İskele Editörü

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

BÜTTEVERECEK MİYİZ?

Efsaneye göre yıllar yıllar önce İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine Ali Osman Aldıverdi isimli bir öğrenci gelir. Ali Osman Anadolu’nun güzide sakin ve muhtemelen uçsuz bucaksız otlakları olan (A) memleketinden gelip İstanbul'un ufunetli rutubetli karman çorman havasının insanların içine düşmüştür. Çiftçi Babası Hacı İsmail Rasim'in verdiği 3-5 kuruşla kendisine Çemberlitaş’ta bir bekâr odası tutar ve yerleşir.  Ali Osman Şehr-i Âzâm-ı İstanbul'a - en azından Beyazıt-Sultanahmet-Çemberlitaş üçlüsüne - kolaylıkla alışır.

Çok geçmeden babasının verdiği paralar suyunu çekince Ali Osman çalışmak zorunda kalır. Ne yapacağını bilemez, bir müddet dolaşır da dolaşır. İş arar fakat çetindir İstanbul’da iş bulmak. Zira Memleket '39’da askeri harbe girmemiş, fakat iktisaden allak bullak olmuştur.
Nihayet Cağaloğlu’nda, B Gazetesinde muharrir muavini ve daktilo olarak çalışacaktır. Sabahları fakülteye devam etmesine de müsaade etmiştir patronu.

Gazetedeki işine gelince adından da anlaşılacağı gibi Ali Osman, sahada çalışan muharrirlerin haberleri sâlim bir halde yetiştirmeleri için çalışacak, arşivleri tarayacak, gelen hâvadisleri daktilo edecek, hazır olan haberleri mürettiplere teslim edecektir.

Ali Osman arkadaşlarının çok sevdiği, dürüst, güvenilir, yardımsever ve karayağız bir delikanlıdır. Derslere eksiksiz devam etmeye çalışır. Dersleri de iyidir. Vize sınavlarının hepsini almayı başarmıştır, final sınavlarına girmeye hak kazanmıştır. (Sayın okurlar eskiden İÜHF de yarıyılda vize, yılsonunda final sınavları yapılırdı - yazarın notu)

İstanbul’u öğrenmeye başlayan Ali Osman tanıdıkça İstanbul'u daha da sevmeye başlamıştır. Gazete ne zaman bomba bir haber patlatsa; patron, haberin mimarı muharrire ve dolayısıyla gazetenin muharrir muavini Ali Osman Tan Matbaasının altındaki Filibeli köftecisinde köfte-piyaz ziyafeti çeker ardından da Cağaloğlu yokuşunun başında Steinbruch birahanesinde bira ısmarlardı.

Böylece sene sonu yaklaşmıştır. Ancak sene sonunda final sınavlarının başlamasına günler kala Ali Osman sabiyken çıkarmadığı kızamık hastalığına yakalanır. Ateşler içinde bir kaç gün hasta yattıktan sonra gelmemesinden kuşkulanan muharrir Mahmut Ersoy'un odasına gelip, Ali Osman’ı en yakında bulunan Esnaf Hastanesine yetiştirmesiyle ölümden döner. Ali Osman 15 gün hastanede kalır bu süre zarfında bütün final imtihanlarını kaçırır.

Ali Osman ilk senede sınıfta kalmıştır ve artık tek çaresi eylül ayındaki eski adıyla İKMÂL yeni adıyla bütünleme sınavlarına girmektir.
Bavulunu toplayan Ali Osman B Gazetesinden üç ay için müsaade ister ve memleketinin yolunu tutar.

Hacı İsmail oğlunun başına gelenleri duyunca kahrolur. Kızmak ister ama neye kızacağını bilemez. Elinden gelen yalnızca oğlunun eylül ayındaki bütünleme sınavlarına kadar sıkıca çalışmasını sağlamaktır.

Derken Eylül geleyazar, Ali Osman da yola düşer. Memleketi A'nın haşlanmış yumurta ve turşu kokan garından trene binen Ali Osman soluğu Haydarpaşa'da alır. Kalender vapuruyla Sirkeciye geçer. Bahçekapı’dan 32 numaralı tramvaya atlar vatmana öğrenci hüviyetini gösterir yarım ücret uzatır. II.Mahmut'un kabrini geçince, hamamın yanında iner. Peykhane Caddesi 19 numaradaki bekâr odasına yerleşir yeniden.

Derken Bütünlemeler-Ali Osman’ın deyişiyle BÜTler- başlar. Bir iki üç derken Ali Osman tek tek bütünleme sınavlarını verir. Sevinçlidir. Babası Hacı İsmail'e Büyük Postane'den telgrafla sevinçli haberi bildirir.

Bu arada ikinci yıl başlamıştır. Ali Osman geçen senekinden pek de farklı olmayan ikinci yılına başlamıştır. Ama sonunun da pek farklı olmayacağından henüz zavallı Ali Osman haberdar değildir.

Yine bahar yerini yaza terk ederken Ali Osman harıl harıl finallere hazırlanmaktadır. Mayıs ayının son çarşambası saat 16:30’da Patron Ali Osman’ı hem Ankara çekilecek bir telgraf için hem de gitmişken Mısır Çarşısından biraz kahve alması için yollar.

Dönüşte Ali Osman cüzdanını çaldırır. İçinde talebe hüviyeti de kayıplara karışır. İçinde pek bi’ para yoktur zaten Ali Osman paralarını biricik validesinin kendisi için diktiği, boynuna asılı kesede saklar. Yılsonu imtihanlarına günler kala hüviyetini kaybetmesinden daha kötü ne olabilir ki?

İmtihanlara asla ve kat'a hüviyetsiz girilmemektedir. Ali yine yanmıştır. Hüviyeti tekrar çıkartmak için uğraşmaya başlar. Fotoğraf, memleketten gelen ikâmetgâh, ilmühaberi, rektör imzası derken hüviyetin tekrar hazırlanması bir ayı bulacaktır. Bu arada imtihanlar da nihayeti...

İşler yine ikmâllere; yani BÜTlere kalmıştır.

İkinci yılı da yine Bütteveren Ali Osman üçüncü yıla başlar.
Zavallı Ali Osman üçüncü senesinin Haziran ayının 3'ünde Babası Hacı İsmail'in evin damını loğ taşıyla loğlarken damdan düşüp alelacele Ankara'ya götürüldüğünü haber alır. Validesi acilen gelmesini yazmaktadır. Apar Topar Ankara’ya gider. Babasının sağlık durumu tabii ki imtihanlardan daha önemlidir. Babası 2 ay hastanede kaldıktan sonra sağlığına kavuşur.

İşler bu sene de BÜTlere kalmıştır.

Tabii ki Ali Osman derslerini Büt’te vererek İÜHF deki son yılına başlar.
Son yıl dersler ağırdır ama Ali Osman da çalışkandır.
Yine yılsonu imtihanları gelir. Ali Osman bu sefer emindir temmuz olmadan diplomayı almalıdır. Fakat aksilikler yine peşinden ayrılmayacaktır.

Anadolu jeolojik olarak hareketli bir bölgedir. Sık sık deprem olmaktadır.

Ali Osman, bir akşam üzeri, dört yıldır çalıştığı B Gazetesinin Cağaloğlu yokuşunun sonundaki binasında üçüncü katta bir yandan karbonatlı çayını yudumlarken bir yandan da yokuşa iki de bir kesik atarak başmuharirin kendisine verdiği haberi daktilo etmektedir.

