Kültür-Sanat Editörü

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

 

Dört yıllık üniversite hayatına kaç hayal, kaç gerçek sığar? Kaç insan tanınır; kaçı dost hanesine yazılır? Dört yılın ne kadarı hatırlanır, dört yıldan geriye ne kalır? "Hesaplayan adamlar" olarak, ortalama bir öğrencinin İstanbul-Moskova mesafesince yol yürüdüğünü, ağırlığının 2-3 katı makarna yediğini, ölümünün radyasyondan olacağını ve Holosko artı bir miktar para harcadığını gördük; karşılarınızda rakamlarla bir üniversitelinin hayatı.

*

Yönetmen: Said Doğrul

Görüntü Yönetmeni: Musa Kama

Montaj: Ahmet Gündoğan

Yapımcı: Özgür Sürmeli

Sanat Yönetmeni: Cihad Şaylan

Teknik Danışman: Oğuz Uysal

*

Oyuncular:

Said Doğrul / Musa Kama / Buket Abanoz / Cihad Şaylan / Enes Bayraktar / Serdar Okumuş / Efecan Yıldırır / Utku Uçar / Mihrican Can / Ömer Faruk Özütemiz / Fatmanur Aktaş / Ecren Ermiş / Mustafa Taşkın / Ahmet Kaynar / Hazna Çakar / Hamza Aydın / Erge Yağdereli / Zehra Gürel / Tuğçe Funda Korkmaz / Emin Gülaçtı / Mücahit Acar / Hüseyin Yalçınkaya / Burak Başel / Osman 'Titiz'

 

 

A TAKIMI: BENZER BİR TAKIM NEDENLERLE…

Çocukluğumuza ait bir televizyon dizisi olan A-Takımı'nın sinema filmi olarak yeniden karşımıza çıkacağını duyduğumuz anda tüm önyargılarımız boca etti; belki eski güzel günlerin anısını korumak için bir savunma mekanizmasıyla, belki de iyiden iyiye yeniden çevrimlere gömülmüş ve yeni bir hikaye çıkartmaktan aciz Hollywood sinemasından duyduğumuz sıkıntıyla... Çoğu kişi merakla beklese de, bir o kadarı filme karşı soğuk ve heyecansız. A- Takımı'ndan B türü bir film bekleyenlerin sayısı hiç de az değil.

 

Yönetmenliğini Joe Carnahan'ın üstlendiği A-Takımı, filme büyük umut bağlayan dizi fanlarını belki tam anlamıyla mutlu edemiyor, ama kendisinden hayal kırıklığı bekleyen izleyicinin kuşkularını da boşa çıkarıyor. Bu anlamda film tam ortada bir yerde duruyor. 80’li yılların popüler kültür ürünü A-Takımı’nın Singleton’un filminde ruhunu kaybetmek şöyle dursun, sahip olduğu aksiyon ve çılgın planlarla yeniden hayat kazandığı görülüyor.

 

Filmin eski A-Takımı’nın "gusto”suna ihanet etmemesi aslında oldukça başarılı bir kasting çalışmasının ürünü. 2000 yılından bu yana çekilmesi planlanan, Bruce Willis’den Ice Cube’e, Woody Harrelson’dan Ryan Reynolds’a dek bir çok kişinin isminin elendiği film, deneyimli oyuncularla yıldızı yeni parlayanları bir araya getiren bir ekonomi çalışması. Albay Hannibal Smith, Face Peck, Mad Murdock ve Baracus için yapılmış oyuncu seçimlerinin hedefi kaçırmadığını görebiliyoruz. Bir aksiyon yıldızı olarak Taken’daki performasını izledikten sonra Liam Neeson için Hannibal Smith’in çekirdek nohut kalacağını zaten biliyorduk, ancak filmdeki en önemli çıkış çılgın pilot Murdock’u canlandıran Sharlto Copley’a ait oluyor. Eski dizinin de en önemli itici güçlerinden biri olan bu karakter film için de can alıcı bir seçim noktası, ki Copley en doğru tercihin yapıldığını izleyicilere kanıtlıyor. Daha önce District 9’da izleme şansı yakaladığımız Güney Afrikalı oyuncu, bukelamun gibi değiştirdiği aksanı ile ileride hep izlemek isteyeceğimiz isimlerin arasına girmiş bulunuyor.

