ve dansçılarla kurabiliyor; şanslı olanlar dışarı çıkma fırsatı yakaladıklarında özgür dünyaya iltica ediyordu. TC nüfusuna kayıtlı insanlarda iltica geleneği ortaya çıkmadı (İrtica bile rejime karşı cılız tepkilerin adı olarak bugünlere erdi). Bunun yerine dışarıya işçi olarak gitmek, aynı işlevi gördü. O dönemin zavallı Rus halkı dışarıyı, ülkeye geri dönme tâlihsizliği yaşayanlardan; biz ise Alamancı işçilerden öğrendik.

 İşin hikâyesi şöyledir:

Bırakın İstanbul’u, kasabasını bile tanıması -fiilen- yasak[1] orta yaş köylü kardeşimiz, bir tür ışınlama ile Deuscland’a; Berlin, Hamburg ve Münih’e gitti. Hem de uçakla! Eşekten başka bir binitle teması olmamış bu kişiler, ülkenin seçkinlerini dahi atlatarak uçağa biniyor, yurt dışına çıkıyor, ileri bir ülkenin göbeğine iniyordu. Bizce bu, çağın en önemli olayıdır. Bütün bunlar olurken rejimin seçkinlerinin çoğu henüz yurt dışını tanımıyor, uçağa binemiyor; tv seyredemiyor, kasetçalar dinleyemiyor bir konumda idi. Çünkü, TC’de tv yayını yok idi! Onun için Koç Holding, Genkur, Cumbaşkanı vb. gibilerin durumu, Alamancı işçiye göre içler acısıydı. Biz buna ‘gardiyan kompleksi’ diyoruz. Sırf mahkumlar eziyet çeksin diye kendisi de aynı şartlara katlanan gardiyanla, bizim sapkın devlet adamı tipi arasında birebir benzerlik vardır. Türk halkı teknolojiyle -özellikle iletişim- temas kuramasın diye, kendileri de yüzyıl sonuna kadar teknolojiden yararlanmama gibi sapkın bir yolu politik tercih olarak benimsediler. Doksanlı yıllara kadar halkın telsiz kullanması yasaktı; elinde radyo bulunduranlar, her yıl verici eklemediklerini ispat için devlet kapısında sıraya girerdi.

Yukarıda anılan zevât, ilk mektep seviyesinde ‘yerli malı yurdun malı; her türk onu kullanmalı’ türü tekerlemelerle, siyâsî geviş katsayısını arttırmaya çalışıyordu. Tabiî, bu kadar basit değil; işin içinde ‘ithâl ikâmesi’ işi vardı ve ayrıca her iş(lerin)in temel sâiki bizden nefret etmeleriydi. İthâl ikâmesi, yerli üretimi yapılan eşyanın ithâlinin yasaklanması demekti ve dikta rejimlerin biricik ekonomik önlemiydi! Yerli üretim dedikleri ise, montaja dayalı, sınırsız sübvansiyonla desteklenen birkaç parababasının halkı sömürü gayretiydi... Ayrıca TPKK (Türk parasını koruma kanunu) vardı; üzerinde bir dolar bile yakalatan hapse tıkılırdı. Bu durum 24 Ocak kararlarıyla değişmiş ve serbest piyasa ekonomisine (liberalizm) geçilmiştir. Sistem bilgisayar ve internet kullanımını yasaklama konusunda ‘gâfil’ avlanmıştır. Bugün için buna teşebbüs etmesi de pek imkansız görünüyor.[2] Artık, sıradan birisiyle ülkenin seçkinleri aynı marka bilgisayar ve cep telefonunu kullanıyor. Yâni, ne kadar kudursalar azdır!

Alamancı işçimiz bir yıl içinde elektrik, telefon, süpermarket, yürüyen merdiven, metro, tv, kasetçalar, sürücü belgesi ve kendi malı arabayla tanıştı. Bir yıllık sürede asla ‘candırma’ya rastlamadı, karakola çekilmedi, nezârete atılıp işkence görmedi; dinine sövülmedi, namaz kılıp oruç tuttuğu için işini kaybetme tehlikesi yaşamadı. Bir yıl boyunca insan gibi insan sayıldı.

Sonra, ‘izin’ denilen bir lüksle tanıştı. Arabanın bagajını çoluğu çocuğu, eşi dostu için türlü hediyeyle doldurdu; cüzdanı da mark ile dolu olduğundan, epey şişkinceydi. Döndüğünde köyün -hattâ kasabasının- en zengini olarak karşılanacaktı. Pilli araba, ağlayan bebek, naylon çorap, gömlek, giysi; kasetçalar, radyo; kutu kutu kıçı pamuklu cigara dolu araba Kapıkule’ye ulaştı. Kötü şöhretli gümrük memurlarına, içine beş-on mark iliştirilmiş pasaportunu uzattı ve kutsal vatan toprağına ayak bastı. Otobandan çıkıp şehre ulaşmak biraz zor oldu. Köye ermek ermek pek mümkün görünmüyordu. Çünkü, mevcut rejim Türk halkının -gün gelip- bir şekilde özel arabaya binebileceğini, köyüne ‘düdük’ler öttürerek girebileceğini, rejimin seçkinlerinin evinde bile bulunmayan malzeme yüklü valizlerle bagaj yapabileceğini vs. hiç hesap etmemiş idi (Araba düdüğü sesi insanlık tarihinin TC ayağı bakımından pek müthiştir. Ters okumayla, Afrika ve Amerika’da duyulan ilk silah sesine tekâbül olarak değerlendirilmelidir). Sistemin bu yoğun teknolojik hediye trafiğini iyi okuyamadığı o kadar belli ki... Galiba, hep hediye seviyesinde kalacağını sanmışlardı. Oysa, ‘sirâyet’ diye nitelenen ve çabuk yayılmasıyla ünlü bulaşıcı olguyu fark edemediler.