Aniden hem yokuşta hem de gazetede bir kımıldamadır başlar. Ali Osman anlam veremez. Ellerinde telgraf olan insanlar koşuşturmaktadır. Diğer gazetelerden tanıdığı bir kaç muhabiri gazetelerine koşarken görür.

Çeyrek saat geçmeden gazete çaycısı Gaynar Musa lâkaplı hafif hayta, otuzlu yaşlarının sonunda, tepesi iyiden iyiye açılmış, Pınarbaşı’ndan göçmüş bir zat-ı muhterem boşları toplamak için Ali Osman’ın yanına gelir.

Ali Osman sorar:
-Musa Ağabey hayırdır, nedir bu telaş bu saatte?
-Ali gardaş duymadın mı, bi’ de gazatacı olacaksın?
-Yok Ağbiy bi fevkâladelik mi var yoksa?
-A'da böyük zelzele olmuş. Herkeşler yarınki baskıya havadiş yetiştirme talaşında. Neyse sen şu bardağını bi’ uzat ağbiyin gözünü yesin.

Ali bardağı uzatamaz. Donar kalır. Zihninde bir yalnızca akis... Memlekete gitmeliyim, memlekete gitmeliyim...

Ali Osman’ın evi yerle yeksan olmuştur. Hayvanları telef olmuş, eşyaları kalmamıştır. Tek tesellileri ise ne annesi ne babası ne kardeşlerine zarar gelmemiştir. Çünkü ailesi tam o sırada tarlada çalışmaktadır.

Sizin de anlayacağınız üzere Ali Osman son senesinde de yine yılsonu imtihanlarına vaktinde giremeyecektir.

Her sene olan yine olmuştur. Ali Osman Aldıverdi yine Büt’te vermek zorundadır sınavlarını.

Ali Eylülde imtihanlarını büttevererek okulunu başarıyla bitirir. Artık HF'de bir efsane olmuştur. Herkes Ali'ye Bütteverdi diye seslenmektedir. Hocalarından bile böyle seslenenler vardır artık.

Ali Osman fakülteyi bitirir bitirmez memleketine döner. Babasından bir konuda müsaade ister. Babasından müsaadeyi alınca, C Asliye Hukuk Mahkemesine başvurur ve Aldıverdi olan soyadını Bütteverdi olarak değiştirir.

Ali Osman Bütteverdi tekrar İstanbul’a döner. Baroya kaydolur stajını tamamlar. Artık Avukat Ali Osman’dır. Okulunu bırakmaz, sık sık okula gitmektedir, öğrencilerle konuşmakta yaşadıklarını onlarla paylaşmaktadır. Öğrencilerle yaptığı her mülakatı çocuklara şu soruyu sorarak bitirir:

Sayın Müstakbel Meslektaşlarım,
Olur da sınavları finalde veremesek bile

BÜTTEVERECEK MİYİZ?

BÜTTEVERECEK MİYİZ?

BÜTTEVERECEK MİYİZ?

İşte bu Av.Ali Osman Bütteverdi'nin kısa hikâyesidir.

 

Kerim Kürkçü

EVRİMCİLERİN İÇ HASTALIKLARI

en-berbat-mursit_v2.jpg“Eğer Atatürk bir kaç yıl daha yaşasaydı acaba o meşhur sözünü geri alır mıydı?” diye düşünüyor insan Einstein’ın Roosevelt’e yazdığı (ve orijinalini yazının sonuna koyduğumuz) mektubu okuyunca.

Ünlü bilim adamı Albert Einstein  Atatürk’ün ölümünden sadece 9 ay 21 gün sonra tüyler ürperten bir mektup kaleme alıyordu. Zamanın ABD başkanı F.D. Roosevelt’e “yol göstermek için” yollanan mektupta Einstein uranyum kullanarak çok güçlü bir bomba yapmanın mümkün olduğunu anlatıyor ve bunu yapmak için Roosevelt’i ikna etmeye çalışıyordu.

Roosevelt de “en hakiki mürşit” olarak ilimi ve fenni seçti.

Sonrasını hepimiz biliyoruz.

Mısır doğumlu Fransız bilim adamı ve diplomat Tobie Nathan’ın dediği gibi bilimin en sorunlu “yan ürünü” bilimcilik ideolojisi. “Bu ideoloji bilimin ürettiği faydaları gölgede bırakacak kadar büyük bir sorun teşkil ediyor insanlık için.”

Bilimin dinleşme süreci
chercheur-g1.jpgBilim adamı toplumda güven uyandırıyor. Ortaya koyduğu somut ilerlemelerle bilim, inancı ve politik görüşü ne olursa olsun kimsenin reddedemeyeceği deney ve gözleme dayalı sonuçlarla bulgularını ispat ediyor.

Fakat aynı zamanda “bilimciler” beyaz önlükleri, kalın gözlükleri, anlaşılmayan kelimeleri ile gitgide bir ruhban sınıfını andırıyorlar. Zira sadece uzman oldukları alanda değil hemen her konuda fikir beyan eden hatta gelecekten haber verenler var içlerinde. Gerçekte fikirleri ve tercihleri sıradan bir vatandaşınkinden daha kıymetli tutulmaması gereken bu insanlar çağımızın şamanları , rahipleri oldular.

Bilimcilik ideolojisinin hâkim olduğu cemiyetlerde artık bilime de ihtiyaç yok. Çünkü bilimciler “mutlak hakikat üretiyorlar” bir zamanlarVatikan’ın yaptığı gibi.

Bu aşamada şunu da sorgulamak gerekiyor elbette: Yoldan çıkan bilim adamları mı yoksa onları yozlaştıran, yobazlaştıran cemiyetin kendisi mi?

Aerodinamikte kullanılan Mach sayısına adını veren Ernst Mach’ın  Ludwig Boltzmann  tarafından geliştirilen atom teorisine“atomların gözlenemez olması” sebebiyle karşı çıkmasına bakılırsa evet, bilim adamlarında böyle bir yozlaşma potansiyeli var.

Fakat biz sıradan insanlarda da “Madem depremleri veya nükleer enerjiyi bu kadar iyi biliyorsun, memleketi nasıl yönetmemiz gerektiğini de bilirsin sen!” gibi kestirmeden gitme merakı var ki bu noktadan itibaren işin içine bir “teslimiyet” giriyor. “Falanca bilim adamının öngörülerine inanıyorum.” Yani:

1) Vicdanını teslimiyet çengeline asıp mollaların erdemine iman eden İranlılar,
2) Ahlâkını süngünün ucuna asıp askerlerin erdemine iman eden yerli militaristler gibi bir de bilimciler çıkıyor ortaya.

“Dine veya felsefeye ne gerek var? İyiyi ve kötüyü ayırd etmek için bilim ve akıl varken? Bilimsel bulgulardan şüphe mi ediyorsunuz? Demek ki siz gericisiniz. Siz toplumun ilerlemesine karşısınız! Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir. Bunun dışında mürşit aradığınız için sizler gafilsiniz ve cahilsiniz!”

Evrim bir teori mi yoksa bir senaryo mu?
“Ben görmüyorsam yoktur” saplantısı kendini “her şeyi gören” bir varlık zannetmenin bir tecellisi. Bu çerçeveye giren bazı evrimcilere göre ne can ne de ruh  diye bir şey var. Zira moleküler biyoloji rastlamadı izine DNA zincirleri arasında.

