İskele Editörü

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

iNANÇLARIMIZ VE iSTEKLERiMiZ KiME AiT?

Rüyalar bilinçaltının hortlamasıdır. Gerçek değillerdir ancak gerçekle ilişkili ve gerçek kadar etkilidirler. Dolayısıyla gücü rüyalara bıraktığımızda bize bile boyun eğdirirler.

Geçen gün Inception (Başlangıç) filmini izledim. Kendi dünyası olan, Matrix’ in pabucunu dama attıracak bir bilim kurgu. Hani rüya içinde rüya görüyoruz da; filmde o rüyaların içinde üçüncü bir rüya oluşturuyorlar. Yani saf bilinçaltında çalışıyorlar. Esas adamımızın esas görevi; rüyasında bilinçaltına indiği kişinin bir konuyla ilgili bir fikrini değiştirmek, yapmak istemediği bir şeyi yapmak istediğini düşündürtmek, sonuçta kendi istediğini yaptırtmak. Aslında bir nevi beyin yıkama-yağlama operasyonu.

Peki, günümüz dünyasında biz fark etmeden fikrimizin değiştirilmesi mümkün müdür, müdür?

Akşamın bir vakti televizyonda bir hafta beklediğimiz o muhteşem diziyi izliyoruz. Aha! Yine reklamlar... o da ne? Yemyeşil Antep fıstıkları üzerine erimiş çikolata dökülüyor, kalıp haline geliyor. Alımlı bir hatun kıt diye o çikolatayı özendire özendire yiyor. Akşamın bir vakti miydi?

-       Bakkala doğru yollan güzelim! O çikolatayı almadan eve gelme.

Otobüs durağında oturuyoruz. Yanımıza bir çocuk geliyor, elinde kola kutusu var. Tık diye açıyor kutuyu, fıst diye ses geliyor, lıkır lıkır içiyor. Çok susamışız o an fark ettik.

-       Otobüs kaçarsa kaçsın, sonrakini beklersin. Karşıya geçip marketten derhal bir kutu kola almalısın.

Kitapçıları arşınlarken bir kitap tanıtımına denk geldik. Kitabın içeriği ilgimizi çekti. Fakat? Fakat yazarı çevremiz tarafından hoş karşılanmayan biri. Yazarla aynı çirkin yaftayı yeme ihtimalimiz var.

-       Bırak çocuuum o kitabı, sana kitap mı yok. Hadi gel, başka kitap seçelim.

Bu örnekler devam ettirilerek kocaman bir liste oluşturulabilir. Ancak ben ne demek istediğimi anlatabildim sanıyorum. Görüldüğü gibi, dış güçler tarafından ya zihnimizde farkındalık oluşturuluyor ya aslında hiç ihtiyacımız olmayan şeyleri istiyoruz ya da istemediğimiz şeyleri yapıyoruz. Yani aslında hiç de öööyle kuşlar gibi özgür değiliz. Etkileşim içinde bulunduğumuz çevre faktörünün boyunduruğu altında, her daim koşullanmaktayız. Ne garip ki bunu fark etmiyoruz. Belki de bu yüzden amaçları teğet geçip hep araçlara aşık oluyoruz.

Ortada traji- komik bir soru var: neden insanlar kendi fikirlerine, duygularına, yargılarına güvenmez de hep karşısındakinden onay bekler, “ona göre” yi merak eder? Bilimsel makaleler bile insanların gözünü alıntılarla doyurduysanız eğer tatmin edici oluyor. Aksi halde dayanağınız yok deniyor. Dayanak yazan kişi olunca nedense kimse güvenmiyor. Neyse, madem böyle kötü alışkanlıklarımız var, en azından muhataplarımızı elekten geçirelim ama dimi?

Yapılan bir reklamın amacı ürünü satmaktır. Sen ister sev, ister sevme ürünü alman için elinden geleni yapar reklamcık. Ve bize gelince… Karşımızdakinin elindeki hep bizim elimizdekinden güzeldir. Özenme sanıyorum, çocukluktan miras bize. Wonderful World filmininde geçen bir Senegal atasözü şöyle: “Sende olmayan her şey bir hazinedir.”

Toplum ve tabu iki uyumlu kelime, bir araya geldiklerinde toplum tabuları oluşuyor. Toplum tabuları, farklı olan her şeyi eylemlerine kurban veren bir terör örgütü, her toplum tabusu birer terörist. Aklımızın temelleri sağlamsa eğer, farklı fikirleri okumak, anlamak kendi fikirlerimize birer kıvrım daha katar, zenginleştirir. Toplum tabularına maruz kalmış olanlar bunu bilmiyorlar. Toplum tabuları da koşullanmayla kazanılır, amman dikkat!