Hacı dede ve ninelere gelince... Onlar da aynı zaman diliminde güney sınırından zemzem bidonu ve misvak desteleri yanında teknolojik nîmetlerin ‘câhil’ halka transferiyle meşguldü. Bi’t-tabii, rüşvet mukabili!

İkinci büyük savaş sonrası hurdaya çıkmış kaymakam veya pırpırlı cipinden başka motorlu vasıta görmemiş Türk köylüsü, Alamancı işçi sâyesinde neler gördü neler... Alamancı işçinin bindiği araba mersedes, audi, bmw vb. marka iken, TC C.başkanı altmış model ford’a tâlim ediyordu (‘fortçuluk’ deyiminin bu gerçekle bir ilgisinin bulunmadığını belirtmek, bir insanlık borcudur; onun için burada ez-cümle îfâ edilmiş oldu).

İşte, bizim dışarıyla temâsımız ve teknolojiyle dansımız! Ne yazık, ‘öyle saf ve öyle temiz’ bir hikâye değil. Türk halkı, yetmişli yıllarda Ankara ve onun son kelaynağı oynayan zihin sapkınlığını böyle kırıp geçti.

Osman Kibar

 

 


 [1] Sistemin asr-ı saâdetinden ellili yıllara kadar köylülerin Ankara caddelerinde dolaşması ilbay (vâli) genelgesiyle yasaklanmıştı.

 [2] Son bir iki yıl, eski kafa birkaç okul müdürü internet kafelerde öğrenci avına çıkmış, işkencecilik yaptığı yılların özlemiyle kıvranan yine birkaç emniyet müdürü kafelerden topladığı sabî sübyanı nezârete atmıştı. Ama arkası gelmedi; muhtemelen yaptıklarından utanmışlardı! Eskiden halkın teknolojiyle buluşmasını engellemek için rejimin özüne uygun yasalar çıkarırken, şimdi teknoloji karşısında utançla yüzyüze kalmış bulunuyorlar.

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

‘SİSTEM’Lİ NEFRET 

Nefret, sevginin zıdtı olarak beliren bir tutum ve durumun adıdır. Nefret -bize- sanki iblisin Hazret-i Âdem’e duyduğu kinden miras kalmış bir sapkınlık gibidir!Her şey zıdtıyla bilinir; sevgi olmasa nefreti tanımlayamazdık. Keşke, nefret hep bir tanım olarak kalsaydı...  Buna iki türlü îtiraz edilebilir. Oluş yönüyle tabiîliğin illeti yukarıda verildi. Öyleyse tutum, duruş, davranış ve bunların hayata yansıması üzerinde durmak gerekecek. Tabiî nefret unsurlarını, bu tartışmanın dışına taşımak istiyoruz. Konumuz, insanlar arası ilişki yönünü anlamaya çalışmak olacak.

Ya biz nefret ederiz ya da bizden nefret edilir. Eğer insan üzerine konuşuyorsak, bunun bir de telafi mekanizması olması beklenir. Sevgiden gelen, ihtiyaç veya mecburiyetten doğan, çoğu kere de üçüncü kişilerin araya girmesiyle gerçekleşen ve barışma denilen olgu en tanınmış telâfi yoludur. Bir ömür süren nefret ve dargınlıkların varlığı bir gerçektir. Ama dargınlık ve küçük kırgınlıklar, hoşgörü ve af gibi sonuç üreten bir süreçle ortadan kaldırılabilir. Bir istisnâ olarak, hayatını nefret üzerine kuranlar da görülür. Bu bir sapmadır; kişi çevresine kötülük saçmakla kalmaz, kendine de eziyet eder. Kendinden nefretin ayrı rûhî mekanizması olmakla birlikte, kişi ürettiği nefret denizinde boğulma durumundadır.

Her davranışta olduğu gibi nefrette de sebep sonuç ilişkisinden söz edilebilir. Bu durum -daha çok- kendimizi haklı gösterme ihtiyacıyla ilgilidir.

Bazen hiçbir sebep olmaksızın, başkalarına bizim ‘var’lığımız nefret için yeterli sebeptir. Bu noktada sözde aydınlar ve sistemin bizden -Türk halkından- niye nefret ettiği sorusuna uygun cevap(lar) arayabiliriz.

Bizden nefretin -onlara göre- birçok sebebi vardır. Ama, ilk ve en önemlisi bizim Türk ve Müslüman oluşumuzdur (Bir dostumuzun ifadesiyle, onların gözünde köpek eniği kadar değerimiz yoktur). Kendileri de -her nasılsa-Türk(!) olduğundan, bazen bu unsuru ihmâl edip nefretlerinin özellikle İslâmiyete yoğunlaştığı gözlenebilir. Ebu-cehil ve şürekâsı da Allah Rasûlü’nden -Araplık dışında- aynı sebeple nefret etmişti. Bu açıdan Allah Rasûlü ile aynı kaderi paylaştığımız söylenebilir (Keşke, bütün hayatımız benzeseydi). Yine bu yönüyle, tarihin tekerrür ettiğini bildiren sözdeki hikmet fark edilir hale geliyor.