Bütün bunlarla birlikte film, Irak Savaşı’na dair kendince bir yorum da getiriyor. Filmin politik duruşu, savaş cephesine ya da Irak halkına getirilen doğrudan bir yaklaşımdan değil, ordunun içindeki kaynayan kazanlara dair spekülasyonlardan oluşuyor. Irak işgali sırasında tüm dünya tarafından tartışılan paralı özel güvenlik güçleri, filmin dert edindiği bölünmenin gerçek faillerini oluşturuyor. Hepimiz birimiz mantığı ile ilerleyen, kardeşlik ve takım ruhuna sahip Amerikan ordusunun içinde bir ur gibi büyüyen ve kalleşçe işlere imza atan bu grup, gerçek kahramanların yaptıklarının değerini düşürüyor. Savaş sırasında işlenmiş günahları bu birliklere atma çabası, tüm işgalin baştan sona bir günah olduğunu gizlemeye yetiyor mu? Bunun kararı elbette izleyiciye ait.

Erkek dostluğunu en uç noktaya taşıyan, “en büyük komondo bizim komondo” naraları atan bu yapım, ritim ve aksiyonunun yanı sıra eski TV dizisinin neşesine de sahip. Şayet içerdiği kaba ideolojiyi görmezden gelecek ve sırf eğlenmek için bir neşriyata yönelecekseniz, bu takım size göre olabilir. 

 

 

Barıs Emre 

2012: HAKKINDA YORUM YAPMAK İÇİN 3 YIL BEKLENMESİ GEREKEN FİLM

 

   Hollywood sinemasının ABD'nin stratejik planlarına göre, kamuoyunu belirli gelişmelere hazırladığı bilinmekte. Barack Obama'nın kazandığı zaferin ardında bile, yıllardan beri Afro-Amerikan imajın değişmesinde etkin olan Hollywood'un yer aldığı söyleniyor. Bu açıdan bakıldığında, felaket filmi sevdalısı Roland Emmerich'in son filmi 2012, değişen dünya dengelerini hesaba katarak bizi bambaşka bir gelişmeye hazırlıyor.

    Çevresel duyarlılığı spekülasyonların ötesine geçmeyen Roland Emmerich, The Day After Tomorrow'un ardından bir kez daha dünyanın sonunu getirmekte. Yarından Sonra filminin başarısını senarist Jeffrey Nachmanoff'a borçlu olan Roland Emmerich 2012'de, komplo teorilerinin kehanetlere karıştığı, onların da bilimsel olarak temellendirilmeye çalışıldığı bir mucize senaryosu yaratıyor.

    Filmin fragmanlarında adı geçen Maya takvimine aldanıp gidenlerin tam bir sukut-u hayal yaşayacakları 2012, dünyanın miadını doldurması ile başlayan kıyamet zincirini konu ediniyor. Tam da bu noktada Emmerich, Apocalypse öyküsünü parçalara ayırıyor ve yine her zaman yaptığı gibi geniş bir yelpazeden ele alıyor. Parçalanmış ailelerin yeniden birleşme hikayesinden, hayli banal bir aşk öyküsüne, politik entrikalardan İncil eğretilemelerine değin, film neredeyse tüm Hollywood      formüllerini zaptu rapt etmekte. Bu da aslında filmin en önemli zaafınıoluşturuyor: Öyküleri 120 dakika içinde bir araya getiremeyen Emmerich, filmini 3 saate yakın bir zamanda ancak toparlayabiliyor. Üç saat boyunca kıyamete tanık olmanın da hayli yorucu olduğu söylenebilir. Filmin sonu gelmedikçe, dünyanın sonunun gelmesini iple çeker hale geliyorsunuz.

     Birbirini seven ama ayrılmış karı koca, kendini feda eden başkan, onun haysiyetsiz yardımcısı, gerçekleri gören paranoid hippi gibi klişe karakterlerle hikayesini döndürmeye çalışan Emmerich'in filmini izlenir kılan, (aslında herkesin izlemek istediği) gerçeğe hayli yakın duran kıyamet görüntüleri. Gerçekten de tam bir özel efekt harikası olan bu görüntülerin felaketten alınan o mazoşistçe zevki doruklarına çıkaracağı gayet açık. 2012'nin  “felaket pornosu” olarak tanımlanmasının sebebi de bu olsa gerek.

