Türk Dili Üzerine Düşünceler

Osman Kibar tarafından yazıldı. Aktif .

TÜRK DİLİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

Türk dili belli çağlarda yabancı dillerden etkilenmiştir. Türkler hiçbir zaman kul köle ve sömürge hayatı yaşamamasına rağmen, böyle bir duruma düşülmesi çok garip ve düşündürücü­dür. Dilimiz Köktürkler döneminde Çince, XII ve XX. yüzyıllar arası Farsça ve Arapçanın etkisi altında kalmıştır. Günümüzde ise, Batı dillerinin ve özellikle İngilizcenin ağır baskısı söz konusudur. Bugünkü tehlike hepsinden büyüktür; çünkü, eskiden büyük, üstün ve güçlü millî yapının ve ona dayalı bir millî kültürün temsilcisiydik ve dünyayı yöneten devletlerin sahibiydik. Türkçe böyle bir güce dayanıyor ama, aydınların yanlış tavırlarından -bazen de ihânetlerinden- ötürü, Çin, sonraları Fars kültürü benimsenmeye/benimsetilmeye çalışılıyordu. Bu yanlış tavır, bizden yüzyıllarımızı çal­mıştır. Bugün ise, eskisine göre çok küçük ve daha zayıfız. Aydınlarımız, yine başka bir kültüre gönül vermişlerdir; Batı kültürünü, dil olarak da İngilizceyi yüceltmektedir.

Türkçe, köylülerin konuşmalarında, garip ozanların koşmalarında, ninnilerin sıcaklığında kendisine barınak arıyor...

 

türk diline kimesne bakmaz idi

türke hergiz gönül akmaz idi

türk dahi bilmez idi bu dilleri

ince yolu, ol ulu menzilleri

Âşık Paşa, yüzyıllar önce diğer dillerin baskısından ve aydınlanmızın bilmezliğinden böyle şikâyet ediyordu. Ondan önce Bilge Kağan, Kaşgarlı Mahmud ve Yusuf Has Hâcib, bu türlü bir ‘son’dan kaçınmak için uyarmış, eser vermiş, ama aydınlar yanlış yoldan dönmemiştir. Ali Şîr Nevâyî’nin îtiraz çığlıkları da karşılık bulamadan eriyip gitmiştir. Nevâyî, Muhâkemetü’l-Lûgâteyn (iki dilin yargılanması) adlı eserinde yükselen Fars değerlerinden, Fars hayranlığından ve aydınlardaki yoz­laşmadan bahisle, meseleyi ciddî ve ilmî olarak ortaya koymuş, fakat yak­laşan tehlikeyi önleyememiştir. Çünkü, gereksiz ve çirkin bir Farsça konuşma yazma hastalığı beyinlere işlemiş, gönülleri karartmıştı. Türkçenin inceliklerim bilen şâir ve yazar kalmamış gibiydi.

Amacımız Türk dili tarihinin bir eleştirisini yapmak olmadığından, aydınların dile bakışını, yanlışlarını ve bu kötü işteki sorumluluklarını konu edineceğiz. Firdevsî’den sonra yıllardır ciddî bir eser ortaya koyamamış Farsçanın ve Hârun Reşid döneminden sonra -sanki- yeniden çöle dönmüş bir Arap edebîyâtının Türkçeye baskısı(!) üzerinde yeterince durulduğunu sanmıyoruz.

Bu dönemde Arapların ‘yâlelli’den başka canlı bir kültür üretememeleri, Farsların en büyük şâirlerinin bile Türk olması, bu devrin tahlili için ilgi çekici verilerdir. Dünyaya hükmeden bir ulu devletin aydınları olması gereken kişiler, nasıl olup da Türkçeyi bırakıp diğer dil ve kültürlere hiz­metçilik edebilmiştir? Ortada bir aşağılık duygusu da yoktur (bugünkülerde vardır). Herhalde Fars ve Arap kültürüne acıdıkları için, bu dilleri yücelttiler denemez. Öyleyse, bunun sebebini zamana bağlı âmillerde aramak yerinde olacaktır. Bize göre, buradaki oluşun seyri, Türkün meşhur hoşgörüsü ve kimi zaman da millî iddiâsını terketmesi biçimindeki bir zihnî sapmadan ibârettir. Bunun sosyal ve târihî ifâdesi: Türkün sosyal eritme yapmaması, fakat kendi bünyesinde bu zayıflığı taşımasıdır. Çekildiğimiz yerlerde ‘evlâd-ı fâtihân’ olan soydaşımız dışında dilimizi konuşan Türk olmayan unsurların bulunmaması, bunun çarpıcı örneğidir.

Sözde aydınların yaşayışları her yönüyle Batılılar gibidir; kendilerini, Batı kültürünü Türk milletine -zorla da olsa- benimsetmekle görevli sayarlar ve bu ayıplı işe ‘çağdaşlık, ilericilik, modernlik’ gibi süslü adlar takarlar. Türk milletini ve Türk kültürünü savunanları da ‘gericilik’le suçlarlar! Onların bu âzat kabul etmez, parya yaftalı kölelik isteklerini, Türk milleti -her zaman yaptığı gibi- reddetmiştir. Bu bağışlanmasız günahlarına mürid bulmakta eskisi kadar rahat değildirler ve zorlandıkça da hırçınlıkları artmaktadır. Erimeye ve silinmeye mahkum bir kaderleri vardır; onların bu durumu, bize hiç de acı vermiyor! Milletin onlara kestiği en büyük ceza ise ‘unutulmak’ olmuştur. Sahte şöhretlerini belki bir süre daha sürdürebilirler, ama yakında Batılı efendileri de onları kaderleriyle başbaşa bırakacaktır; fırlatıp atılmış paçavraların sonunu ise, sen rüzgârlar belirleyegelmıştir. Esen ‘global’ ve AB rüzgârı, bu cümleden iyi bir sürükleyici olacaktır!

Bu noktada günümüz dil meselesine kısa bir bakış getirebiliriz. Dilde sâdeleşmenin yön değiştirmiş biçimi olan tasfiyecilik (diğer adıyla uydurmacılık) bugünün ‘tarzanca’ ve ancak üç beş yüz kelimeyle konuşabilen (söyleşen!) üniversite mezunlarıyla onulmaz bir yara biçiminde, Türk­çenin bağrında sinsi bir hançer olmayı sürdürüyor. Türkün, Türkçenin, din ve millet -milli­yetçilik- kavramlarının amansız saldırıcıları, sanki Türkçe sevgisindenmış gibi gösterdikleri örtülü -bazen açık-  bir saldırıyla, gerçek anlamda dilimizi öldürüyor. İçinde insaf bulunan her yürek, bu hâin hü­cumun dehşetinden ürpermiştir. Yalnız kötülüğe îman etmiş gibi, iyi olan herşeye düşman bu kötü kişiler, İngilizceyi öne çıkarmakla birlikte, dilimizi bozmayı sürdürmekten hiç vazgeçmeden kinlerini kusuyor. Yakaladıkları uygun vasatta, milletin tepkisizliğini de fırsat bilip cür’etlerini arttırıyor. Ama, Türkçe direniyor; eski gücünü ve bu güçteki sırrı kolluyor.

  Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

 

 

Yazar Hakkında

Osman Kibar

Online dergiler Online dergiler