Kültür-Sanat Editörü

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Oyun Gibi Bir Film: PERS PRENSİ

Bilgisayar oyunlarıyla yetişen kuşakların pek de yabancısı olmadığı bir oyundur Pers Prensi. Hatta bir anlamda Tomb Raider'ın erkek versiyonu bile denilebilinir oyunun kahramanı Prens Dastan için.

1989 yılında ilk Pers Prensi oyunu satışa çıktığı zaman oyunu bilenler çok değildi. Ne var ki ilgiyle karşılanan ve yıllar içinde farklı maceraları da yapılan oyun giderek kendi alanında bir mite dönüştü. Pers Prensi ne zaman filme çekilir diye beklenirken, filmin afişi Bir Alışverişkoliğin İtirafları filmindeki bir sahnede arka planda dikkatli gözlerden kaçmadı.

Film Pers İmparatorluğu'nun en güçlü dönemlerinden birini yaşadığı 6. yüzyılda Kral Şaraman'ın pazar yerinde gezerken, küçük bir çocuğun cesaretine ve becerilerine tanık olmasıyla başlıyor. Dastan adındaki bu çocuğu evlat edinen kral onu diğer iki oğlundan ayırmıyor. Ancak asil bir kandan gelmeyen bu oğlun, tahtın varisi olamayacağından yalnızca iyi bir yardımcı olacağı düşünülüyor.

Yıllar içinde Prens Dastan büyüyor ve Pers ordusunun en cesur komutanlarından biri haline geliyor. Kralın katılmadığı bir sefer sırasında kutsal Alamut Kalesi'nin sınırlarına dayanan ordu kralın kardeşi Nizam'ın gösterdiği kanıtlar üzerine yasak olmasına karşın kaleye saldırma kararı veriyor. Bu kararı almak üç prensin en büyüğü olan Prens Tus'a kalıyor ve Tus Dastan'ın karşı çıkmasına karşın saldırı emrini veriyor.

Dastan kaleye yapılacak çıkarma sırasında iki tarafında az zarar görmesi için ayrı bir yol deneyerek başarılı oluyor. Alamut'un güzelliği diller destan prensesi Tamina (Gemma Arterton) ise kalesindeki korunması gereken kutsal emaneti düşünmekte. Kaderin bir cilvesi; kutsal emanet Dastan'ın eline geçiyor. Artık dünyanın kaderi Dastan’ın ellerinde...

Pers Prensi: Zamanın Kumları, alışık olduğumuz Pers Prensi oyununun iyi bir sinema versiyonu. Yani Dastan yine yükseklerden atlıyor, düşmanlarla dövüşüyor, kılıçlarını kullanıyor, giderek zorlaşan görevleri yerine getiriyor.

Jake Gyllenhaal Dastan rolüyle yeni bir aksiyon yıldızı olabileceğinin haberini veriyor. Zaten Gyllenhaal kardeşlerin hem bağımsız filmlerde, hem de yüksek bütçeli filmlerde nasıl başarılı oldukları bilinen bir gerçek. Titanların Savaşı filminde güzelliği ile dikkat çeken Gemma Arterton ise yine güzelliğini konuşturuyor. İlerleyen zamanda Arterton'a dikkat etmek lazım, zira son dönemin iki yüksek bütçeli filminde kahramanların kalbini çalan isim oldu.

Yardımcı roldeki Ben Kingsley ise, oyunculuk namına fazla bir şey vermiyor. Filmde adı geçmesine karşın usta aktör kendisini karakterin içine girmek için zorlamamış. Öte yandan Şeyh Amar rolündeki Alfred Molina yine muhteşem. Kısa ama hoş bir rolle kendisinin hayranlarını düş kırıklığına uğratmıyor.

Filmin seyrinin hoş gelmesi, aksiyon düzeyinin yeterli ölçüde olmasında ise, hiç şüphesiz yönetmen Mike Newell ile yapımcı Jerry Bruckheimer'in büyük payı var.

Pers Prensi'nde her şeyin mükemmel olduğunu söylemek mümkün mü peki? Tabii ki hayır. Kimi tarihi hataların dışında filmin bir noktasından sonra kendinizi klasik bir Disney macerası izliyor durumunda buluyorsunuz. Özellikle son bölümler Büyük Hazine 2: Sırlar Kitabı'nın farklı bir versiyonu gibi geliyor.

Bir de Hollywood senaristleri kendilerine son dönemde çekici gelmeye başlayan Haşhaşiler hakkında biraz daha bilgi sahibi olurlarsa, çok iyi olacak. İngilizce suikast kelimesi olan "assasin"in kökeni olarak gördükleri Haşhaşiler (İngilizcesi Hassasin) giderek gerçeklikten uzak bir suikast şebekesine dönüştürülüyor.

Pers Prensi'nin hayranıysanız, macera filmlerini seviyorsanız ya da keyifli bir zaman geçirmek istiyorsanız, Pers Prensi'ni izlerken kesinlikle sıkılmazsınız.