     Ancak felaket simülasyonunun baş döndürücü etkisinin yalnızca ilk yarı ile sınırlı olduğunu da söylemekte yarar var. 2012 uzadıkça nefes almadan devam eden aksiyon, bir tür vertigoya sebebiyet verebiliyor. Bunun ötesinde yanardağ patlamasından külüstür bir karavanla, 10.2'lik depremlerden koşarak kaçabilen baş kahramanlar, filmin dayanağı olan özel efektleri işlemez kılıyor. Filmi izlerken, "hadi oradan" nidaları gayr-ı ihtiyari olarak ardı ardına yükseliyor.

     Mucize kabilinden yaşanan son an kurtuluşları ve özel efekt bombardımanı ile işleyen filmde, ilgi çekici tek bir nokta var: O da kıyamet sonrasında insan ırkını devam ettirecek olan seçkinlerin seçimi. Emmerich'e göre genetik ve IQ seviyesine bakılarak yapılan bir seçimde sorun yok, (ilginçtir, Hitler de böyle demiyor muydu?) ; ancak işin içine para girdi mi etik olarak sakıncalı bir durum doğuyor. Hele ki bu paranın Araplar tarafından gelmesi, herkesin yüzünü bir anda buruşturuyor. Emmerich gerçekten de tam bir hümanist (!) olduğunu kanıtlıyor: Hepimiz kardeşiz, ama müslümanlar hariç...

     2012'nin sonunda çıkarılan yeni dünya haritasında ise, Emmerich'in gerçekte ne söylemek istediği saklı. Nuh'un gemisi cesur yeni dünyanın başlayacağı yere doğru ilerlerken, bugün dünyayı kontrol altında tutanların şimdi gözüne nereyi kestirdikleri belli oluyor.

“İMKÂNSIZI ELE; GERİYE GERÇEKLER KALIR”

Polisiye edebiyatın ortaya çıkışının modern zamanlara denk gelmesi bir rastlantı değildir. İlahi olanın yerine aklı yerleştiren ve metafizik olan ne varsa dünyevileştiren moderniteye koşut olarak, polisiye edebiyat da aklın tüm gizemleri çözebileceğini öngörür. Bunun en iyi örneğini hiç şüphesiz Arthur Conan Doyle’un yarattığı dünyanın en ünlü dedektifi Sherlock Holmes verir.

Soğuk aklın cisimleşmiş hali gibi duran Sherlock Holmes, en çetrefilli olayları, çözülmez gibi görünen labirentleri ayrıntıları fark etmedeki üstün yeteneği ile serimler ve bilinemez olana açıklık kazandırır.Aklının yanında iletişim yeteneklerinin fazla gelişmemiş olması, toplumsal yaşama karşı mesafesi, elitist tarzı, aşırı titizliği ve katı mantıkçılığı onu benzerlerinden ayırır. Bir bakıma Sherlock Holmes bu özellikleri ile o dönemin İngiliz kent soylusunun izlerini taşır. Arthur Conan Doyle’un “Sir” ilan edilmesi de böylelikle açıklık kazanır.

Bu açıklamaları yapmaya gereksinim duymamızın sebebi, aslında herkesin çok iyi tanıdığı bu dedektifin temel özelliklerini yeniden hatırlatmak. Guy Ritchie’nin Sherlock Holmes filmini bir de bu bilgiler ışığında izlemek. Çünkü Guy Ritchie’nin Sherlock Holmes’u, ünlü dedektifin camera obscura’ya konulmuş hali gibi: Baş aşağı duran bir Sherlock Holmes karşımızdaki. Arthur Conan Doyle’un yarattığı dedektifin karşıt özelliklerini taşıyan korkunç bir ikiz kardeş gibi duran Ritchie’nin Sherlock Holmes’unun isim dışında ana karakterle herhangi bir ortak özelliği yok.