TC’nin geçen yüzyıl boyunca uyguladığı kötülük üzerine kurulu politikalara bakılırsa, bunun basit zulüm tanımının dışında başka anlam(lar) ve köklü bir birikim içerdiği anlaşılır. Çünkü, yaşananlar standart intikam ve hesaplaşma çerçevesi dışına taşmış bulunuyor. Bu türlü bir sendromu -doğrusu- klasik düşmanımız olan küffârdan beklerdik. İçimizden çıktıklarına göre, bizde veya geçmişimizde bir ‘bozukluk’ aramak, düşebileceğimiz ilk şeytanî tuzaktır. Hayır; biz temizdik, iyiydik; hakkı temsil durumundaydık. Onların kötülüğü ve kötü tercihlerinden sorumlu değiliz. Onlar mayasının hükmünü icrâ ediyor; iblis de öyle… Dünyanın zembereği böyle kurulmuş! Belki, meşhur hoşgörü ve herkesi kendimiz gibi sanma saflığımızdan bahsedilebilir; ama bu, mevcut kötülüğün ölçülerine bakınca, pek mâsum bir aldanma olmaya mahkumdur. ‘Lâyık olunduğu gibi yönetilme’ uyarısı ise, bu tablonun dışındadır ve değişik bir ‘durum’a delâlet eder. Yâni, bazı şerler bizzat şerdir; her şerden hayır doğmayabilir!

Eskiden bizden de kötü çıkardı veya kendimiz kötülük ederdik; hâlen öyledir. Ama bu şahsî ve geçiciydi. Yine bazen, kötülerin sayısıyla birlikte yaptıkları da katlanılmaz ölçülere varırdı. Bu da geçiciydi. Ne zaman ki, kötülük ve onun sâiki nefret kurumlaştı, âhir zaman fitnesiyle tanışmış olduk. Bu, gerçekten zor bir sınavdır.

Mevcut kötülük çok güçlü bir nefrete dayanmadıkça, bu derece etkili ve kalıcı olamazdı. Bilinen hoşgörü ve sevgi dünyamızın onlardan kurtulmaya yetmeyeceği belliydi, karşımızda değişik bir düşman vardı. Ve biz, bekledik...

Bekleyiş, tahammül sınırlarını zorlamasına rağmen -hâlâ- sürmektedir. Biz, bu tür bir bekleyişin sonuç vermediğini ve hemen terk edilmesi gerektiğini söylüyoruz. Hayır; mevcut kötülüğün panzehiri iyilik ve sevgi değildir! Ona en iyi cevap kendinden daha üstün bir nefret olmalıdır. Bunun reçetesi ise Kur’an’da apaçık bildirilmiştir: Allah rızâsı için nefret! Evet, nefret Allah rızâsı için olursa meşrû ve saygıdeğerdir.

Kimileri bazen şahsî kâbiliyetle elde ettiği kısmî rahatlığı, sistemin erdem(!) ve güvenirliğine delil diye sunar. Bu tutum, kendine pislikte boncuk arama sapkınlığında benzerlik arayabilir! Şahsî kâbiliyet zekâ, bilgi, konum, şans, para, sosyal ayrıcalık (Zengin veya mevkî sahibi olmak, aşîret mensupluğu gibi), beden ve kas gücünden ibâret izâfî bir kabuldür. Kimi zaman da karşı tarafın ‘iyi ânı’na rastlanabilir; bundan kötüler adına iyimser bir tavır üretmek -en hafif benzetmeyle- ahlâksızlıktır!

Nefret kurumlaşabilir mi; evet! İyilik ve sevgiye rağmen mi; evet!

Sistemli fakirleştirme, sistemli câhilleştirme, sistemli baskı ve sistemli nefretin kurumlaşmış ifadesi olan devlet… Ve o devletinamplaya domestiq yöntemle devşirdiği sivil, üniformalı memur ve sözde aydınlara duyulacak nefret, bir asra yaklaşan baskı ve zulümden kurtuluşumuzun ilk nüvesini teşkil edecektir. Niye? Yeniden bir sevgi medeniyeti kurabilmek ve Müslümanca yaşayabilmek için...  Bu, insanlığın da biricik kurtuluş yoludur.

Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları 

TUZ KABAĞINDAKİ TÜTÜN

Bugün işi başından aşkındı. Bir şeyler kurduğu zamanlar hep böyle koştururdu. Sabah güneşle birlikte dama girmiş, hayvanları sopalamış, sonra yerleri kürümüştü. Şimdi ise iki inek ve bir dana ardında çayırdaydı. Bir ara onlarla ilgisini kesti ve yapacağı asıl işe yoğun­laştı. Düzeni çoktan hazırdı, iyi bir al kurmuştu, işi dek ile bitirecekti. Gününü bekliyordu. Düşününce bu gecenin uygun olduğuna karar verdi. Ölümcül değil ama sarsıcı bir intikam tasarlamıştı. Bu cılız gövdeyle tokat kapısından süzülmek kolaydı, ambarlar da hemen sayvan altındaydı. Gecenin leylî vaktinde girecek, beş gündür sarılı bekleyen çıkını koca ambarın altına bırakacak ve yarın Karantı’ya inip ihbarını yapacaktı. Gerisini merak etmiyordu. Doğ­rudan candarma mı gelirdi, yoksa kolcular mı; artık Uzatmalı’nın paşa gönlü bilirdi.

Dere boyunda çakılı eşek bir evlek ötede otlayan öküzlere doğru anırdı. Sese dik­kâti dağıldı. Nedendi bilmez, çoğu eşek öküz görünce aşka geliyordu. Herhalde boynuzları kıskanıyorlardı. İşte. eşeklerin bu huyunu beğeniyordu. Kendi ettiği eşeklikler ise darb-ı me­sel olmuştu. Doğruya doğru, kıskançlık timsâli bu sâkil varlıkları hiç kıyamazdı. Arık Hasan dendi mi bilmeyen, adından irkilmeyen yoktu. Ufak tefek, kara kuru epey arıktı. Arıktı ama sağlam çarıktı! Selam vereni azdı. Kendisini görüp yol değiştirenlere arkalarından söverdi. Kahvede yalnız oturur, çayını tek söyler, biriken borcunu cumaları yumurtayla öderdi. Kendi­ne göre sinsi bir hayat süren Arık Hasan, avlu kapısından girer girmez bir canavar kesilirdi. Evde sini kurulup yemek yenmesi de bir işkenceydi. Ortaya konan kakaleyi beğendiği görül­memişti. O gün atılmış somunları bile bayat diye kapıya fırlatırdı. Sövüp saymadan, çoluk çocuk tokatlamadan sofra başından kalkmazdı. İçten pazarlıklı, müzevir ve biraz münafıkça birisiydi; pek muhanattı. Eşek şakası yapmayı âdet edinmişti.