Fakat gün geçmiyor ki “hayatın sırları çözüldü” veya “ruh beynin neresinde?” başlıklı “bilimsel” bir makale yayınlanmasın. Ruha ve nefse bir kılıf olan bedenin evrilişini açıklamak için yola çıkan evrimcilerin gözleri kendi bulgularından öylesine kamaşıyor ki hayatı, canı ve ruhu çözdüklerini vehmediyorlar. Bu bilim adamlarının kibirleri alanlarına verdikleri isimlerden bile okunuyor: Life Sciences (ing.) veya Science du vivant  (fr.) kadar tevazu fakiri bir terim daha düşünülebilir mi?

Bir kemanı kıymık kadar küçük parçalara ayırarak Mozart bulunabilir mi?

“Bulamadık, demek ki Mozart diye biri hiç olmadı. Zaten Don Giovanni Operası da olsa olsa pencerenin kulpuna asılı duran bir kemanın rüzgârın etkisiyle arşesine sürtmesinden çıkmıştır.”

İnsan denen karmaşık varlık onun sadece fiziksel boyutunu oluşturan bir kaç kilo karbon, azot, kalsiyum ve suyla eşleştirilebilir mi?

Peki neden bilim adamları evrim üzerine bu kadar duruyorlar? Türkiye’nin ilk atom mühendisi ve eski TAEK  başkanı Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre’nin  Milliyet’te yayınlanan röportajından  :

“…Bilim adamları arasında ‘publish or perish’ (yayınla ya da yok ol) sözü çok geçerlidir. Ya makaleni neşredersin ya da yok olup gidersin. Onun için bir hipotezin üzerinde konuşuluyor, saçma da olsa bu konuşmadan neticeler çıkabiliyorsa ve bunu yayınlayabiliyorsan, bu, mali destek, bilim aleminde popülarite ve zikredilme demektir. Zikredilmek ise birtakım yerlere gelebilme ihtimali demektir. Bütün bu sosyal dürtüler arasında insan, yaptığı bilimi unutabilir.

[Evrim Teorisi] Aklı okşayan, akla yatkın bir senaryo. Ama ispatı yok. Buna karşı, mesela Cenabı Hakk’ın “Yaratma Teorisi” var. O da bir senaryo. Teori olması için en azından yanlışlığının ispatlanabilir olması lazım. İspatlayamadığınız zaman, pozitif ilmin dışındadır.
…. Zaten bütün senaryolar böyledir. Mesela kâinatın big bang (büyük patlama) ile ortaya çıktığı teorisi. Harikulade, şiirsel bir senaryodur, ama önünde sonunda bir senaryodur. Buna alternatif senaryolar da var. Hâlbuki gerçeğin ancak bir temeli olabilir. Teorinin bazı varsayımlarını bugünkü fizikle izah etmek mümkün değil. Demek ki fiziğin dışında bazı elemanlar, sırf bu teoriyi ayakta tutmak için ithal edilmiş. Bu durumda fiziğin ötesinde kalınır ki, onun adı da fizik değil metafiziktir. Buna 
epistemoloji açısından itirazım var….”

Bilgi yerine önyargı üreten bilim
danger_virus1.jpg1949′da fizyoloji ve tıp dalında Nobel Ödülü alan Portekiz bilim adamı Egas Moniz  1935’ten başlayarak 20 yıl boyunca birçok akıl hastasının beynine cerrahi müdahale yaptı. Lobotomi adı verilen bu “tedavi” ile beynin frontal lob denen kısmı ile geri kalan kısım arasındaki bağlantı kesiliyor, hatta bazen frontal lob kasıtlı olarak tahrip ediliyordu. (not : Frontal lobun önemi için bir başka Portekiz bilim adamı olan Antonio Damasio’nun  çalışmalarına değindiğimiz Psikopatlık ve Karizma adlı yazıya bakılabilir.)

1950’den itibaren terk edilen bu yöntem gerçekte şizofreni veya şiddetli depresyon geçiren insanları tedavi etmiyor onları sakatlayarak bitkisel hayata sokuyordu.

Bu şekilde Egas Moniz toplumu kendini oluşturan bireylere karşı sorumluluklarından “kurtarıyordu” bir anlamda. Yani biz bir toplum olarak “suçu teşvik eden bir şey mi yapıyoruz?” gibi rahatsız edici soruları kendimize sormaktansa altına sığınacağımız bir şemsiye arıyoruz ve bilim adamı da bu rahatlatıcı inancın rahibi, imamı olarak çıkıyor karşımıza.

“Bir insan mutsuzsa veya saldırgansa bu mutlaka beynin bir bölgesindeki fizyolojik bir bozukluktan kaynaklanıyordur” diyen bir kimseye “mürşit” denebilir mi?
Suçluları hapse atarak suçtan kurtulacağını zanneden bir toplumun ailevî değerlere, ahlâka, özeleştiriye ihtiyacı yok mudur?

Ortaçağ Avrupası’nda Katolik kilisesi yüksek meblağlar karşılığında “endüljans” denen belgelerle insanların günahlarını “affediyordu”. Bu inanca göre daha ölmeden cennete gitmeyi garantileyebiliyordu fiyatını ödeyebilenler.

Doğrudan ve dolaylı katkılarımızla bilimi finanse ediyoruz güya bilgi üretmesi için. Ancak bilim bazen karşımıza:
1. Bilim camiasını,
2. Toplumun vicdanını,
3. Siyasî rejimi
rahatlatacak veya destekleyecek bir takım dogmalarla geliyor.

Bir başka Nobel kazanmış bilim adamı Charles Jules Henri Nicolle (mikrobiyolog) bu konuda şöyle diyordu : « Bilimde dogma olmaz! Hiç bir şey önceden kazanılmış değildir, icad okulu saygısızlık okuludur ».

Bilimsel olmayan “bilim”
image2_dna.jpgBilimciler bu rahiplik rolüne o kadar ısınmışlar ki bilimsel yöntemlere bile sırt çevirmeye hazırlar yeni tapınaklarından insanlığa hükmedebilmek için:
Örneğin bir gen ile bir hastalık arasında bağlantı ihtimalini hesaplamaya yarayan LOD Score  (fr.  ). Boston’lu gen mühendisleri J.S. Alper ve M.R. Natowicz’in Trends in Neurosciences dergisinde (volume 16, n° 10) 1993’te yayınladıkları makaleye göre şizofreni ve manyako-depresif psikoz türü “akıl hastalıkları” ile genler arasında bağlantı olduğunu “bilimsel olarak ispat eden” bir çalışmada modeli kurmak ve modeli test etmek için AYNI veriler kullanılmış!

Makalenin yazarları J.S. Alper ve M.R. Natowicz’e göre hemen bütün araştırmacılar bilimsel çalışmalara başlarkenbir takım önyargılardan kurtulamıyorlar ve araştırmalarını neredeyse farkında olmadan bu önyargıları “ıspatlayacak” biçimde yönlendiriyorlar.

Tabi “şizofreni geni bulundu” diye basın toplantıları yapılıyor ama “pardon, yanılmışız” demek için kimse ortada görünmeye niyetli değil.