O nedenle Ritchie’nin neden bir Sherlock Holmes filmi çektiği gerçekten tam bir gizem olarak kalıyor. Robert Downey Jr.’ın Cehennem Silahı’ndan çıkmış gibi duran dedektif tiplemesinin Holmes ile uzaktan yakından alakası yok. Doyle’un karakterinin bir anti tezi söz konusu olan: Dağınık, pasaklı, serseri ruhlu, kavgacı, düzensiz bir alkolik olarak karşımıza çıkan Sherlock Holmes, mevcut karakterden çok, Tony Stark’ın izlerini taşıyor.

Tek bir şiddet sahnesine rastlamadığımız orijinal Sherlock Holmes hikayelerini hiç okumadığını düşündüren Guy Ritchie, yarattığı karakteri Dövüş Klübü’nün ortasına yerleştiriyor. Deyim yerindeyse avamdan olabildiğince kaçan alaycı Sherlock Holmes’un alt sınıf eğlencelerinin düşkünü bir kumarbaz olduğunu gördüğümüzde, artık izlediğimizin bir Sherlock Holmes filmi olmadığından emin oluyoruz. Rush Hours, Lethal Weapon gibi filmleri hatırlatan Sherlock Holmes, gerçek bir kafadar filmi olarak da niyetini belli ediyor.  

Dr. Watson karakterine olması gerektiğinden daha fazla karizma biçen Ritchie, herkese ulaşmaya çalışan beceriksiz bir politikacı gibi, hedef kitlesini genişlettikçe genişletiyor.

 13 yaş grubunu tatmin edecek bir eğlence vaat eden Sherlock Holmes, iki erkek arasındaki ilişkiye dair homoerotik çağrışımları ile eşcinsel kitleye de sesleniyor. Yönetmenin yaptığı işinden ne kadar emin olduğunu da bu tavrından anlayabiliyoruz.  

Bizi yeni bir Sherlock Holmes filminin beklediğini gözümüze sokan Ritchie’nin bu ismi satacak bir markaolarak kullandığı gayet açık. Ritchie’nin bir sonraki filmde Sherlock Holmes’un eline Hattori Hanzo kılıcı verdiğini görürseniz, şaşırmayın.

 

Ancak ilkinde tongaya düşürdüğü izleyicinin ikinci kez aynı tuzağa takılabileceğini düşünmesi, Ritchie’nin Sherlock Holmes’un zekâsına yaptığı en büyük hakaret oluyor…

 

Paylaş

DELİLİK İLE SİNEMA TARİHİ BULUŞUNCA:

Shutter Island

Kara film denilince birçoğumuzun aklına baştan çıkaran femme fatale'ler, yoldan çıkmış iktidarsız erkekler ve onlara eşlik eden meşum mekanlar gelir. Dışavurumcu aydınlatma gibi çeşitli sinemasal yöntemlerle basit polisiyeler olmaktan fazlasıyla uzaklaşan kara filmlerin belki de en önemli özelliği yarattığı çıkışsızlık duygusundadır. Kime güveneceğimizi bilemediğimiz bu tekinsiz ortamda, ana karakterimizin düşüşüne ortaklık ederiz. Suç filmlerinin yaşayan efsane yönetmeni Martin Scorsese, Dennis Lehane'ın romanından uyarladığı Shutter Island'da bizi 40’lı yılların kara film evrenine geri döndürüyor; görsel üsluptan ziyade bir his, bir öz olarak başrolü oynuyor kara film.

Aslında daha en başından beri neyin ne olduğunu tahmin etmekte zorluk çekmiyoruz. Fight Club'tan bu yana izleme alışkanlıkları değişen, oyun mantığında işleyen filmlere alışkın olan seyirci için Shutter Island'ın gizemini çözmek zor değil. Ama bunun için yönetmeni suçlamak ne kadar doğru, bilinmez. Sonuçta bir roman uyarlaması olan Shutter Island'ın bilindik öyküsü için Martin Scorsese'ye kızmak oldukça yersiz. Aksine, böylesi alışılmış bir öyküyü, 2 buçuk saate yakın bir sürede hiç sıkılmadan izleyebileceğimiz bir filme dönüştürmüş olduğu için Scorsese'ye ve bugüne kadarki en iyi oyunculuk performansını gösteren DiCaprio'ya müteşekkir kalmamız gerekiyor. Yeri gelmişken, Leonardo bu kez çok iyi bir oyuncu olduğunu kanıtlıyor. Neredeyse tüm filmi omuzlarında taşıyor ve bunun altında ezilmediğini her daim hissettiriyor.