HİÇLİĞE YÜKSELİŞ: SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

Türk Edebiyatı’na yaşamı boyunca büyük katkılar yapmış olan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ustalığının kanıtlarından yalnızca biridir “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”. Öyle ki, onun eserlerine hayranlık duymak için yalnızca bu kitabı okumak yeterli demek yersiz olmaz…

Hayri İrdal’ın ‘hiçlikten’ ‘hiçliğe yükselişinin’ romanını yazıyor Tanpınar. Hayri İrdal, yaşamı boyunca pek el üstünde tutulmamış, hattâ çoğu kişi tarafından “bu adam ne işe yarar ki” diyerek karşılanmış biri. Sadece birilerinin onu böyle tanımlayışı da değil gerçeği yansıtan, onun da kendisini böyle tanımlayışı! Birinin kendisini böyle tanımlaması için bile oldukça yetkin olması gerektiğini düşünüyor olabilirsiniz, belki öyledir, ama Hayri İrdal için değil.

Hayri İrdal’ın anılarını yazmaya başladığı dönemden itibaren ele alınan roman, gerilere giderek onun yaşamını irdeliyor. Çocukluğunu, çocukluğu boyunca etrafında olan kişileri, gençliğini, gençliği boyunca etrafında olan kişileri ve her iki dönem boyunca yaşadığı ilginç olayları dinleyerek yola çıkıyorsunuz. Kendini bir ‘ülkü’ye adamak için sürekli uğraşan Hayri İrdal, bir ülküye adanmaya başlayan yaşamının bir anda nasıl allak-bullak olduğuna her tanık oluşunda boşluğa düşüveriyor. Sonra da yine, “ben ne olacağım” ve “ben ne işe yararım” sorularını soruyor kendine.

Açıkça söylemek gerekirse romanda öyle çok olay anlatılıyor ki, bunları hakkını vererek anlatabilmek gerçekten büyük bir başarı. Anlatım ne kadar olayların biçimine uydurulmuş olsa da düşüncelerin sınırını her an zorluyor olaylar. Bu noktada Tanpınar’ın Türkçe’yi kullanıma saygı duymak gerekir. Kitapta Arapça ve Farsça sözcük sayısı hayli fazla. Sözcüklerin bu denli Türkçe içine karışması, anlamını yitirmemesi ve yerli yerinde kullanılmış olması ayrı bir başarı olarak değerlendirilebilir. Ayrıca dönemin koşulları göz önüne alınırsa, bunun doğallığı da yansır düşüncelere. Ama bu durumun kitabı eline alan okuyucu tarafından zorlanmayı getireceği de kesin. Yani kimi zaman sözcüklerin anlamı, cümlenin gelişinden rahatlıkla çıkarılabilse de, kimi zaman belirsiz kalıyor. Ayrıca, Tanpınar’ın anlatımda bunca ‘ve’ bağlacı kullanması da dikkat çekici. Tanpınar’ın bir cümleyi üç-dört ve hattâ beş kez aynı bağlaç ile birbirine bağlaması anlatımda kopukluklara yol açıyor, bu durum günümüzdeki çoğu yazar için de hâlâ geçerli. Bu bir dil yanlışı mıdır derseniz açıkçası tam olarak öyle olmasa gerek. Şunu da belirtmeliyim ki, Tanpınar “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” kitabını Latin harfleri ile yazmamış; Yapı Kredi Yayınları tarafından kitabın arkasına iliştirilmiş olan el yazması kâğıtlarında Osmanlıca yazılar var…

Hayri İrdal’ın elinden geldiğince bir ülkü sahibi olmak için çabaladığı ve bocaladığı onca dönemden sonra Halit Ayarcı ile tanışması onun yaşamını değiştiriyor. Halit Ayarcı’nın başkanlığında Hayri İrdal’ın yardımıyla kurulan ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ önceleri tam olarak ne işe yaradığı konusunda kimsenin fikir yürütemediği bir kurum olarak duruyor karşımızda. Kiralanan bir büro ve hiçbir iş yapmadan para alan -hem de aylarca- insanlar Halit Ayarcı’nın “işe başlıyoruz” demesini bekliyor. Oysa kimsenin haberi yok yapacakları işin tam olarak ne olduğundan. İşte böyle bir anda Tanpınar olay örgüsünü Hayri İrdal’ın yaşamından alıp da ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ne adıyor. Hâl böyle olunca, yani Tanpınar yüzlerce sayfa anlatıdan sonra Saatleri Ayarlama Enstitüsü kavramını ortaya çıkarınca bana da onun bu anlatış biçimine saygı duyarak enstitüden bahsetmemek düşüyor. Saatleri Ayarlama Enstitüsü… ne işe yarayabilir! Ne yapabilirler! Nerelere uzanabilirler!

Tanpınar’ın sihirli cümleleri ve anlatımıyla Türk romanında olay, durum örgüsünün başarılı bir örneği bu kitap. Büyükçe bir olayı yaratıp bu kadar iyi anlatabilmesi onun yazınsan alandaki başarısını kanıtlıyor.

“Saatleri Ayarlama Enstitüsü” hem gerçek, hem doğaüstü; hem her satırında güldüren hem de biraz hüzünlendiren ve tüm bu kavramlardan daha onlarcasını karşılıklarıyla birlikte barındıran dolu dolu bir roman.