Tabii şimdi kendi fikirlerimize önem vermediğimizden hep başkalarına kanıyoruz sanmayalım. Çünkü bize ait olan ve belki de önem vermediğimiz fikirlere de kolay kanarız. Bu durum traji-komikliğin yanı sıra bir bilim-kurgu ruhu da taşır. J.P Sartre Bulantı’sında der ki; “Kişinin yalan söyleyip kendisini aldatmasına bayılıyorum doğrusu.” Şöyle ki;

Kendimize bir yalan söyleriz; “bu gece harika görünüyorum.-kendini beğenmiş-“. Sonra beynimiz buna inanır. Özgüven patlamasıyla göğsümüzü gere gere iş görüşmesine katılırız. Gecenin sonunda fark ederiz üzerimizdeki elbisenin bir yerinin yırtık olduğunu. Patlağı fark etseydik rezilliği yaşardık. O kadar inanmıştık ki mükemmeliyetimize,rezalet yanımıza yaklaşamazdı. O yüzdendi görüşmede iş anlaşmasını başarıyla yapmamız. Aklımız patlak sorunuyla ilgilenseydi eğer, dikkatimizi işimize veremezdik, anlaşma patlardı. Farkında olmadan kurduğumuz özgüven bize yardım etmişti.

Tamam, ikinci örnek benden gelsin. Eğer matematik sınavında “sinirli olduğuma ve zihnimi toparlayamadığıma dair fikirler” yerine “ben bu işi kotarırım fikri” ile ilgili olsaydım sınavım iyi geçerdi. Hatalıydım, beynimi(kendimi) istediğim yönde kandırmak yerine huzursuz bir panik oluşturdum. Zihnim yangın yeriydi. İşte o yüzden sınavın rengi değişti. Artık benim matematik bilgimi değil; zor zamanlarda, zor durumları nasıl kontrol altına alabileceğimi ölçüyordu. Kağıtla benim aramdaki psikolojik bir savaştı. Ve ben kaybettim.

Neye inandığımızın yanı sıra neye inanmayı seçtiğimiz çok önemli. İnsanların çoğu zihninin gücünü bilmez; bilenlerin çoğu inanmaz; inananların çoğu kullanmayı beceremez. İnsan, yaratılmışların en mükemmelidir. Buna inanmayan bir insan mükemmel olmaz. Mükemmel olmayanın mükemmel güçleri de yoktur. Bu yüzden benim anlattıklarımla alakası yoktur.  Paradokslar içinde geliiir, gideeer, geliiir, gideeeer…

Hayat, matematik gibi kabuller üzerine kuruludur ve herkesin kendi kabulü kendi inancıdır aslında. İskelet Anahtar da Karabasan da yeni keşfedilmemiş olan bu fikir üzerine kurulmuş filmlerdir. Peter Pan da “ Ben perilere inanıyorum.” diyerek kurtarmıştı Tinkerbell’ ini değil mi? İşte bu yüzden ben diyorum kiii;

Başkalarına bu zevki vermektense kendi beynimizi dilediğimiz gibi yıkayıp, istediğimiz renge boyamalıyız. Neye inanmak istiyorsak onu beynimize emretmeli ve inanması için elimizden geleni yapmalıyız. (Nedense burada meyk yor çoysss diyesim geldi.)

Tabi bu tehlikeli bir oyuna dönüşebilir. Yan etkileri vardır, dikkat edilmelidir.

Hilal Yaslı

Paylaş


     Hilal Yaşlı'nın Eski Yazıları

 

VERMEK

Elinizdeki mallardan verdiğinizde çok az verirsiniz.

Ancak canınızdan verdiğinizde gerçekten vermiş olursunuz. 

Oysa canınız gibi sakladığınız mallarınız gelecekte muhtaç olurum korkusuyla bekçiliğini yaptığınız nesnelerden başka nedir ki?

Yarının ne getireceği belli mi? 

Kutsal kente doğru yol alan hacıların peşine düşmüş aşırı temkinli bir köpek, kızgın kumların altına bir kemik gömse, ne çıkar? 

Olur da bir şeylere muhtaç duruma düşerim korkusu, gerçekte muhtaç durumda oluşun ta kendisi değil midir? 

Su kaynaklarınız doluyken, susuz kalırsam diye korkulara kapılmak en giderilmeyecek susuzluk değil de nedir? 

Kimileri, pek çok mal mülk sahibi oldukları halde ancak pek azını kıyıp da verebilirler. 

Üstelik bunları da salt gösteriş olsun diye verirler. Oysa bu içten pazarlıklı veriş, verdiklerinde bereket komaz. 

Kimileri de ellerinde pek az olmasına karşın çıkarır olanı biteni verirler. 

Bu gibiler hayata bağlanmış, ona inanç duyan kimselerdir ve onların ambarları hiç boş kalmaz. 

Kimileri sevecenlikle verir ve edindikleri tüm armağan da bu olur .

Kimileri de verirken ıstırap çeker, çünkü onların yıkandıkları kutsanmış sulara ıstırap karışmıştır. 

Kimileri verirken ne ıstırap çeker, ne bundan kendine bir mutluluk payı çıkarmak peşinde koşar, ne de vermenin erdemli bir davranış olduğunu düşünür.

Bunlar da, o uzak vadilerde açan küçük menekşeler,kokularını yeryüzüne nasıl sunuyorlarsa, öyle verenlerdir. 

Tanrı, işte bu gibi kimselerin elleri aracılığıyla konuşur ve onların gözlerinin ardından yeryüzüne bakarak gülümser. 