Bilimsel olmayan bilimin en traji-komik örneği belki de Fransız bilim adamı Edouard Zarifian’ın(psikiyatrist) kitaplarında defalarca altını çizdiği bilimsel modelleme hataları: Örneğin “Psikolojik tedavi etkisine sahip” ilaçların geliştirilmesinde denek olarak ahtapot, fare ve eklembacaklıların kullanılması. Eşinden ayrılmış, ailesinden baskı gören ve depresyona sürüklenen bir kadın doktora gittiği zaman kendisine yazılacak ilacın geliştirilmesi için “model olarak” bir eklem bacaklı kullanılmış olacak. Toplumun, anne olma duygusunun, geleneksel ve ekonomik baskıların bir ahtapot için ne ifade ettiğini bilmek zor tabi. Ayrıca ABD’de yaşayan bir kadına “iyi gelen” bir ilacın Türkiye’de yaşayanlara iyi geleceğini varsaymak o denli “zor” bir hipotez ki buna ancak önyargı denebilir.

Bir başka “bilimsel” önyargı da “duygu = kimya” biçiminde çıkıyor karşımıza.

Zarifian’a göre belirtileri ülkeden ülkeye ve bir yüzyıldan ötekine değişen depresyon bir hastalık değil, bir duygu hali. Fizyolojik anlamda bir hastalık söz konusu olmadığı için bir iyileşme değil bir “hal değiştirme” söz konusu. Yani bireyin kendini ve toplumu algılayışı üzerinde olumlu ve kalıcı bir etki yapmak.

Ne var ki insanların çektikleri “psikolojik sıkıntılar” sayesinde büyük kârlar elde eden ilaç sektörü “ruh halimiz” ile ilgili sorunlarımızı da biyokimyaya daha doğrusu beynimizdeki nörotransmitterlere indirgemeyi tercih ediyor.

Nefsine yenik düşmüş, karamsar, endişeli, sıkıntı içindeki bir insanın hayatını, geçmişini, korkularını anlamadan onu standart bir yöntem ve/veya ilaç ile iyileştirmek mümkün değil. Ama o insanı kandırmak mümkün. Bunun için beyninin kimyasıyla yani nörotransmitterler (acetylcholine, norepinephrine, dopamine, serotonin, GABA, glycine, neuromodülatörler) dediğimiz maddeler ile “oynamak” gerekiyor. Zira ancak bu şekilde dünyanın neresinde olursa olsun bütün insanların kendilerini geçici olarak iyi hissetmelerini sağlayabilirsiniz ki bu da onlara deterjan satar gibi ilaç satabileceğiniz anlamına gelir.

Terörün ve siyasî rejimlerin hizmetindeki bilim adamları
Geride bıraktığımız eylül ayında İngiltere ve Almanya’da tutuklanan Arap kökenli El-Kaideci teröristlerin doktor olmaları, tıp ve kimya alanındaki bilgilerini sivilleri öldürmek için kullanmaya çalışmaları herkesi şaşırttı. Fransız Le Figaro gazetesi hayretle “hayat kurtarmak için okumuş bir doktor nasıl olur da bilgilerini öldürmek için kullanır?” diye soruyordu.

Aslında söz konusu Fransız gazeteci Avrupa’nın yakın tarihini bilseydi bu kadar şaşırmazdı. Zira o zaman Alman doktor Josef Mengele’nin ve Avusturyalı doktor Aribert Heim’ın Auschwitz-Birkenau toplama kampında insanları anestezi kullanmadan kestiklerini ve beyinlerine zehirli maddeler zerk ettiklerini bilebilirdi. Bilimi insanlara zarar vermek için kullanan doktorlar arasında Heinrich Himmler’in emriyle Çingeneler gibi “aşağılık ırkları” kısırlaştırmak için bilimsel araştırmalar yapan Karl Clauberg de anılabilir.

Fakat bilim ile zulüm yapmak Nazilerin tekelinde değil elbette. Rus bilim adamları tıp, kimya ve psikoloji alanlarındaki bilgilerini Sovyet Rusya’nın gizli servisi KGB’nin(Комитет Государственной безопасности) sorguları için kullandılar soğuk savaş yıllarında. Ama bundan daha da çarpıcı olanı psikyatristlerin yardımıyla politik muhalefetin bir akıl hastalığı olarak ilânı ve kabulü oldu. Öyle ya, komünizme karşı çıkmak için insanın deli olması gerekirdi(!) Bu şekilde mahkeme gibi masraflı bürokratik detaylardan kurtulan komünist idare binlerce insanı hızla tımarhanelere gönderdi. Tabi gene doktorların yardımıyla verilen “kimyasal eğitim” sırasında“yanlışlıkla” ölenler de oluyordu!

radovan_karadzic_3mar941.jpgBosna Savaşı sırasında işlediği soykırım ve savaş suçlarından dolayı hâlâ aranan Radovan Karadziç de doktor değil miydi? Kaçak nakil organ piyasasında Komünist Çin’deki idam mahkûmlarından alınan organların bolluğu da Çinli cerrahların irşada ihtiyacı olduğunu göstermiyor mu?

Bilim adamları acaba sadece savaş gibi istisnaî durumlarda mı vicdanlarını askıya alıyorlar? Bu o kadar da kesin değil. ABD’dekiVanderbilt Üniversitesi bünyesinde fakirlere ücretsiz sağlık hizmeti veren bir bölümde 751 hamile kadına radioaktif madde vererek çocuklar üzerindeki etkisini 20 yıl boyunca test eden araştırmacılar bunun en güzel örneği. Elbette bazı çocuklarda tümör oluştuğunu söylemeye gerek yok.

Dogmatik bilim adamları faşizmi desteklemeye dün olduğu gibi bugün de hazırlar. Fransa’da cumhurbaşkanı Sarkozy’nin uygulamaya çalıştığı potansiyel suçluları daha anaokulunda iken “yakalama” fikri ABD’de başka boyutlarla hayata geçiyor : “Violence Initiative” adı verilen ve daha şimdiden 42 milyon dolar yatırılan program suçu önlemek için bilimden istifade etmeyi amaçlıyor. « Neden olmasın ? » diyor insan. Sosyologlar, psikologlar vb bir araya gelerek sorunun üzerine eğilebilirler. Ama programın mimarları bir dogmaya iman ederek çıkmışlar yola: “Suç bir hastalıktır, sebepleri fizyolojiktir.”
Şimdilerde binlerce çocuktan kan ve doku örnekleri alınıyor, serotonin gibi nörotransmitterler ile suç arasında ilgileşim (korelasyon ) aranıyor.

Bu “özgürlükler ülkesinde” hâlihazırda okul çağındaki oğlanların %10’u kızların ise %5’i Ritalin® denen bir ilaç alıyor. Amfetamin içeren bu ilaç yetişkinleri “canlandırırken” çocukları “sakinleştiriyor”. “Uslu çocuk” isteyen ama ebeveynlik görevini yerine getirmekten aciz anne-babalar evlatlarına şefkat yerine Ritalin® veriyorlar. Ritalin® Fransa’da yasak.