BOKSTAN BİR FİLMTHE FİGHTER

Küçük kardeş olmak zordur; sessiz sedasız, hiç farkına bile varmadan olgunlaşan, yetiştirilmeden yetişmeyi bilen çocuklardır onlar. Sorun çıkarmamak adına suskunluğunu koruyan, çıban başı olmamak için kendi olmaktan vazgeçmeyi göze alan, cesurlukları kendilerine özgü küçük suç ortakları...Hele ki bir de hırçın, asi, delibaş bir ağabey –ya da abla- varsa ortamda, onlar diğer kutbu doldurup dengeyi sağlamak adına iki kat çaba harcarlar. Dokunulmamışlığın verdiği bir saflık ya da bakirlik değil, yaşamadan öğrenmenin ağırbaşlı ve durgun masumiyetidir onları özel kılan...

Bu açıdan sinema tarihinin belki de en yürek parçalayan hikayesidir Rocco ve Kardeşleri. Luchino Visconti’nin 1960 yapımı bu başyapıtında, içten içe Rocco’ya kızsak ve bir şamar patlatıp kendine gelmesini istesek de, bu tam da büyük kardeşlere özgü bir tepki değil midir?. O usulca ailesini bir arada tutmaya çalışan bir küçük kardeştir, bunun için ödenen bedellere boyun eğmesi her ne kadar sinir bozucu bir çilecilik taşısa da....Tatlı bir kalbin gaddarlaşması ne denli hüzünlüyse, bunu yapan asıl kişinin kendi annesi olması da o kadar kötüdür. Bazen gerçekleri saklamak acımasızlıktır. Bu perspektiften yaklaşıldığında vizyona yeni giren The Fighter, ne salt bir dövüş filmi ne de nostaljik bir mahalle öyküsü. O tam da 2000’lerde Rocco ve Kardeşleri’nin izinden giden, bokstan hayatını kazanan göçmen bir ailenin ve özelde de iki erkek kardeşin hikayesi...Ancak süreç bu kez biraz daha farklı, aslına bakılırsa olması gerektiği gibi. Ağabeyinin gediklerine yama yaptıkça ona bilmeden kötülük eden Rocco’nun aksine, Micky’nin seçimi çok daha ahlaki.

Gerçek bir hikayeden esinlenen film, en başta ailenin hınzır, yaramaz ve ele avuca sığmaz oğlu gibi 

gözüken Dickie ile her zaman sakinliğini koruyan Mickey’nin birbirinden tezat, bir o kadar da keskin; ama nihayetinde birbirleri ile uzlaşan öykülerini anlatıyor. Film parlak kariyeri artık geçmişte kalsa da, onun hayaleti ile yaşamayı tercih eden eski boksçu Dick Eklund ve onun hakkında yapılan bir HBO belgeselinin çekimleri ile başlıyor. Kalabalık bir göçmen ailenin hala mahalle kültürünü koruyan banliyö hayatlarını izle

yeceğimizi sanırken, film ani bir çalım yaparak şaşırtıyor ve o ana kadar izlenesi dediğimiz bu anlatı, son zamanlardaki en çarpıcı hikayelerden birine dönüşüyor. Başta Dickie’nin hikayesi olarak başlayan film, olayörgüsü ilerledikçe ardındaki gerçek kahramana evriliyor ve Dickie’nin ardında bulutumsu bir silüet gibi duran küçük kardeş Micky’nin öyküsü parlıyor. İki kardeş arasındaki ilişki, aslında az ya da çok kardeşi olan herkese tanıdık hisler uyandıracak izler taşıyor: Sorunlu ağabeyinin izinden bir gölge gibi gittikçe kendini bulamayan küçük kardeşe karşılık, kardeşini çok sevmekten dolayı körleşen ve her şeyi onun için ama ona rağmen yapan bir ağabey... Zaman zaman unutulsa, arkada bırakılsa, görmezden gelinse ve hatta gözden çıkarılsa da, her zaman büyük bir bağlılıkla sevilen kardeşlerin ve ağabeylerin ortak kaderi...Bütün bunlardan dolayı The Fighter’ı salt

 bir boks ya da spor filmi olarak değerlendirmek mümkün değil.

Son zamanlarda vizyona giren en etkileyici dramalardan biri olan film, unutulmaz oyuncu performansları ile de konuşulmaya değer. Özellikle Christian Bale’in yitik kuşak temsilcisi Dickie Eklund’daki oyunculuğu, aktörün kendi kariyerinde uzun süredir gösteremediği gerçek bir çıkış olarak durmakta. Onu izledikten sonra Bale’e ister istemez “evine hoş geldin” diyoruz. Ancak filmi Bale ile sınırlamak doğru olmaz. Mark Wahlberg’in o kırılgan, gölgemsi küçük kardeş performansı olmasa, Bale’in bu denli parlaması düşünülemez. Öte taraftan Amy Adams ve elbette ki Melissa Leo’nun o çıldırtan rekabetleri filme ilginç bir ivme kazandırıyor.