Michel Foucault'nun Deliliğin Tarihi adlı ünlü çalışmasından izler taşıyan Shutter Island'da, akıl hastalığına bakışın evrimini yalnızca diyaloglarla değil, aynı zamanda görsel olarak da anlatmayı başarıyor Martin Scorsese. Şiddet suçu işlemiş akıl hastalarını gayet modern yöntemlerle tedavi etme yüce gönüllüğüne sahip bu özel hastanede, Rachel Solando isimli bir kadın hasta kayboluyor. Dedektif Ted Daniels ve ortağı Chuck Aule'ın hastanedekilerle karşılaşmasındaki tuhaflığı tabii hemen hissediyoruz. Bundan sonrasında ise Scorsese tam anlamıyla yönetmenliğini döktürüyor. Ted Daniels'ın gel-gitleri ile beslenen, geriye dönüşler ve şimdiki zaman arasında gezinen film, bulmacasını yavaş yavaş, hiç acele etmeden örüyor.

“Kim yaptı” tarzı dedektiflik hikayelerinden, 40'ların film noir’ına ve özellikle Henri-George Clouzot filmlerine meyleden Scorsese, arada kendi filmografisine uğramayı da ihmal etmiyor. Taxi Driver'ın Travis Bickle'ı ile Ted Daniels’ın gördüğü bir düş esnasında karşılaşıyor, akıl hastanesinin koridorlarında dolaşırken Mean Streets'in arka sokaklarındaymış hissine kapılıyoruz. Gerçek bir sinema aşığı olan ve film sanatına tutkusunu hiç yitirmeyen Martin Scorsese, Shutter Island'da kendi kökenlerine dönüyor ve inşa ettiği muazzam suç sinemasının kaynaklarını izleyici ile paylaşıyor. Böylelikle Shutter Island, kendi öyküsünü aşarak sinema hakkında konuşan, izleyici ile bu şekilde diyaloga geçen ortak bir deneyim alanına dönüşüyor.

Öykü olarak John Fowles'ın Büyücü’sünden, ruh olarak da Edgar Allan Poe'nun yazılmış en tuhaf akıl hastanesi öyküsünden (Dr. Katran ve Profesör Telek’in Sistemi) izler taşıyan Shutter Island, hafıza, bilinç ve gerçeklik kavramlarını kendi oyununu kurmak için yüzeysel malzemeler haline getiren filmlere inat, modernist bir tavır benimsiyor. Olay örgüsünün gelişimi Identity gibi filmlerle eş tutulabilecekse de, bu tavır onu benzerlerinin önüne geçiriyor. Shutter Island uzun süredir sinemada unuttuğumuz bir değeri bize yeniden hatırlatıyor: Kendi anlatısını ciddiye almayı ve izleyicisine bu anlamda saygı göstermeyi. Shutter Island, iyi bir filmin nasıl olduğu konusunda hafızamızı tazeliyor.

Pandora'dan Bu Kez Düş Gücü Fışkırıyor: AVATAR

 İyi bir öykü anlatıcısı olmasının yanı sıra teknik ilerlemeleri izleyen bir bilim adamının analitik öngörüsüne de sahip olan James Cameron, belki de şimdiye kadar yaptığı en titiz çalışmayı bizimle paylaştı. Avatar,  en ileri motion capture tekniği ile yaratılmış bir şaheser olmakla kalmayıp 3D'nin simülatif hazzını doruklarına taşımasıyla da teknolojik bir mucize olmayı başardı. Avatar gerçek izlenimi yaratan sinemanın ulaştığı en son nokta. Bir ülkeyi döndürebilecek kadar büyük bir bütçeye sahip olan filmin maliyeti neredeyse her karesine yansımış. Zemeckis'in yıllar boyunca uğraşıp da bir türlü istediği kıvama getiremediği bu dijital ortam, Avatar'da mükemmellik seviyesine ulaşmış. Her karesinde hayal gücünün fışkırdığı o muhteşem Pandora gezegeni, sizi rüyalarınızda görebileceğiniz harika bir lunaparkın orta yerinde bırakacak. Bir bakıma Avatar,  Hollywood'un bir süredir yitirmiş olduğu eski işlevine geri dönüş sinyalleri de vermekte: Onun ne denli güçlü bir rüya fabrikası olduğunu Cameron sayesinde yeniden hatırlıyoruz.