Milletin kıtlık çektiği, onun zıtlık ettiği zamanlardı. Ahâli et nedir, kurbandan kurbana görürdü. Bir iki zengin, bayramda fukaraya sofra açardı. Arık Hasan kim kurban kimdi... Bir keresinde, içinden gelen eşeklik etme arzusuna karşı duramadı. Sırıtık bir yüzle kahveye girdi ve davet bekleyen sekiz on garibanı eve yahni yemeye götürdü. Yolda dudak ucuyla gizliden gülüyordu; yine hinliği üstündeydi. Avlu kapısından girenlere az beklemelerini, içeri haber vereceğini söyledi. Mırıldanır bir sesle ‘Çabuk sofrayı kurun, mari” deyip sözde kocakarıya seslendi. Sonra dizmelerin ardına sindi, emekleyen adımlarla yan komşu çitini aştı, öbür so­kağa ulaşıp yeniden kahveye gelip oturdu. ‘Ne o yahni bitti mi’ diyenlere boş boş baktı. Tek çay söyledi, yan cebinin dipsiz derinliğinden çıkardığı kuru üzümle kırtmaya başladı. Ziyafet bekleyenler sabırsızlanmıştı. Yükselen homurtuya dışarı çıkan Yenge ‘hayırdır’ dedi. Fazla söze gerek yoktu; iş kabak gibi meydandaydı. Kadıncağız “Hasan Agan sizi kandırmış. Bizde kurban ne gezer. Olsa da yesek’ diye söylendi, öf pof ettiler; küfürler yuvarlandı. Mübarek bayram günü ağızlarını bozdular.

Üç ayı geçiyor İsmail Ağa’yla anmaya değmez bir meseleden ötürü küstü. Evleri de çapraz karşıydı. Dargınlığı hayat tarzı haline getiren Arık Hasan’ın horoz öttü tavuk gıdakladı bahanesiyle sürtüşmediği komşu kalmamıştı. Bu da onlardan biriydi. İlk önce sıradan bir tedirginlik olarak başlayan bu durum gittikçe içinde kök saldı, dallanıp budaklandı. Tabiî rakip olarak gördüğü bütün hasımlarının vebâlini İsmail Ağa’ya yükledi. Okkalı bir gözdağı, burun sürtülmesi, gün göstermesiyle birlikte toplu bir hesaplaşma kabaran kinini -ancak- yatıştırabilirdi. İsmail Ağa’nın tütün içtiğini biliyordu. Malına mülküne, öküzüne mandasına, çoluk çocuğuna ve iki karısına güvenip uluorta tabakasını açıp sarma tüttürmek ne demekmiş görecekti.

Eli boş varmak olmazdı iki kalıp peynir çıkarttı, sepete otuz kırk yumurta dizdirdi ve Karantı’ya yola koyuldu. İyi karşılandı. Hesaplı bir mahcuplukla olanı biteni anlattı. Aslında bu iş kendine düşmezdi ama. komşusu muhtarı elde etmişti. Kolcularla da sıkıfıkıydı. Herif, resmen tütün tüccarıydı. Tâ Bursalara balya yıktığı söyleniyordu. Ambarlatın içi tütün doluydu. Faize verdiği borçları kırım zamanı tütünle ödetiyor, malı ucuza kapatıyordu. Bütün köy şerrinden bezmişti. Ağzı da hiç torba değildi. Kahve ortasında ‘Bu zulümler elbet bitecek, yeni parti kurulacak, kolcuları mapusa tıktıracağım. Uzatmalı’nın pırpırlarını söktüreceğim. Tütün yasağı da neymiş, Re-Ce de neymiş, hepsi yiyici, diktatör bunlar. Ağababaları da tepetakla gidecek. Allah’ın izniyle çok yalanda ezan gene Allah-u ekber diye okunacak. Hacıya da gideceğim, anasını satayım’ diye konuşuyordu.

Eğer doğruysa, dönen rüşvete yeşillenen Sivaslı Uzatmalı Çavuş, ezan lafı geçince yerinden fırladı. Bir ân irkilen Arık Hasan, bu hıncın din aşkına olduğunu anlayınca toplandı! Kendisine düşen haber vermekti, gerisi onlara kalmıştı. Bin bir temennayla kıçın geri çıkarken, Uzatmalı Allah kitap ayırmadan hedef mülteciye ana avrat düz gidiyordu. Genç cumhuriyet kaçak tütün gibi hayâtî meseleleri takip ederken irtica boş durmuyor, ilk fırsatta hortlamaya yer arıyordu. İşte buna izin verilemezdi. Hâdiseye bizzat el koydu.

Arık Hasan gelişmeleri tokat kapısı aralığından seyrediyordu. Silahlılar gecikmeden gelip evi sarmıştı. Karı kızan çil yavrusu gibi ağlaşıyordu. Kimse seyir niyetine bile olsa sokağa çıkamamıştı. Adamlar elleriyle koymuş gibi ambar altındaki tütün çıkınını bulmuştu. İsmail Ağa türlü itirazla yalvarıp aman diliyor ‘İftiraya uğradım, bu tütün benim değil’ diyordu. Yediği dipçiklerden ağzı burnu kan çanağına dönmüştü. Adamlar acıma, insaf nedir bilmiyordu. Herifi çoluk çocuk ve iki karısının gözü önünde falakaya yatırdılar. ‘Ötekiler nerde lan?’ deyip veriyorlardı küsküyü... Bayılmazdan önce içerde bir parça tütünü daha olduğunu itiraf etti! Babasının doksanüç göçünde Razgrad’tan getirmeyi başardığı iki fincan yanında duran tuz kabağındaki sekiz on sarımlık tütünü de zapta geçtiler. Acıkmışlardı. Ağlaşan feraceli kadınların kurduğu sahra yemeği bitmeden İsmail Ağa ayıldı. Bağlayıp yedekte Karantı’ya doğru yola çıktılar.