The Wrestler’ın çıplak ve bu nedenle alt üst edici gerçekliğine karşı, hüznü ve biraz daha öznel bir sıcaklığı barındıran The Fighter, bir süredir karşılaşamadığımız o sinemasal doygunluğa ulaştıran ve ileride değeri daha çok anlaşılacak bir film. Bir bakıma onun da akibeti, anlattığı küçük kardeş gibi. Kendinden daha büyük ve gürültücü “ağabeyleri” nedeniyle hemen fark edilmese de, kendinden emin duruşu ile keşfedenleri çok memnun edecek mütevazı bir yapım The Fighter...

51 SORUDA KEMALİZMYANLIŞ CUMHURİYET

Kurucu elitin 85 yıllık iktidarının tehlikeye girdiği, yerleşik iktidar ilişkilerinin çözünmeye başladığı bilgisi, bugün neredeyse herkesin malumu haline geldi. Şimdiye kadar rejimin çeperinde mütereddit bir muhalefet yürüten, yer yer hükümet etme yetkisi de kazanan geniş kitleler, artık iktidarın tümüne, bütün unsurlarıyla talip oldu. Bundan kaynaklanan elenseleşmeler, güç gösterileri ve rakibine gözdağı vermeler şimdilerdeki siyasi gündemimizi meşgul eden vakalar.


Özellikle 1960 askeri darbesi sonrasında kurumsallaşan ikili iktidar yapısının gölgesinde şimdiye kadar gemisini yürütebilen Türkiye, artık bunun mümkün olmadığı bir tarihsel evreye geldi. İktidar partisi ve ülkenin en büyük azınlığının meşru siyasal temsilcisi olan siyasi partiye açılan kapatma davalarının yanısıra, “Atatürk devrimlerinin toplumda bir travmaya yol açtığı” gibi açıklamalar gösteriyor ki, artık kılıçlar çekilmiştir. Aslına bakılırsa, ülkedeki kısır siyaset etme biçimlerinin ıslahı için bu türden bir hesaplaşma da gerekli. 

Cumhuriyet’in 85 yıllık tarihi üzerine eleştirel değerlendirilmelerin sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek denli kıttır. Bu netameli tarihsel sürece dönük soğukkanlı çıkarımlarda bulunmanın önü, kendini rejimin asli sahibi ve bekçisi ilan edenlerce neredeyse istikrarlı bir dirençle kesilmiş ve bu türden çabalar Cumhuriyet’in ve dolayısıyla Türkiye Devleti’nin manevi şahsiyetine yapılan “menfur saldırı”lar olarak addedilmiştir. Halen bile Cumhuriyet’in hilafına söz söylemek ciddi bir cesareti ve baskılara göğüs germe iradesini gerektiriyor. Öte yandan eleştirel tavırların hepsi, aralarında herhangi bir kategorik ayrım yapılmaksızın, kendini çağdaşlığa özgülemiş cumhuriyetperverler tarafından irticacılık olarak yaftalanıyor.

Bugüne kadar yazdığı turizm ve otel rehberleriyle ve Şirince’deki pansiyonlarıyla tanınan Sevan Nişanyan yayın alemi açısından Etimoloji Sözlüğü ve Karl Marx’ın abidevi eseri Grundrisse’nin çevirmeni olarak biliniyordu. Nişanyan, esas itibariyle 1994’te yazmış olduğu ve geçen yıl kendi imkanlarıyla yayınladığı Yanlış Cumhuriyet, Atatürk ve Kemalizm Üzerine 51 Soru başlıklı kitabında, Cumhuriyet tarihine yönelik hayli spektaküler sorular üzerinden alternatif bir yaklaşım geliştirmeye çalışıyor. Yazarın kendi imkanlarıyla yayınladığı dönemde daha çok kapalı devre bir kesim tarafından tartışılan kitap, bugün Kırmızı Yayınları tarafından önceki baskısına nazaran neredeyse hiçbir değişikliğe uğramadan basıldı. 

Kitapta temel olarak Cumhuriyet’in ezeli ve ebedi öteki haline getirdiği Osmanlı’nın aslında Cumhuriyet’i de aşan bir modernlik ve Batıcılık timsali olduğu iddiasında olan Nişanyan, bu iddialarını desteklerken yer yer zorlama bağlantılara girmekten de çekinmiyor. Bugüne kadar terazinin bir tarafına çokça basılmış olmasının hıncını, hışımla diğer tarafa basmakla gidermeye çalışan yazar bu uğurda, saltanat güzellemesine bile giriyor. Batı tipi bir rejimin ve kültürün tesisi sürecinde Cumhuriyet’in, bırakın ilerlemeyi, ciddi bir gerilemeye işaret ettiğini ve Osmanlı’nın Tanzimat’taki çizgisini dahi sürdürmekten aciz kaldığını da vurgulamaktan geri durmuyor.