Avatar'ın teknik özellikleri onun ayrılmaz bir parçası, gücünün en önemli bileşenlerinden biri. Bu nedenle mümkünse 3D izlemenizde fayda var. Ancak onun gücünün tamamını teknik başarısına bağışlamak filme haksızlık olur. Avatar'ın  hologramlarla bizi oyalayıp öyküyü es geçtiğine dair batıl bir inanç kol geziyor. Elbette ki Avatar, "bir film izledim, hayatım değişti" tarzındaki beklentileri yerine getiremeyecek. (Getirmesi de biraz tuhaf olmaz mıydı?) Tekniği kadar yepyeni bir öykü hayal edenler de belki beklediklerini bulamayacak. (Benzer temalarda gezinen District 9 yaratıcılık konusunda onun bir adım önünde.) Avatar'da anlatılanları daha önce izlediklerini, onun bilim kurguya bulanmış bir Kurtlarla Dans olduğunu söyleyenler de olacak, ki bu da yanlış değil. Ama şunu unutmamalıyız ki, karşımızdaki James Cameron. Hani dünyanın en trajik ama en bilindik öykülerinden biri olan Titanik'i şimdiye kadar en iyi anlatan yönetmen.

Bilindik öykülerin ne olduğundan çok nasıl anlatılması gerektiğinin önemini gösteren ve bu nedenle de yukarıdaki şikayetleri geçersiz kılan bu sinema adamı, bize bir taraftan geleceğin sinemasının ne olacağını gösteriyor, diğer taraftan da üç boyutlu oyuncakların tek başına bir film için yeterli olmayacağını kanıtlıyor. Cameron Avatar'da neredeyse Tolkien'in Orta Dünya'sından bu yana kurulmuş, en özgün kurmaca evrenlerden biri ile baş başa bırakıyor bizi. Kendimizi bu sihirli gezegende yaşayan Elfler kadar güzel bir kabile olan Na’viler'in yanı başında buluveriyoruz. Doğa ile iç içe hatta onunla bir bütün olarak yaşayan bu kabile ilk bakışta Amerikan yerlilerin bir yeniden sunumu gibi görülüyor. Ancak insanların onları evcilleştirmek için kullandığı yöntemlere ya da dil ve kültürlerine daha yakından baktığımızda, bu vahşi doğa adamlarının ABD'nin kuruluşundan  bu yana acı çektirdiği ve yok ettiği tüm ezilen halkların bir temsili olduğunu hemen anlayıveriyoruz. Uygarlığın son aşamasına geçip de uçurumun kenarında sallanan insanlığın onlara katabileceği herhangi bir değerin olmadığını görünce aklımıza ister istemez Amerika'nın getirmek istediği demokrasiye direnen yakın tarihin örnekleri geliyor. Gezegene insanların taktıkları isim olan Pandora (Na'viler için o kendilerine hayat veren canlı bir varlık), filmin anahtarı aslında. Dünyanın büyüsünü bozan ve onu bir nesneye indirgeyerek yok eden modern insan bu kez baltayı taşa vuruyor; Pandora'nın kutusu bu kez açılamıyor.  Irak Savaşı’na yönelik güçlü referanslar da içeren Avatar, bu yönüyle Cameron’un yalnız teknik açıdan değil, içerik olarak da en ileri gittiği filmi oluyor. Hollywood'un kalbinden bu kadar anti emperyalist söyleme sahip bir filmi de ancak Cameron yapabilirdi.

Barışçıl mesajları  ile birlikte, çevreci duyarlılığında da samimi olduğu hissedilen Avatar, kanımca Kurtlarla Dans'tan çok Prenses Mononoke'ye daha yakın. Belki onun kadar içe işleyen bir şiirselliğe sahip değil, ama inanın en az onun kadar renkli ve etkileyici.

Bize sorarsanız, "bu filmi daha önce görmüştük" diyenlere kulak asmayın ve kendinize bir iyilik yapın. Hollywood'un ileride müteşekkir kalacağı Cameron'un Avatar'ını mutlaka izleyin. Pandora'ya yapacağınız yolculuk için bile buna değer.

Online dergiler Online dergiler