Normalde sadece hiperaktivite gösteren sorunlu çocuklara verilmesi gereken bu ilacın milyonlarca çocuğa verilmesi elbette Novartis Pharma gibi bir ilaç firmasını rahatsız etmiyor. Bu çocukların Ritalin® yüzünden ileride uyuşturucu bağımlısı olmaları ihtimali oldukça yüksek ama bu sorun kâr peşindeki Novartis Pharma’yı sitesinde Ritalin®’in uzun uzadıya reklâmını yapmaktan alıkoymamış. Aynı sayfada Novartis Pharma’nın hisse senetlerinin günlük fiyatlarının da görüntülenmesi acaba bir lapsus calami olabilir mi?

İnsanın vicdanıyla ateşkes imzalaması
Buraya kadar bilim adamlarının da yoldan çıkabileceklerini ve ellerindeki bilgi gücünden dolayı normal insanlardan daha tehlikeli olabileceklerini anlattık. Peki bir bilim adamı nasıl işkence yapabilecek noktaya geliyor? Bu soruya en güzel cevaplayanlardan biri Avusturyalı Yahudi tarihçi Raul Hilberg. “Avrupa Yahudilerinin imhası“ adlı eserinde anlattığına göre işkenceci Alman doktorlar deneyleri için devletten idam mahkûmlarını talep ediyorlardı. Araştırmacı şöyle diyordu kendi kendine : “Suçluların, iltihap yüzünden ölebilecek bir Alman askerinden daha iyi muamele görmesi için hiç bir sebep yok!”

Bu “suçluluk” kavramı elbette SS subaylarının zihninde çok izafî bir kavramdı: Meselâ “Temiz Alman ırkını kirleten akıl hastaları, Çingeneler veya Yahudiler” de suçluydu.

Romalı devlet adamı Marcus Tullius Cicero’nun « vicdanın kırılma noktası » adını verdiği bir tür sorumluluk transferi yapıyor bilim adamı. Yani vicdanıyla bir tür ateşkes antlaşması. Böyle bir andan itibaren bilim kalıyor ama “adam” gidiyor. Yaptıklarından pişman olmayacak, gerekeni yapan bir tür robot çıkıyor ortaya.

Özetle bizim yerimize iyi-kötü ayrımını zaten yapmış bir Führer, bir ulu önder, bir millî şef varsa vicdanının sesini dinlemeye ne gerek var? İnsan denen varlığın bu zayıflığını analiz eden Serdar Kaya’nın « Endoktrinasyon » adlı yazı dizisi bu konu üzerine hazırlanmış son derecede kapsamlı ve öğretici bir çalışma. 10 makaleden oluşan bu dosyayı herkesin okumasını tavsiye ederiz.

Bilimin mürşidi kim olacak?
Liberal Düşünce Topluluğu’ndan Mustafa Erdoğan Aydınlanma, Bilim ve Bağnazlık adlı makalesinde şöyle diyor:

“Bilimin yol göstericilik iddiasıyla ilgili olarak daha sade ve soğukkanlı bir şekilde konuşursak, ilk yapmamız gereken onu tevazuya davet etmek olsa gerektir. Çünkü bilimin değil hayata “mürşit” olması, onun kendisinin ahlaki bir kılavuza ihtiyacı vardır. Hayatlarımıza yön verecek değerleri bilim üretmez, üretemez; dolayısıyla eğer bir mürşidimiz olacaksa, bunları üreten her ne veya neler ise asıl mürşidimizin onlar olması gerekir.”

Bilim dünyası kendisini üreten bilim insanları gibi kusurlu. İnsanlarda görülen kusurlar bilimsel kurumların işleyişlerine de yansıyor. Türkiye’deki bilim kuruluşlarına içerden bir bakış için yazarlarımızdan Fethi Sipahi Tan’ın kaleme aldığı “Yeni Üniversiteler Hayırlı Olsun” adlı esprili ve bilgilendirici makale okunabilir.

Araştırmacılara sadece bilimle uğraştıkları için atfedilen erdemler bu camianın kusurlarını örtüyor. Nobel  gibi ödüller, patentler, özel araştırma laboratuarları ve finansmanları, bilim dergileri… Bütün bunlar çok büyük maddî çıkarların yarıştığı hatta çatıştığı ortamlar. 

                         
Evrim Teorisi’nin müşterisi kim?
Yazının başlangıcından beri açıkladığımız gibi bilim adamları sık sık nefislerine yenik düşerek bilimin dışına çıkıyorlar ve bilimcilik yapıyorlar. Evrim teorisi / senaryosu da istisna değil. Hücre yapısı konusunda ileri bilgiye sahip bir bilim adamı evrim senaryosunu desteklediği zaman bu o senaryoyu ispat etmekten çok uzak. Zira biyolog artık biyoloji olmayan, metafizik bir alanda “dans ediyor”. Haliyle tahminlerinin, varsayımlarının, inançlarının herhangi bir insanınkilerden daha fazla değeri yok. Ama nasıl bir futbolcu diş macunu reklamı yapıyorsa bir biyolog da “evrim vardır çünkü BEN diyorum!!!” diyebiliyor. Ancak burada da durmayarak “işte hayat böyle çıkmıştır ortaya” diye dayatıyor başrahip biz sıradan ölümlülere.

evrim_image4.jpg

Hayatın bilimsel tarifini yapmaktan bu kadar aciz iken  bu kibir niye? Öyle ya, yeni ölmüş bir insan  ile komadaki bir insan arasındaki fark nedir? Birçok insan öldü sanılarak morga konduktan sonra ayağa kalkmamış mıdır? Kalp atışlarını, solunumu özetle bilimin “hayatî belirti” dediği şeyi göremeyen doktor “ben görmüyorum, o halde yoktur” dogmasına göre nice canlı insanı resmen ölü (=hayatsız) ilân etmemiş midir?

Bilim, evrim senaryosunu destekleyerek bir kez daha kendi alanının dışına çıkıyor çünkü “bilimin müşterileri” bunu istiyor. Peki, kim bu “bilimin müşterileri” ? Yazarlarımızdan Mustafa Akyol’un deyimiyle  :
“Varolma amaçlarını daha fazla paraya, kariyere, statüye, cinselliğe ve eğlenceye ulaşmak olarak belirleyen çağımız insanlarının çoğunda, yaygın bir mutsuzluk, bir depresyon hali var.”

Hayat-ölüm ekseni günümüzün tüketici, bencil, hedonist insanı için ciddi bir sorun. Hayatın varlığı ister istemez “bana hayat veren kim/ne?” sorusunu getiriyor. Ölüm ise “ya sonra?” sorusunu. Bunlar kafa karıştırıcı sorular. Üstelik sırrına tam olarak ermemiz mümkün görünmüyor. Oysa bizim bencil insanımız her şeyi kontrol altında tutmaya öyle alışmış ki. Yarınki hava durumunu televizyon bildiriyor, gittiği yeri GPS gösteriyor, evi yanarsa sigortası var. 21ci yüzyıl insanı riske, belirsizliğe tahammülü olmayan bir insan.

İşte Evrim senaryosu bütün bu endişeleri elinin tersiyle süpürüyor. Sırrına vakıf olamayacağımız, muhtemel bir “Yaratıcı” fikri ve O’na karşı, diğer insanlara karşı muhtemel sorumluluklarımız böylece “iptal edildikten” sonra “hayatın maymunlardan hatta tek hücrelilerden geçip bize geldiği” dogması hayatı kimyaya, biyolojik bir kılıfa indirgiyor. Bunu “avantajı” ise ölümün dolayısıyla ölüm sonrası korkusunun ortadan kaldırılması.