Eldeki veriler ekseninde Cumhuriyet’in ekonomik “mucizeleri”; muazzam tam bağımsızlıkçı kalkınma stratejileri; kadınlara sağladığı, dönem Avrupa’sını da aşan, hak ve özgürlükler; demokrasi ile ekonomik gelişme arasında olduğu iddia edilen ilişki gibi artık enikonu standart Cumhuriyet güzellemeleri haline gelmiş ezberlerin ciddi bir yeniden değerlendirmesini de yapıyor Nişanyan.

Özellikle demokrasi ve ekonomik gelişme arasındaki ilişki ekseninde memleketin bu ekonomik düzeyde demokratik bir yönetime hazır olmadığı yargısının, dönemin benzer ekonomik düzeydeki ülkeleri Yunanistan, Bulgaristan vb. örnekler üzerinden çarpıcı bir eleştirisini yapıp, bu türden bir genellemeye gidilemeyeceğini vurguluyor. Ayrıca, kadınlara yönelik düzenlemenin demokratik kurumların yerleştirilmediği bir toplumda hiçbir anlam ifade etmeyeceğini belirtmesi de bir diğer çarpıcı değerlendirme olarak göze çarpıyor.

Aslına bakarsanız, bizim açımızdan yazarın en dikkate değer vurgusu, 1923-45 arası tek parti yönetiminin, dönemin siyasal rejimlerinden örneklerle tipik bir faşim olarak nitelenmesi gerektiği yönündeki yaklaşımıdır. Tek parti yönetimi, mutlak iktidara sahip bir ulusal lider ve muhalefete yönelik hayli sert önlemlerde örneklerini bulabileceğimiz bir siyasal arenanın tanımı, dünya siyaset literatürü bakımından tartışmasız bir biçimde faşizmdir. Bugüne kadar bu iddia bu açıklıkta dillendirilmemişti. Nişanyan bu yaklaşımını destekleyici bir dizi örneğe kitabın giriş bölümünde yer veriyor.

Bütün bunlara karşın gayet çarpıcı sorular ekseninde ilerleyen kitabın ciddi bir editoryal müdahaleye gerek duyduğu aşikar. Hayli çaplı meselelere dair kıymetli sorular ortaya atmasına karşın iddialarına temel teşkil edecek kaynakların kıtlığı kitapta göze çarpan en ciddi eksiklik. Bu türden sıkıntıların giderilmeyişi kitabı, cumhuriyetperverlere karşı, sol/liberallere yönelik bir tür blöfçünün rehberi olmaktan öteye götüremiyor.

Ayrıca, Batı kültürüne ve Batıya karşı tartışmasız ve gönülden yandaş tavrı Nişanyan’ı, Cumhuriyet’in İslamcı eleştirmenlerinden farklı kılsa da, Batı medeniyetinin açmazlarını görmezden gelmesine yol açan körleşmeyi de beraberinde getiriyor. Nişanyan’ın “Şark zihniyeti”, “Şark dalkavukluğu” gibi oryantalizm kokan ve Batı akılcılığı ve evrenselliğini, alternatifleri “barbarizm” olarak addedecek denli öven ifadeleri bu yaklaşımının tipik tezahürleri olarak okunabilir. 

Sonuç olarak, Nişanyan’ın çabası alternatif bir yaklaşımın gerekliliği ekseninde kıymetli olsa da, spektaküler olma adına karşıtının söylemine benzer bir dili ve üslubu cisimlemesi bakımından da sıkıntılı.

HÜZÜN YÜKLÜ HÂTIRALAR: İKİ DARBE ARASINDA

İskender Pala’nın Kapı Yayınları arasında yeni çıkan ve askerlik hâtıralarından oluşan İki Darbe Arasında isimli eseri, basın yayın organlarında büyük ilgi gördü, görmeye devam ediyor. Elbette bir edebiyatçının sıra dışı bir kitabıdır İki Darbe Arasında. Ve hatalarla dolu acılı bir dönemin ciddi bir şekilde, adamakıllı ve  dürüstçe sorgulanmasıdır.