Karakol faslı herkes için üç dört gün iken, irtica sorgusu işi uzattı. Sivaslı Uzatmalı’nın tatmin olmaya niyeti yoktu. On iki gün sonra karakolun önüne attılar. İlk günden beri nöbetleşe bu ânı bekleyen iki yeğen, tedbirli bir ürküntüyle amcalarını öküz arabasına uzatıp Hamidîye’ye getirdi. Uzatmalı, her şeyi kirli pencereden seyretmiş ve sızan bir sesle ‘Geberesin yezit. Haddini bilesin. Tuz kabağına bile tütün saklamak hâ, ezan hâ!’ demişti. Ardından palaskasını çekiştirip kapı önünde susta bekleyen candarmaya ‘Bak hele, kahvem nerde kaldı lan!” diye bağırdı.

Eye kemikleri kırıktı, göğsü acıyordu, insanlıktan çıkmıştı. Karın ağrısından kıvranıyor ‘Sidik içirdiler’ diyordu. Başka ne yaptılar diye soran bakışlara eziliyor, yan dönüp hıçkırıyordu. O zaman ziyaretçiler her şeyi anlamış olarak helâlleşip ayrılıyordu. Çıkma üstünde çarıklarını çekiştirirken ağırdan alıyor ‘Te be, erkek adama bu da yapılır mı’ deyip baş sallıyorlardı.

Tam yirmi gün cebelleşti; inat etti, ölmedi. İki büklüm kendi başına helaya çıkmaya başladı, bir iki kere camiye gitti. İki kadın ise aralarındaki sürtüşmeyi erteleyip üzerine titremişti. Gizlemeye uğraştığı bir utançla ‘iyiyim’ demeye çalışıyordu. ‘Allah düşmanıma vermesin. Bunun yanında gâvur eziyeti hiç kalır. Kim yaptıysa bu kancıklığı. Allahından bulsun’ diye ileniyordu. Dışardan iyileşmiş görünüyordu, ama ezen bir utanç içini kemirdikçe kemirdi.

Tıkırtıyı ikisi de duydu. Tembihli olduklarından dışarı çıktığına yorup kalkmadılar. Aysız bir yaz gecesiydi. Küçüksu döktü, sonra ev önündeki yarım ibrikle abdest aldı. Dama girip çıktı. Elinde sarkan bir şeyle tokat altına yürüdü. Gözü tütün çıkınını buldukları ambara kaydı. İtici bir gülümsemeyle yüz ekşitti.

İlk önce Küçük Yenge uyandı. Hayattaki bozulmuş yatak boştu. Sakın düşüp kalmasın deyip dışarı seyirtti; helada yoktu. Açık dam kapısını örttü. Yine namaza gittiğine kanaat getirmişken, tokat altında sallanan bir karaltı fark etti.

 O sabah atılan ölümcül bir çığlığa uyanıldı.

Osman Kibar 

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

ASHAB KOMPLEKSİ

 Bu yazımızda eskilerin netameli dediği risk unsuru yüksek bir meseleyi anlamaya çalışacağız: Ashab-ı kiram kompleksi! Dini içerikli bu tamlamayı hepimiz biliriz. Peki, aynı kavram siyasi ve sosyal bir kimlikle ele alınabilir mi; işte onu yapma durumundayız ve yalnızca ashap diyeceğiz. Terkibi bütünüyle kullanmak saygıya ters hem de yakışık almaz diye düşünüyoruz. Ashap derken ‘öncü çevre’ demiş olacağız ve belli bir katagoriyi îma edeceğiz. Okuyucuya ‘ne diyeceksen de’ dedirten bu kısa giriş bile işimizin zorluğuna, alışılmazlığına belge olarak değerlendirilebilir.

 Konuyu iki aşama biçiminde ele almak istiyoruz: Rekabet ve takipçiler.

 Hazret-i Âdem insanlığın atası, ikinci ata ise Nuh Nebi’dir. Tufan sonrası, Allah tarafından korunan seksen üç adanmış inançlı ile insanlık tarihi devam edebilmiş. İkinci adam ve çevre kopleksini bu gerçekle temellendirmeyi yerinde buluyoruz. İkinci adam, nerdeyse bütün Allah elçileri için bir vazgeçilmez olarak karşımızdadır. Musa ile kardeşi Harun, Yusuf ile Bünyamin, İsa ve seçkin Havariler. Allah Rasûlü için Ebubekir. Yani her elçinin yanında onu rezerv koymadan, şart koşmadan onaylayan bir dost ve aynı kalitede bir çevre (ashap) bulunmuştur; Allah’ın dilemesi böyledir. Bu Allah’ın sunduğu yardım yanında, işin sosyal, siyasi mekanizmasını anlama (okuma) yönünden de ihmale gelmez bir veridir; bu işler böyle yürür! Yön farkı ise, insanlığın kaderini belirleyen en önemli unsurdur. Yani, kötüler de aynı ya da benzer (paralel) şekilde teşkilatlanarak kurum niteliği kazanır.