Evrimcilerin iç hastalıkları

Evrim senaryosunu akla yakın bulanlarla bulmayanlar kanaatimizce aynı derecede saygı hak ediyorlar. Ancak tartışmanın metafizik platformda yapılması icab ediyor. Eğer evrim okullarda anlatılacaksa bunun yeri biyoloji değil felsefe dersi olmalı ki diğer inançlar ve senaryolarla birlikte ele alınabilsin, evrim senaryosu zorunlu din dersi gibi dayatılmasın.

Bu bağlamda eleştirimiz evrim senaryosunu akılcı bulanlara değil ama evrimcilik yapıp bunu topluma dayatanlara. Evrimcilik bilimciliğin özel bir hali ve Fenerbahçe’yi veya Galatasaray’ı desteklemek ne kadar bilimsel ise evrimi desteklemek de o kadar bilimsel bizim gözümüzde.

Yazının başından beri aktardığımız veçheleriyle bilim yobazlarının ve haliyle evrimcilerin iç hastalıklarını şöyle özetlemek mümkün:
1) Ben bulamadım, o halde yoktur,
2) Fizyolojik oluşumları açıklayan teoriler hayatı da açıklar. Hayat et ve kemikten başka bir şey değildir,
3) Ruh yoktur, insan akıllı hayvandır,
4) Aşk, vefa, nefret, vatan hasreti birer kimyasal tepkimedir,
5) Bilim adamları erdemlidir, ahlâka ihtiyaçları yoktur,
6) Bilimi eleştirmek, toplumdaki rolünü sınırlamak gericiliktir,
7) Bilim en iyi yol göstericidir,
8) Bilim mutlak ve değişmez bir referanstır,
9) Bilim dışında bir bilgi birikimi veya bilişsel bir disiplin olamaz. 

                        

Bilime alternatif mürşidler
Hz Muhammed “Âlimlerin iyisi, insanların en iyisidir. Âlimlerin kötüsü ise, insanların en kötüsüdür” derken neyi kasdetmişti?

Bilim bir güç. Para veya kaba kuvvet gibi. İnsanlığı irşad etmek şöyle dursun her güç gibi onun da bir mürşide ihtiyacı var. Mürşidi vicdan olmadığı zaman yaptığı zulmün örneklerini aktardık, sebeplerini tahlil ettik. 21ci yüzyıldaki bilim Dünya yüzeyinden insan uygarlığını bir kaç kez silebilecek bir güce erişti.

Fransız bilim adamı ve filozof Bergson’un dediği gibi:
“insanlık kaydettiği ilerlemelerin ezici ağırlığı altında sürünüyor. Yüzyılımız insanı mekanik icadların ahlâkı ve insan soyunun mutluluk seviyesini yükseltebileceğine çok kolay inanıyor.”

Bilimi ve bilim adamlarını “en hakiki mürşid” kabul edenlere elbette saygımız var. Ancak biz bilim adamlarına da yol gösterebilecek başka bazı mürşidleri anmak istiyoruz. Zira onlar da bilgi sahibi kimseler ama bize miras bıraktıkları ve irşad edici bulduğumuz bu bilgiler bilimin kapsamı dışında kalıyor :

“İki parmağının ucunu gözüne koy. Bir şey görebiliyor musun dünyadan?
Sen göremiyorsun diye bu âlem yok değildir.

Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok. Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok.

Cömertlikte akarsu gibi ol. Şefkatte güneş gibi ol. Kusur örtmekte gece gibi ol. Öfkede ölü gibi ol. Tevazuda toprak gibi ol. Müsamahada deniz gibi ol. Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol. “ (Mevlâna)

Yazıya Einstein’ın Roosevelt’e “yol gösterdiği” bir mektupla başlamıştık. Einstein’ın mektubunun orijinaliyle bir âlimin gene bir hükümdara, Gazali’nin Selçuklu Sultanı Sencer’e nasihat için yazdığı bir başka mektubun yanına koyuyoruz. Mürşidinizi seçmek size kalmış…

“Allahü teâlâ İslam beldesinde muvaffak eylesin, nasibdâr kılsın. Ahirette ona, yanında yeryüzü padişahlığının hiç kalacağı mülk-i azim ve ahiret sultanlığı ihsan etsin. Dünya padişahlığı, nihayet bütün dünyaya hakim olmaktan ibarettir. İnsanın ömrü ise, en çok yüz sene kadardır.

Cenab-ı Hakk’ın, ahirette bir insana ihsan edeceği şeylerin yanında, bütün yeryüzü, bir kerpiç gibi kalır. Yeryüzünün bütün beldeleri, vilayetleri, o kerpicin tozu toprağı gibidir. Kerpicin ve tozunun toprağının ne kıymeti olur? Ebedi sultanlık ve saadet yanında, yüz senelik ömrün ne kıymeti vardır ki, insan onunla sevinip mağrur olsun? Yükseklikleri ara, Allahü teâlânın vereceği padişahlıktan başkasına aldanma.

Bu ebedi padişahlığa (saadete) kavuşmak, herkes için güç bir şey ise de, senin için kolaydır. Çünkü Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Bir gün adalet ile hükmetmek, altmış senelik ibadetten efdaldir.” Madem ki Allahü teâlâ sana, başkalarının altmış senede kazanacağı şeyi bir günde kazanma sebebini ihsan etmiştir, bundan daha iyi fırsat olamaz! Zamanımızda ise iş o hâle gelmiştir ki, değil bir gün, bir saat adaletle iş yapmak, altmış yıl ibadetten efdal olacak dereceye varmıştır.

Dünyanın kıymetsizliği, açık ve ortadadır. Büyükler buyurdular ki: «Dünya kırılan altın bir testi, ahiret de kırılmaz toprak bir testi olsa, akıllı kimse, geçici olan ve yok olacak olan altın testiyi bırakır, ebedi olan toprak testiyi alır. Kaldı ki dünya, geçici ve kırılacak toprak bir testi gibidir.» Ahiret ise hiç kırılmayan ebediyyen bâki kalacak olan altın testi gibidir. Öyleyse, buna rağmen dünyaya sarılan kimseye nasıl akıllı denilebilir? Bu misali iyi düşününüz ve daima göz önünde tutunuz…”

Einstein’ın Roosevelt’e mektubu (Orijinal metin)

500px-einstein_szilard_p11.jpg

500px-einstein_szilard_p21.jpg

Alternatif mürşidler

Kur’an
“Kendilerine Tevrat öğretildiği halde onun gereğini yapmayanların durumu, sırtına kitap yüklenmiş merkeplerin durumu gibidir” (Cuma 5)

Hz Muhammed (s.a.v.)
“Allah ilmi insanların kalbinden zorla sokup almaz. Fakat ilmi ulemayı kabzetmek suretiyle alır. Öyle ki, tek bir âlim kalmaz. Halk da cahilleri kendine reis yapar. Bunlara meseleler sorulur onlar da ilme dayanmaksızın fetva verirler, böylece hem kendilerini hem de başkalarını dalalete atarlar (Buhari ilim 34, Müslim ilim 13, Tirmizi ilim 5)

İmam-ı Gazali
Aklı olan kimse nefsine demelidir ki: Benim sermayem, yalnız ömrümdür. Başka bir şeyim yoktur. Bu sermaye, o kadar kıymetlidir ki, her çıkan nefes hiçbir şeyle tekrar ele geçmez ve nefesler sayılıdır, azalmaktadır. O halde bu günü elden kaçırmamak bunu saadete kavuşmak için kullanmamaktan daha büyük ziyan olur mu? Yarın ölecekmiş gibi bütün âzâlarını haramdan koru.