Pala, başarılı bir ordu mensubu olarak bazı komutanlarla arasında geçen ilginç olayları bütün ayrıntıları ve belgeleriyle anlatıyor, inançları dolayısıyla yaşadığı acıları, çektiği sıkıntı ve çileleri cesaretle ve olanca açık kalpliliğiyle aktarıyor. Kitabı tamamen okudum ve çoğu yerinin altını çizdim. Yazar samimi duygularını dile getirirken ve çoluk çocuğuyla birlikte yaşadıklarını anlatırken aslında Türkiye’nin geçmişteki manzarasını da yansıtıyor ve biz okuyuculara unutulmayacak derslerle birlikte mesajlar veriyor, ibretli sahneler gösteriyor ve derin hatırlatmalarda bulunuyor. Sanırım Pala, bu kitabıyla bir neslin veya askeriyede görev yapmış, çeşitli vesilelerle ordudan ayrılmak zorunda kalmış binlerce subayın hislerine tam anlamıyla tercüman olmuştur. Kitapta “disiplinsizlik” yüzünden ordudan ilişiği kesilenlerin ailece yaşadıkları dram gözler önüne seriliyor. Bütünüyle gerçeği yansıtan bu hâtıralar, vicdanî duyarlılığın öne çıkmasından dolayı hissedilen kaygı ile kaleme alınmıştır. İskender Pala, en vatanperver subaylar kadar ordusunu, vatanını, memleketini, bayrağını sevmiş bir ordu mensubu olarak görev yapmıştır. Ama aynı zamanda güzel sanatlardan haz almış, edebiyatı sevdirmiş, şiir gibi bir hayatı yaşamak da istemiştir. Bu da en tabiî hakkıdır şüphesiz. Kısacası aldığı edebiyat eğitimi ile seçtiği askerlik mesleğini mezcetmek ve iyi bir ‘edebiyatçı subay’ olmak istemiştir. Olmuştur da. Nitekim kitap boyunca çeşitli vesilelerle taltif edilmesi, madalyalar alması, parlak görevlere getirilmesi, pek çok esere imza atması onun bu yolda son derece başarılı olduğunu zaten gösteriyor. Ancak görevini mükemmel yapması, başarılı olması ve sicil âmirlerinden takdirler, nişanlar alması yetmemiş ne yazık ki, yetememiştir. Başka kıstaslar, ayrı ölçütler, farklı değerlendirmeler ağır basmıştır. Pala, hususi hayatında inancını yaşamak isteyen biri olarak büyük mücadeleler vermiştir. Ancak bu sınırsız uğraşlara rağmen sonunda çok sevdiği askerlik mesleğinden kopma noktasına gelmiştir.

Kitabı  okuduğum sıralarda bazen şaşırdım, bazen öfkelendim, bazen hüzünlendim, hatta gözlerimin yaşardığı anlar oldu. Peşin hükümlere mahkûm olanların mağlubiyetini gördüm, toplum değerlerine mesafeli duranların hâline bakıp bakıp üzüldüm. Çoluk çocuk bir ailenin yaşadığı acıları yüreğimde hissettim. Bu arada “iyi gün dostları”nın kara yüzünü de gördüm.

Bir yürek yangını var kitap sayfalarında... Bir çığlık bazen, bazen bir haykırış, çoğu zaman bir sitem... Hüzünlü bakışların ardından hayret nidaları gelip gelip kulaklarımda çınladı durdu: “Neden, niçin, nasıl, ne hakla?...” Evet bazı şeyleri anlamak mümkün olamıyor.

Pala ailesinin yaşadıkları, çoluk çocuk içine düştükleri sıkıntılar gözümün önünden hiç gitmedi. Gerçi benzer yaşanmışlıkları, değişik çevrelerden yıllar boyu dinledik durduk. Bunlar bazen bize inanılmaz gibi geliyordu. Olamaz, bir Türk subayı dindar olduğu için suçlanamazdı, aksine dinî akideleri sağlam bir ordu mensubu, daha makbul görülmeliydi. İnançlı bir asker daha vatanperver olur, gözünü budaktan sakınmaz, memleketi için gerekirse ölümü bile göze alır, canını verirdi. Böyle biri, askerî şartlara daha çabuk intibak eder, cepheye herkesten önce koşardı. Fakat duyulanlar, görülenler ne yazık ki yaşananlar bu kanaati teyit etmiyordu. Herkesin unutmayı istediği bir dönem yaşanmıştı Türkiye’de. Şükürler olsun ki, o sıkıntılı dönemi millete zorla yaşatmaya çalışanlar, bugün iyilikle, hayırla ve olumlu bir şekilde anılmıyor.

Kitap baştan sona bir vicdanın iç kanaması gibi... Yapılan hatalar, görülen mağduriyetler yine de yazarımızı isyan noktasına getirmiyor. Zaman zaman küskün, zaman zaman da sitemkâr olarak okurun önüne çıkıyor. Evet İskender  Pala, bu toprağın bir aydını olarak elbette asîl bir millet olan Türklerin “peygamber ocağı” olarak vasıflandırdığı bir orduya karşı değildir, olamaz. Aklı başında olan hiçbir kimse kendi askerine, ordusuna tavır koyamaz. Ama bu kesin gerçek, toplumun bütün kesimlerinde olduğu gibi askeriyede yapılan hataları gözardı etmeyi de gerektirmez elbet. Pala, bir zaman mensubu olduğu orduyu o kadar çok seviyor ki, sahip çıktığı, yaşadığı değerlerle büyük şair Yahya Kemal’in “ordu-millet” sözüne uygun olarak, milletiyle barışık bir askeri gücün güçlü ve güzel portresini mükemmel bir şekilde ortaya koyuyor.

İskender Pala’nın diğer edebî eserlerine âşina olanlar elbette İki Darbe Arasında’yı çok farklı bulacaklardır. Kitabın ikinci başlığı “İlginç zamanlar”dır. Evet Türkiye yakın tarihte, özellikle 28 Şubat sürecinde çok ilginç zamanlar ve olaylar yaşadı. Ama o boz bulanık, karma karışık günlerin artık gerilerde kaldığı görülüyor. Yeni, yepyeni, apaydınlık bir Türkiye’nin canlanışını, dirilişini ve ayağa kalkıp silkinişini görüyoruz hepimiz.