 Doping etkisiyle yeniden derlenip toparlanma kişilerin özel beceri ve mesleklerinde sıkça görülen bir durumdur; olumlu olumsuz biçimi vardır. Bu, bir tür müdahaledir. Siyasi düzenle(n)meye en iyi örnek olan devlet kurumunun da yine benzer tecrübeler yaşadığını söyleyebiliriz.

 İstanbul’un şehir olarak kuruluşu ve getirdiği sonuç itibariyle Roma’nın karşılaştığı (kazandığı) atılım gücü, sonra bölünme. Yine Roma’nın Hıristiyanlık etkisiyle yaşadığı dönüşüm. Köktürk devletinin yıkılıp VIII. yy’da yeniden kurulması da aynı benzerlik içinde düşünülebilir. 1402 Çubukovası savaşı yüzünden fetret (kaos) yaşayan Osmanlının Çelebi Mehmet tarafından yeniden derlenmesi, siyasi bunalım ve toparlanma sürecine örnek verilebilir.

 Ve öncüler... İlk kurucu(lar) ve yanında olmayı seçenlerin kalitesi -ki tabiî seçkinleşmenin temelinde bu yatar- çok önemlidir. Buna ‘ashap’ deniyor. Kuruluşu izleyen dönemde yaşanan şahsi-siyasi rekabet ise, nerdeyse kaçınılmaz tarihi bir tecrübe. İslâm tarihinde övgüyle anılmayan Sıffin ve Cemel vakaları için -mahiyet farkı olsa da şekil yönünden- çekinerek ‘ihtilal kendi evlatlarını yer’ tespitinde bulunursak, çizmeyi aşmış mı oluruz! Hazret-i Ali’nin haricilere (isyancılara) dediği gibi ‘söz doğru ama niyet bâtıl’ duruma mı düşeriz, tam güvenemiyorum.

 Osmanlının kuruluşunda bir Dündar Bey fitnesi yaşanmıştır. Osman Gazi’nin amcası olan bu kişi epey geciktirici, karıştırıcı iş yaptıktan sonra yeğeni tarafından sahne dışına itilmiştir. Komünist Rusya’nın kuruluşu aşamasında Maşeviklerin yok edilmesi, aynı süreçte Troçki vb. sürgünler ve sistemli cinayetler; TC geçmişinde istiklal mahkemelerinde uygulanan muhalif-rakip temizliği; şah sonrası İranında yaşananlar...

 Yukarıda Rusya demiştik; Lenin’in yerine geçen Stalin’in ikinci adamlıkta gösterdiği performans ve/fakat kendisinden sonraki zulümde ortaya çıkan kalite kaybı... Evet, Sovyet İmparatorluğu ashap yokluğundan yıkıldı. Lenin veya Stalin’in rahle-i tedrisinden geçen ya da başını okşama şeklinde de olsa temas kurduğu (el verdiği) kişilerin ölmek yoluyla siyasi hayattan çekilmesiyle, iş tâbiîn; ardından onlara tâbî olanlara kaldı. 1991’e gelindiğinde ortada 1917’de karılan hamur ve tutan mayadan mamul hiç kimse kalmamıştı; kaçınılmaz son böyle geldi.

 Devlet adlı kurum yıkılmaz, bitmez değildir. Bu yönüyle insanla aynı kaderi paylaştığı söylenebilir. Ama her şeyde olduğu gibi söz konusu oluş, belli şart ve kurallar dairesinde gelişir; buna siyasi kader diyebiliriz. Bu bağlamda Allah Rasûlü’nün kurduğu devletin bile ancak yirmi üç yıl ayakta kaldığını söyleyebiliriz. Hikâyeyi hepimiz biliyoruz:

Çoktan Ümeyyeoğullarına (Emeviler) geçen siyasi güç (iktidar) Hazret-i Hüseyin’in Kerbela’da şehit edilmesi sonucu, bütünüyle elden çıkmıştır. Ardınca gelen ve bugüne uzanan kalite kaybı ise kaderimizi belirlemiş bulunuyor. Şunu söylemeye çalışıyoruz: Ashaptan sonrakiler (tâbiîn) ashap, onları izleyenler (tebai’t-tâbiîn) de tâbiîn kadar olamamıştır. Buradaki ölçü siyasi konmakla birlikte, sosyal ve şahsi planda da ayrıca ele alınabilir ve bunun gelenekteki yeri (sıralaması) zaten bellidir. Boynuz kulağı geçer’in tersi bir tarihi oluşu iyi okumayı öneriyorum; bu Allah’ın devletlere uygun gördüğü kader cümlesinden olsa gerek! İhtilaftaki rahmete karşılık, çirkin siyasi rekabet ve ihtirasta yıkım vardır.

 Çizdiğimiz manzaraya yapılacak itirazlara anlayış kapımız açık; ortaya koyduğumuz okuma ve îma biçiminden rahatsızlık duyacakları da -şimdiden- anlıyorum. İnsan kalitesindeki kayba karşılık, İslâmın kıtalara yayılma sürecinden gelen teselliye de bir şey demiyoruz. Zaten amacımız dini hatırlatma veya İslâm tarihine bakış getirmek değil; oluşu (mekanizmayı) kavramak.

 İslâmın ilk dönemi (asr-ı saadet, reşit halifeler) ertesinde yaşanan ashap kompleksi belli bir üzüntü ve yakışmazlık duygusu uyandırsa bile kötülerin (zalim devlet) de aynı kader yasasına bağlı olması içimizde umut çiçekleri yeşertiyor!

 Yukarıda Komünist Rusya’nın yaşadığı ashap kompleksine değinmiştik. Bu ülkeyle aynı dönemde kurulan, pek çok tarihi ve siyasi benzerlik gösteren TC ile ilgili acaba neler söylenebilir; öngörümüz nedir ve bu çerçevede yakın siyasi geçmiş için uygun ve isabetli yakıştırma(lar) yapabilir miyiz? İşte, sabırlı okuyucularımızın beklediği şey bu olsa gerek! Kendi sorumuza evet diyerek kısa cevap vermekle kurtulamayacağımızı biliyorum; öyleyse uzun süsü verilmiş birkaç söz edebiliriz.