Ey nefsim, sonra tevbe ederim ve iyi şeyler yaparım, diyorsan, ölüm daha önce gelebilir, pişman olup kalırsın. Yarın tevbe etmeyi bugün tevbe etmekten kolay sanıyorsan, aldanıyorsun.

Kaynak: http://www.derindusunce.org/2007/11/07/evrimcilerin-ic-hastaliklari/

FATMA TEYZELER OLUMSUZDUR

Kar çok şey söyler Ankara’da… Böylesine grileştirilen bir şehri, birkaç saat içinde bembeyaz edivermek Allahın işi. Manevradaki vapurun bacası gibi tüter evlerin bacaları. Fakirin fakirliğine inat, tez elden yanıp gider yanmayası odunlar. Sobanın üstünde bir fincan ucuz kahve yanıp gidenden kalan hediye… Ve radyoda Dede efendiden ıslak besteler… Ve su gelinlik zamanından kalan cam yeşili döşemeli koltukta bir ihtiyar hanımcık… Fatma Teyze, huzurunu bozacak bir ses aramaktadır iste.

Huzur sessizlik değil, torun bağrışmalarıdır ihtiyarlara. Lakin yok… Beklenen, bugün de nasip değildir… Cevizli çörek, bakkaldan alınan çekmeceli cikolinler bugün de kapıcının çocuklara nasiptir. Bugün de sessizdir ev. Çünkü mazereti vardır, üç beş dakikasına bile gelemeyen Mehmet’in, Servet’in, Hayriye’nin…

Sessizliği bozan Fatma teyzenin romatizmalı elleri olur. Bu ses dıştan değil de, ta içinden gelir kulağına.  Tam bir “ah…” edecekken, birden irkilir. Korkar isyana gidivermekten. Kocası Niyazi Bey hep böyle istemiştir evde. Her ne kadar ellisi sonrası tövbeler edip nura erse de…

-Hanim hiç değilse isyana, şükürsüzlüğe girmedik. Allah, olur ya buradan affeder belki bizi de. En büyük şükrüm su bahtıma çıkarıverdiği dinim..

Üç damla yaş kopuverir Fatma Teyzenin gözlerinden...

Gelmeyen torunlara mı, fakirliğe mi, romatizmaya mı, yoksa yedi sene evvel rahmete eren Niyazi Bey’e mi… Ya da yetmişine erişip de hala üzerinden atamadığı şükürsüzlüğüne mi…

Kendi de anlayamaz. 

Ankara… Karlar altında bir sokak… Sokağı nurlandıran güçsüz bir ışık. Işığın geldiği evde ince tülün arkasında yollar gözleyen romatizmalı, romantik bir ihtiyar: Fatma teyze…  Yan yana getirip bu kelimelerle aritmetik bir hareket çekseniz, baksa hangi medeniyette “şükür” diye bir netice çıkar işlemin sağ tarafında azizim?

 Nankör evlatlarına rağmen azizim… Fakir hala AŞIKIDIR bu medeniyetin…

Kırılsın elleri ya... Öylesi bir yuva kuramaz aşkına… Şu uzak diyarlarda…

Tam yedi yüz kırk beş geçe geçip gidivermesine rağmen  hatta…

Ali Kılıç

Paylaş


     Ali Kılıç'ın Eski Yazıları

BENİM ADIMA SUSUN!

Onların haberi yoktu.

 

Onlar kendi entelektüel dünyalarında bizim hakkımızda tasarruflarda bulunup; “öyle isterdiler” diyerek hareket etmeye başladıkları zamanlardı.

 

Yüzlerce yıldır iç içe yaşamış insanlardık. Çok kalabalık değildik, hepimizin evleri taştandı. Yollarımız yoktu, yüklerimizi eşekler, atlar, katırlar çekerdi.

 

Ermeni, Rum ve Türk’ler olarak yüzlerce yıllık komşuluğun ardından bir gün birileri geldi ve Türk olmayan komşularımızı oralardan sürmeye çalıştı. Haberini önceden alanların gidişlerini anlatırlar; “bir daha geri döneceğiz, eminiz” diyerek tarlasını ekerek uzaklaşan komşularımızın gidişleri…

 

Bir daha geri dönemediler.

 

Gidemeyenler… Kaçıp sığınabildikleri Türk komşularının samanlıklarında, yatak altlarında korkuyla titreyip, postal seslerinin odadan kaybolmalarını umarak ve dua ederek gözlerini sımsıkı kapayanlar… Onlar kendilerine sahip çıkan komşuları sayesinde sürülmekten kurtulabilmişlerdi.

 

Çok değil, kısa bir zaman sonra bu defa Rus askerlerinin postalları çiğniyordu yolu olmayan bu toprakları. Bu topraklara, duygulara ve insanlığa yabancı üniformalar içindeki Türklerden sonra Rus üniformalı Ermeni askerleri peydah olmuştu.

 

Bu sefer Türkler korkuyorlardı ve kaçıyorlardı, kaçabildikleri kadar. Sokakta devriye gezen Rus askerinin çocukların başını okşarken annesine küfrettiğini Ermeni komşumuzdan öğreniyorduk, hani gözetip sakladığımız ve kurtardığımız komşularımızdan, ne söylediğini değil sadece küfür ettiğini yüzünü ekşiterek ve hüzünle bize tercüme ediyordu.

 

Hâlbuki biz yüzlerce yıldır aynı topraklarda yaşıyor, yakınlardaki alanları bazen Türkçe, bazen Ermenice ve bazen Rumca isimlendiriyorduk. Kimse gocunmuyordu bu durumdan, dilimizde Ermenice ve Türkçe sözleri olan ama aynı melodinin türküleri dolanıyordu.

 

Onların iğrenç emellerinden öte idi bizim yaşamımız. Onların ne olduğunu bilmediğimiz ama kılıf buldukları emellerinin atık derileriydik sonuçta. Arada yanıp giden yaş odunlardık kim bilir. Önemsiz, anmaya değmez, dava(!) zayiatı… Ama şimdi biliyoruz ki; hiç birinin emeli bana, bize ve diğerlerine değil, kendilerini tatmine yönelik.

 

Aynı topraktan var olmuş insanlarız bizler ve aynı toprağa gideceğimizden şüphe yok.

 

Ey zalimler! Yeniden yaratıldığınızda, yakanıza yapışan binlerce elin sıktığı boğazınızı genişletecek başka bir el olmayacak. Bizler ise bu dünyadan başlayarak ölene kadar ve öldükten sonra da yakanızı bırakmayacağız.

 

Her yer herkesindir ve her şeyin tek sahibi yaradandır.

 

Dilaver Peksever

 

DÜNYA O’NA(S.A.V) MUHTAÇ 

Hz.Muhammed (s.a.v) bu dünyayı 20 Nisan 571 yılında Mekke-i Mükerreme şehrinde onurlandırmıştı. Gül kokulu Efendimiz Allah’ın (c.c) “Habibim” dediği en sevgili kuludur. Şüphesiz ki O’na söylenebilecek tüm sıfatları [asalet, akıl, sadakat, güzellik, ilim ve irfan, emanet, takva ve zühd gibi güzel huyları…] kendisine en çok yakışan ve taşıyandır.