İsterseniz kitabın özünü veren bir metinle, arka kapak yazısıyla devam edelim:

“28 Şubat süreci.. her gün bir yığın hüsran.. Günler ilerledikçe dalgalar şiddetini arttırarak dövmeye başlamıştır kalbinizin duvarların ve çaresizliğin sesi çığlık çığlığadır içinizde. Ateş düştüğü yeri yakar ve bir serçe olsun, gagasıyla bir damla su getirmez yangını söndürmeye...

İskender Pala, bu defa pek bilinmeyen bir özelliğiyle ‘asker kimliğiyle’ karşımızda. Usta yazar, 12 Eylül’ün hemen ardından başlayıp 28 Şubat sürecinde YAŞ kararıyla son bulan Deniz Kuvvetleri’ndeki 15 yılın hikâyesini içeriden okuma fırsatı veriyor.”

Yazar acı günleri hatırlamanın insana tekrar acı verdiğini söylüyor ve ekliyor: “Buna rağmen vaktiyle unutmayı çok zor başardığım o günleri şimdi yeniden hatırlamanın acısını yaşamaya cesaret etmem, sırf tarihe belge bırakma ve belki o savrulmuş insanların hâlâ aramızda yaşadıklarına dikkat çekebilme amacına yöneliktir ve bu yüzden yazdıklarımın tamamı katıksız hakikattir.”

Ben kitabı okudum ve üstünde çok düşündüm. Sanırım bu şekilde okuyup yorum yapanların sayısı da az değil ülkede. Önceki gün Radikal gazetesinin kitap ekinde “en çok satan”ların başında İki Darbe Arasında vardı. Demek ki çok okunuyor ve ilgi görüyor, bu çok açık. Öyle olmalı. Yapılan hatalar kimsenin yanına kâr kalmamalı ve soğukkanlı bir şekilde yeniden durumlar değerlendirilmeli, gerçek ve doğru hükümler hukuka uygun şekilde yeniden verilmelidir. Şunu da belirtmek istiyorum ki Pala’nın daha önceki kitaplarını gönül rahatlığı içinde tanıtan bazı “tatlı su yazarları” bu kitabı duymayacak, görmeyecek, işitmeyecek ve tabiî ki bu acılı hâtıralardan hiç bahsetmeyecektir. Olsun. Bazı gözler görmek istemese de hakikatler âyân beyân ortadadır ve İki Darbe Arasında, Türkiye gerçeklerini âşikâr ve cesur bir şekilde dile getirdiği için de hiçbir zaman unutulmayacak önemli bir kitap olarak kütüphanelerdeki yerini alacaktır. Bu arada yazarımızın, kendi dünya görüşüne yakın kişi, grup ve kurumlara yönelttiği eleştiriler de son derece önemlidir ve bu haklı tenkitler üzerinde de özenle durulmalıdır.

Ülkemizde felâket tellalları çok. Ama ben bütün dayatmacılara, statükoculara ve despotlara rağmen Türkiye’nin iyiye, hatta çok iyiye doğru gittiğini düşünüyorum. Her konuda olduğu gibi demokrasiye dâir, ülke gerçekleri hakkında çok konuşuluyor, yazılıyor ve hakikati bulma yolunda ciddî bir çaba harcanıyor. Naif edebiyatçılarımızın zarif kalemiyle yakın tarihimizi, en doğru şekilde gündeme getireceğine, bugünkü ve gelecekteki nesilleri en iyi biçimde aydınlatacaklarına inanıyorum. Bu bakımdan İki Darbe Arasında’yı sivil-asker herkese, duygusu, kaygısı ve sızısı olan herkese tavsiye ediyorum. Çünkü tozlar halı altına atılarak yok olmuyor, aksine orada daha da artıyor ve herkesi rahatsız ediyor. Hastalıklar da görmezlikten gelinerek şifa bulmuyor. Hiç kimse devekuşu gibi kafasını kumun altına sokup meselelerden kurtulduğunu sanmasın. Açık, berrak, temiz ve doğru bakışların, olayları sağduyulu ve serinkanlı bir şekilde değerlendirişin Türkiye’nin altın ve şeffaf dönemine çok katkı sağlayacağını düşünüyorum.

Hayatının belki de en önemli hâtıralarını kaleme alarak bir döneme ışık tutan İskender Pala’yı ve bu değerli eseri yayımlayarak düşünce ve kültür hayatımıza katkı sağlayan Kapı Yayınları’nın yöneticilerini kutluyorum.

RÜYANIZ HAYROLSUNINCEPTION

Christopher Nolan sürekli kendisini yenileyen ve geliştiren bir yönetmen. Prestij'den sonra Batman serisi ve malum serinin ikinci filmi The Dark Knight, Nolan'ın zirve yaptığı yerdi. Durum böyleyken, izleyici ve yorumcular arasında yönetmenden yeni bir şaheser beklememek üzerine gizli bir anlaşma yapıldı sanki. Bu çok sevdiğimiz bir yönetmene karşı "yaratıcılığını nadasa bırakabilmesi" için tanınmış bir tür ayrıcalıktı. Oysa Nolan hepimizin ezberini bozacak bir sürpriz yaptı ve yılın en iyi filmi ile tüm yaptıklarını sollayacak bir bilim kurgu destanı yazdı.