 Çoğu Anatolia, azı Avrupa toprağı olan söz konusu ülkenin kuruluş ve kurucu hikayesini -yanlış doğru- bilmeyen yoktur. Adı üstünde, hikaye! Yakın tarihi ultra-hayal, fantezi, çarpıtma, spekilasyon ve akıl almaz bir sanallık üzerine inşa edilmiş başka bir devlet bulunduğunu sanmıyorum; külliyen yalan! Diğer yazılarımızda işlediğimizden, tavır ve tespit meselesini bu cümleyle sınırlı tutuyorum.

 İkinci adamın kimliği için meraklısı Şevket Süreyya’nın aynı adlı kitabına bakabilir. TC ilk dönemi adına (1920-1950) oluşturulan ashap modelini bilmeyen yok; eğitim sistemi bu model ve maceraları üzerinden şekil kazanmış bulunuyor. Ayrıca amplaya domestiq (besleme bürokrat) geleneğini de iyi tanıyoruz. Cari sistemin kalite kaybı başlangıcı ashap döneminin sonu olan 1950’dir. Tâbiîn, o gaz ve military serumla 1980’lere gelebildi. Geldi ama ortada ashap döneminden eli öpülecek, saygılar sunulacak canlı kimse bulunmadığını gördü; ölülerle nereye kadardı... Tâbî olanlara tâbî olanlar (ya da suyunun suyu) ile pişirilen zehir zıkkım katkılı yemek ise ortada kaldı; tatmaya çeşnigir dahi bulamadılar. 28 Şubat darbesinde cepheye yedekleri sürmekle -beklediğimiz- en büyük ve/fakat kaçınılmaz yanlışı yaptılar. Ve ilk defa sonuç alamadılar; kan kaybı durmadı. Hastaları ölüyor ve onlar seksen altı yıl önce Kur’an’ı yasakladıkları için fatiha da okuyamıyor. Acaba hiç utanıyorlar mı?

 Pişmanlık duyup nedamet edip bizim safa geçmeleri düşünülemez bile. Hayat tarzı, kemikleşmiş tutum, edinilen kimlik, statü, inat ve inkardan kaynaklanan kibir... Artık dinsizliğin sunduğu avantajları da kullanamıyorlar. Şartları (gerçeği) kabul noktasına gelseler ya da gönüllü sürgün için hazırlansalar iyi ederler. Sistemli bir intikam düşünmüyoruz ama her toplulukta acısı heyecanına vurmuş tipler bulunur ve onları kontrol sadedinde isteksiz veya gevşek davranıp muhtemel linç furyası karşısında ‘A-a inanmıyorum, hiç tahmin etmezdim. Vallâ olay sırasında heladaydım’ benzeri gülümseten mazeretler üretebiliriz! Hidayete ermelerini isteriz elbet, ama sözlüklerden suç ve ceza kelimelerini silmeye kalkışmak ne derece ahlakîdir, bilemem. Çocuklarımız ve özellikle şehitlerimize bu aptallığın cevabını nasıl verebiliriz? Peki, Allah sorduğunda -ki mutlaka sorulacak- ne diyeceğiz!

 Devletlerin benzer kader paylaştığını ve şartlar tamam oldukta tarih sahnesinden çekileceğini söyleyen ibni-Haldun’a Allah rahmet etsin, cennette bal kaymak yedirsin.

 Roma ve Osmanlı siyasi ashaba dayanmıyordu; köklü devlet geleneğine sahiptiler. O yüzden yıkılma sebepleri farklı oldu; ashap kompleksinden değil! Komünist Rusya ve TC ise siyasi ashaplaşma temelinde yükseldi. Ortada temel kalmayınca yapıyı ayakta tutmak zordur; becerilse bile bedel gerektirir ve artık o yapı değil, belki de tava sapı gibi bir şeydir.

 Aşiret veya mezhep üzerinden devlet kurabilirsiniz; çete ve cuntalara istediğiniz kadar kurum makyajı yapın, sırıtır. Hep at hırsızı, sıradan katil olarak kalırlar. Bu tespitteki kaderi yaşamamız ne talihsizlik!

 

Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları 

TÜRK DİLİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

Türk dili belli çağlarda yabancı dillerden etkilenmiştir. Türkler hiçbir zaman kul köle ve sömürge hayatı yaşamamasına rağmen, böyle bir duruma düşülmesi çok garip ve düşündürücü­dür. Dilimiz Köktürkler döneminde Çince, XII ve XX. yüzyıllar arası Farsça ve Arapçanın etkisi altında kalmıştır. Günümüzde ise, Batı dillerinin ve özellikle İngilizcenin ağır baskısı söz konusudur. Bugünkü tehlike hepsinden büyüktür; çünkü, eskiden büyük, üstün ve güçlü millî yapının ve ona dayalı bir millî kültürün temsilcisiydik ve dünyayı yöneten devletlerin sahibiydik. Türkçe böyle bir güce dayanıyor ama, aydınların yanlış tavırlarından -bazen de ihânetlerinden- ötürü, Çin, sonraları Fars kültürü benimsenmeye/benimsetilmeye çalışılıyordu. Bu yanlış tavır, bizden yüzyıllarımızı çal­mıştır. Bugün ise, eskisine göre çok küçük ve daha zayıfız. Aydınlarımız, yine başka bir kültüre gönül vermişlerdir; Batı kültürünü, dil olarak da İngilizceyi yüceltmektedir.

Türkçe, köylülerin konuşmalarında, garip ozanların koşmalarında, ninnilerin sıcaklığında kendisine barınak arıyor...