Ama ne söylersek söyleyelim Efendimizin(s.a.v.) büyüklüğü yanında hepsi eksik kalacaktır. O’nu(s.a.v) anlatmaya bu kısacık kelamlar elbette yetersizdir.

İnsanlar arasındaki en büyük bağ vicdan, en güzel huy ise merhamet olsa gerek. Buna verilebilecek en güzel örnek ise Efendimizin(s.a.v) sonsuz merhameti ve tarifi imkânsız affediciliğidir.

Efendimiz(s.a.v) kendisine kötü davrananlara ve inkâr edenlere hep merhametiyle muamele etti. Savaş değil, barış peygamberi oldu…

Günümüzde ise insanlar artık hoşgörüden uzak birbirlerine yabancı yaşıyorlar. Toplum olarak gitgide bireyselleşiyor, bize bırakılan bu nadide değerleri kaybediyoruz.

Rabbimizin ruhumuza hediye ettiği hisleri, Efendimizin(s.a.v) bize bıraktığı değerleri tıpkı bir katil gibi yok ediyoruz. Hâlbuki bu değerlerle, hislerle insan olduğumuzun farkına varabiliriz. Çevremize bir bakalım… Savaş, soykırım, kaos, hırsızlık, cinayet, taciz… Neden kötüleşen bir dünyaya doğru ilerliyoruz. Bir düşünelim!

Hz.Muhammed(s.a.v) 14 asır önce şöyle buyuruyor;

“Allah-u Teâlâ’nın(c.c) adına sığınarak O’nun(s.a.v) ve sizin düşmanlarınızla harp ediniz. Fakat gideceğiniz yerlerde dünyadan çekilmiş rahipler göreceksiniz, onlara asla dokunmayınız. Kadınlara, çocuklara şefkatle muamele ediniz, hurma ağaçlarını kesmeyiniz, evleri yıkmayınız.”

Bizler 21.yy’da kendimize medeni deyip de acaba bunlardan hangisine saygı gösteriyoruz. O’nun(s.a.v) ümmeti olarak tüm bu çirkinliklerden nasıl, ne kadar korunabiliyoruz?

İslam ülkeleri kargaşa içinde! İnsanlarda kin, nefret duyguları akıl almaz bir şekilde artıyor. İnsanlık gittikçe kendini kaybediyor, yozlaşıyor.

Bizi kendimize getirecek, tüm bu sorunları çözecek olansa İslamiyet’in en büyük temsilcisi olan Efendimizi(s.a.v) tanımak… Ancak bu şekilde ihtiyacımız olan huzur, barış ve güven ortamına kavuşabileceğiz.

Efendimizin(s.a.v) varlığı bizim için rahmettir. Yaşadığımız bu dünya O’nun(s.a.v) için yaratıldı. Tüm bunların farkına varabilmek ve yaşadığımız bu evreni daha güzel hale getirebilmek ümidiyle…

Nermin Uyan

Paylaş


     Nermin Uyan'ın Eski Yazıları 

DERiNLiKLERiYLE iNSAN-I MüNEVVER

Osmanlı İmparatorluğunun çağ açıp çağ kapatan hükümdarıdır o. Efendimizin(s.a.v) “İstanbul elbette fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o askerler ki ne güzel askerlerdir.” hadis-i şerifiyle müjdelenen büyük zat! Evet… Devrin en büyük ulemalarından Fatih Sultan Mehmet Han.

Sultan Mehmet 30 Mart 1432’de Edirne’de doğmuştur. Babası VI. Osmanlı padişahı II. Murad, annesi Hüma Hatun’dur. Şüphesiz ki bu muhterem insanın yetiştirilmesinde ailesinin payı büyüktür. Hüma Hatun oğlunun ruhunu tıpkı bir nakış gibi işlemiştir. Daha karnında taşımaya başladığı andan itibaren yere abdestsiz basmamış, besmelesiz emzirmemiştir. Yani bu büyük imparator eşsiz bir manevi ruhla büyümüştür. Eğitimine de hassasiyet gösterilmiş, devrin en büyük âlimleri tarafından yetiştirilmesi sağlanmıştır.

Fatih Sultan Mehmet dini ilimlerin yanı sıra tarih, coğrafya, matematik, astronomi ve edebiyata da ehemmiyet göstermiştir. Kendisine bu konularda ders verecek hocalar tayin etmiştir. Mesela, şehzadeliği sırasında İtalyan bilim adamlarından Roma tarihini öğrenmek için ders almıştır. 

Edebiyata olan ilgisiyle de başarılı eserler ortaya çıkararak ‘Avni’ mahlasıyla yazmış olduğu şiirler, Türk şiirinin en güzel örneklerinden sayılır. Fatih Sultan Mehmet saltanatı süresince bu konuyla yakinen ilgilenmiştir: Mahiyetindeki 185 şairden 30’unu maaşa bağlamıştır.

İlgilendiği tüm konularda başarı gösteren üstün deha Fatih, birçok yabancı dili de anadili gibi öğrenmiştir. Türkçe, Arapça, Farsça, Rumca, Slavca ve Latinceyi çok iyi konuştuğu rivayet edilir.

Kısacası Fatih Sultan Mehmet ilme ve ilmî çalışmalara son derece saygılı olup, onlarla görüşmeye büyük ehemmiyet göstermiş ve onları desteklemiştir. Bunun en güzel örneği ise ünlü matematik ve astronomi bilgini Ali Kuşçu’nun İstanbul’da kalmasını sağlamış olmasıdır.

Devlet yönetimde de adını dünya tarihine büyük harflerle yazdırmıştır. Her şeyden önce muhakeme gücü yüksek, azimli, kararlı ve kudretli bir devlet adamıydı.”Ya ben İstanbul’u alırım, ya İstanbul beni alır!”dedi ve tarih derslerinde anlatıldığında masal gibi dinlediğimiz o büyük kutlu fethi 29 Mayıs 1453 Salı günü gerçekleşmiştir. Bu fetihle birlikte Efendimizin(s.a.v) övgüsüne mazhar olmuştur. Bu büyük zaferin etkisi tüm dünyaya yayılmış, ortaçağ kapanıp yeniçağ açılmıştır.1100 yıllık Doğu Roma İmparatorluğu ortadan kaldırılmıştır. Otuz yıllık saltanatı süresincede; 25 askerî harekâtâ bizzat katılmış ve iki imparatorluk, dört krallık, on bir prensliği kendisine bağlamıştır. 

600 yıl boyunca diğer atalarımız gibi Fatih Sultan Mehmet Han’da gaza ve cihad için savaşmış; İslam sancağı altında ülkesini korumaya ve yaşatmaya çalışmıştır.

Osmanlıyı Osmanlı yapan padişahların akla gelen ilk mimarlarındandır. Aradan yaklaşık 500-600 yıl geçmesine rağmen adını minnetle andığımız bize dünyanın en güzel şehirlerinden İstanbul’u armağan eden büyük mütefekkire ve tabiî ki tüm atalarımıza gereken değeri ve saygıyı göstermeliyiz. Çünkü kim inkâr ederse etsin bizim özümüz Osmanlıdır!

Nermin Uyan

Paylaş


     Nermin Uyan'ın Eski Yazıları 

Online dergiler Online dergiler