Inception'da, Nolan'ın The Dark Knight'ta uyguladığı politikanın bir nebze daha yoğunlaştırılmış halini görmek mümkün. Hans Zimmer'in hazırladığı ses kuşağının verdiği gerilim hissiyle bir şehrin ya da bilinçaltının nasıl kurulduğunu görüyoruz. Bu nedenle filmi "hepsi bir rüya" klişesi ile suçlamak yersiz oluyor. Çünkü film tamamen rüyalarımız üzerine bir film. Ki bu rüyaların nasıl iç içe geçtiğini, birbirine dolandığını ve hepimizin aynı rüyayı görsek bile kişisel bir parçamızın mutlak kaldığını film boyunca izliyoruz. Nolan her zamanki gibi bir klişeyi alıyor, onu evirip çeviriyor ve sahip olduğu kalın hatlar ile süsleri çıkarıp klişenin sahip olduğu gerçeği açığa çıkarıyor.

The Dark City ile Minority Report'un özel bir karışımını bulabileceğimiz Inception, uzay operalarından ziyade insan zihninin karanlık labirentlerinde geçen Philip K. Dick tadındaki bilim kurgulardan hoşlananlara ayrı bir keyif sunuyor. Akıl dışında kalan ve hepimizi ürküten bilinçaltını, yalnız karanlık yönleri ile değil, ortaya çıkartılmayı bekleyen diğer anlatı olanakları ile ele alan Nolan, insan zihnini aksiyon dolu bir mahşer alanı olarak yeniden yorumluyor. Bu kaygan zeminde kesinleşmiş sabitliklere ulaşmak mümkün değil, bu nedenle sürekli yer değiştiren bir oyun planı kuruluyor ve her değişen oyun da bambaşka bir aksiyona gebe. Daha afişinde bize satranç taşlarını hatırlatan oyuncuların dizimi boşuna değil. Film boyunca akıllıca dizayn edilmiş dönüşümlere tanıklık ederken, onun son derece sofistike bir aksiyonla yaptığı dansı izliyorsunuz. Green screen ekranından çıkan efekt yüklü görüntüler dışında herhangi bir albenisi olmayan filmler içinde Inception bu yılın değil, Matrix sonrası bilim kurgu-aksiyon sinemasının en zekice örneğini oluşturuyor.

Ocean's Eleven tarzı bir ekip toplama ve bir casusluk öyküsü izlediğimiz Inception yalnızca sahip olduğu estetik aksiyonla sınırlı değil. Yüzeyde takip ettiğimiz bu "görevimiz tehlike" öyküsüne, Cobb karakteri vasıtası ile trajik bir aşk hikayesi de eşlik ediyor. Zihnin bu karanlık tarafı, Nolan'a göre yalnız kaotik bir mahal değil, aynı zamanda anılarla örülmüş bir tür hapishane işlevi de görüyor. Daha önce yanlış anlaşılmaların ne denli bilinçli olduğunu izlediğimiz Memento ve anıların bir rekabet alanına dönüştüğü Prestij'de benliğin sınırlarını sorgulayan Nolan, bu kez ikisini sentezleyerek hafızanın paradokslarını ortaya koyuyor. Film boyunca labirentlerin ve paradoksların oynadığı role bu nedenle dikkat etmek gerekiyor.

Michael Mann tarzı bir öykü anlatıcısı olan Nolan, Inception'da bir ustasına daha saygı duruyor. Filmin Hitchcockvari bir tada sahip olduğunu görünce, Nolan'ın neden bu kadar iyi bir yönetmen olduğunu bir kez daha anlıyoruz. Nolan klasik anlatı sinemasının olanaklarını avangardla birleştiren ve çok özel bir harmana sahip olan yöntemini Inception'da mükemmelleştiriyor. Nolan da ustası Hitchcock gibi entelektüel kapasitesi oldukça gelişkin, ama bir o kadar da kolay izlenebilir bir sentez çıkarıyor. Meta-sinemanın hala hayatta olduğunu duyuruyor.

Oyunculuklara gelince yönetmenin usta işi bir kast çalışmasına imza attığını söyleyebiliriz. Leonardo DiCaprio’nun Shutter Island'dakine benzer bir rolle karşımıza çıkması tatlı bir tesadüf. Ellen Page her zamanki gibi çok iyi. Bununla birlikte Nolan bildiğimiz bir ismin çok özel yeteneğini keşfediyor. Joseph Gordon-Levitt kendisine olan güveni boşa çıkarmıyor ve filmi DiCaprio ile birlikte taşıyor.

Nolan, Inception ile çoktan kazandığı sinemasal yetkeyi şık bir çerçeve ile sinema salonlarına asıyor. Kaçırılmaması gereken bu film, aynı gün içinde bir kez daha izlemek isteyeceğiniz ender bir film keyfi yaşatıyor.

Online dergiler Online dergiler