 

türk diline kimesne bakmaz idi

türke hergiz gönül akmaz idi

türk dahi bilmez idi bu dilleri

ince yolu, ol ulu menzilleri

Âşık Paşa, yüzyıllar önce diğer dillerin baskısından ve aydınlanmızın bilmezliğinden böyle şikâyet ediyordu. Ondan önce Bilge Kağan, Kaşgarlı Mahmud ve Yusuf Has Hâcib, bu türlü bir ‘son’dan kaçınmak için uyarmış, eser vermiş, ama aydınlar yanlış yoldan dönmemiştir. Ali Şîr Nevâyî’nin îtiraz çığlıkları da karşılık bulamadan eriyip gitmiştir. Nevâyî, Muhâkemetü’l-Lûgâteyn (iki dilin yargılanması) adlı eserinde yükselen Fars değerlerinden, Fars hayranlığından ve aydınlardaki yoz­laşmadan bahisle, meseleyi ciddî ve ilmî olarak ortaya koymuş, fakat yak­laşan tehlikeyi önleyememiştir. Çünkü, gereksiz ve çirkin bir Farsça konuşma yazma hastalığı beyinlere işlemiş, gönülleri karartmıştı. Türkçenin inceliklerim bilen şâir ve yazar kalmamış gibiydi.

Amacımız Türk dili tarihinin bir eleştirisini yapmak olmadığından, aydınların dile bakışını, yanlışlarını ve bu kötü işteki sorumluluklarını konu edineceğiz. Firdevsî’den sonra yıllardır ciddî bir eser ortaya koyamamış Farsçanın ve Hârun Reşid döneminden sonra -sanki- yeniden çöle dönmüş bir Arap edebîyâtının Türkçeye baskısı(!) üzerinde yeterince durulduğunu sanmıyoruz.

Bu dönemde Arapların ‘yâlelli’den başka canlı bir kültür üretememeleri, Farsların en büyük şâirlerinin bile Türk olması, bu devrin tahlili için ilgi çekici verilerdir. Dünyaya hükmeden bir ulu devletin aydınları olması gereken kişiler, nasıl olup da Türkçeyi bırakıp diğer dil ve kültürlere hiz­metçilik edebilmiştir? Ortada bir aşağılık duygusu da yoktur (bugünkülerde vardır). Herhalde Fars ve Arap kültürüne acıdıkları için, bu dilleri yücelttiler denemez. Öyleyse, bunun sebebini zamana bağlı âmillerde aramak yerinde olacaktır. Bize göre, buradaki oluşun seyri, Türkün meşhur hoşgörüsü ve kimi zaman da millî iddiâsını terketmesi biçimindeki bir zihnî sapmadan ibârettir. Bunun sosyal ve târihî ifâdesi: Türkün sosyal eritme yapmaması, fakat kendi bünyesinde bu zayıflığı taşımasıdır. Çekildiğimiz yerlerde ‘evlâd-ı fâtihân’ olan soydaşımız dışında dilimizi konuşan Türk olmayan unsurların bulunmaması, bunun çarpıcı örneğidir.

Sözde aydınların yaşayışları her yönüyle Batılılar gibidir; kendilerini, Batı kültürünü Türk milletine -zorla da olsa- benimsetmekle görevli sayarlar ve bu ayıplı işe ‘çağdaşlık, ilericilik, modernlik’ gibi süslü adlar takarlar. Türk milletini ve Türk kültürünü savunanları da ‘gericilik’le suçlarlar! Onların bu âzat kabul etmez, parya yaftalı kölelik isteklerini, Türk milleti -her zaman yaptığı gibi- reddetmiştir. Bu bağışlanmasız günahlarına mürid bulmakta eskisi kadar rahat değildirler ve zorlandıkça da hırçınlıkları artmaktadır. Erimeye ve silinmeye mahkum bir kaderleri vardır; onların bu durumu, bize hiç de acı vermiyor! Milletin onlara kestiği en büyük ceza ise ‘unutulmak’ olmuştur. Sahte şöhretlerini belki bir süre daha sürdürebilirler, ama yakında Batılı efendileri de onları kaderleriyle başbaşa bırakacaktır; fırlatıp atılmış paçavraların sonunu ise, sen rüzgârlar belirleyegelmıştir. Esen ‘global’ ve AB rüzgârı, bu cümleden iyi bir sürükleyici olacaktır!

Bu noktada günümüz dil meselesine kısa bir bakış getirebiliriz. Dilde sâdeleşmenin yön değiştirmiş biçimi olan tasfiyecilik (diğer adıyla uydurmacılık) bugünün ‘tarzanca’ ve ancak üç beş yüz kelimeyle konuşabilen (söyleşen!) üniversite mezunlarıyla onulmaz bir yara biçiminde, Türk­çenin bağrında sinsi bir hançer olmayı sürdürüyor. Türkün, Türkçenin, din ve millet -milli­yetçilik- kavramlarının amansız saldırıcıları, sanki Türkçe sevgisindenmış gibi gösterdikleri örtülü -bazen açık-  bir saldırıyla, gerçek anlamda dilimizi öldürüyor. İçinde insaf bulunan her yürek, bu hâin hü­cumun dehşetinden ürpermiştir. Yalnız kötülüğe îman etmiş gibi, iyi olan herşeye düşman bu kötü kişiler, İngilizceyi öne çıkarmakla birlikte, dilimizi bozmayı sürdürmekten hiç vazgeçmeden kinlerini kusuyor. Yakaladıkları uygun vasatta, milletin tepkisizliğini de fırsat bilip cür’etlerini arttırıyor. Ama, Türkçe direniyor; eski gücünü ve bu güçteki sırrı kolluyor.

  Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

 

 

Online dergiler Online dergiler