İstendiği zaman vermek iyidir, ancak ihtiyaç içinde olanın durumunu kavrayıp o istemeden vermek daha iyidir. 

Eli açık bir kimse için, verebileceği bir şeyleri alacak eli bulmak, vermekten çok daha yüce bir mutluluktur. 

Hem, kişinin sonsuza dek elinde tutabileceği bir nesne var mı ki?

 

Bugün elde olanlar, bir gün gelecek, mutlaka başka ellere verilecektir. 

Öyleyse şimdiden verebilmek varken, vermek mevsiminin varislere kalmasını beklemek niye? 

"Vermek isterim ama verdiklerim yerini bulmalı,değmeli." der durursunuz. 

Oysa meyve bahçenizdeki ağaçlar ve çayırlara saldığınız davarlar böyle söylemiyorlar.

Onlar yaşamak için veriyorlar; çünkü vermezlerse ölür, yiterler. 

Günleri ve geceleri yaşamaya değer görülmüş bir kimse vereceklerinizi alabilmeye de değer durumdadır elbette. 

Hayatın okyanusundan içebilmeye değer görülmüş bir kimse, sizlerin küçük derelerinizden de içebilecek değerdedir. 

Almanın cesaret ve güvencesinde, hatta bağışlayıcılığında yatan çölden daha büyük kuraklık olabilir mi? 

Hem sen kimsin ki insanlar senin önüne çıkıp da, değer olup olmadıklarını görebilesin diye göğüslerini açsınlar ve soydukları gururlarını senin ayakların altına sersinler? 

Sen ilkin kendinin bir Verici-El olabilmeye değer olup olmadığını anlamaya bak. 

Çünkü gerçekte cana bir şeyler veren Hayat`tır...sense kendini gerçek verici sanıyorsun. 

Oysa ,bir tanıktan öte bir şey değilsin. 

Ve ey siz alıcılar - ki hepiniz öylesiniz - kendinizi hiçbir zaman minnet yükü altına sokmayın. 

Sokmayın ki, ne kendinize ne de vericiye bir boyundurluk takılmasın. 

Verilenler hem size hem vericiye kanat olsun, birlikte yükselin. 

Çünkü aklınızı minnetin ağır yüküyle doldurursanız, özgür bağırlı yeryüzünü ana, Tanrı`yı da baba olarak kabullenmiş olan vericinin elaçıklığından kuşku duymuş olursunuz. 

 

Halil Cibran

SUÇLU BENİM

Kalp bu…

Kırılıyor işte…

Hata yapmadım değil, hala geçmişin izleri üzerimde. Yeni bir sayfa açtım, bu son desem de olmuyor! Kendimce son versem de bütün bu olanlara, gönül koymuşum bir kere ne aklım vazgeçiyor, ne de kalbim yaralarını sarabiliyor. Bocalayıp duruyorum bu yıkıntıların arasında. Yenik düşüyor çoğu kez kırık kalbim… Niye mi? Çünkü kimi zaman acımasızca yüzüme vuruluyor, kimi zamansa edilen bir hakaret olarak geri dönüyor bana… Hem de keskin bir bıçak yarası olarak zihnime yerleşmiyor değil. Ne insan içine çıkasım kalıyor ne de yüzümün güldüğü. Ne zormuş böyle bir duyguyla yaşama. Ben bırakmak istesem de onları bu izler benden hiç vazgeçmiyor.

İnsanlar…

Düşünmeden konuşup dinlemeden anlamadan bir çırpıda ağzına geleni sayıp çekip giden insanlar… Kolayca kalp kırıp, incitip sonra hiç bir şey yokmuş gibi davranan insanlar. Neden bu kadar acımasız neden? Soruyorum ama aklıselim bir cevap bulmadım ve bulamıyorum. Bazen diyorum ki üzüldükleri için mi bütün bu yaşattıkları yoksa yerli yersiz öfkelerini kusup olmaya çalıştıkları için mi? Ya benim içim ne olacak peki. Ben nasıl taşıyacağım bu kadar yükü… Bir yandan onlar, şüpheli bakan gözler, anlık gülümseyip sonra asılan asileşen suratlar… Kabul edin işte en büyük darbe, en dermansız yara, en şiddetli sarsıntı bende.

Kolay aslında…

Hem de çok…

Bir insanı, bir canı tek kalemde silip atmak öyle kolay ki… Hani bir örnek vardır ya kalp vazo benzetmesi… Yüce insan kalbi kırılan bir vazoya benzetilir. Ama bu o kadar kolay değil işte. Yanlış bir tabir bu benim hayatımda. Koskoca fırtınaları, acıları, geçmişi ve bugünü aynı anda yaşayan yüreğim bir vazoya benzetilemez. Evet, belki kırılınca tamiri güç, bazense imkânsız olsa da benim kalbim bir vazo kadar basit değil. Kimsenin ki bu kadar anlamsız değil. Kalp işte bu… Ne vazo ne de bir bardak, hiçbir şeye benzemiyor. Evet, kırılınca, incinince geri düzelmiyor ama bir vazo gibi yeri, ne yenisi de gelmiyor

Kapalı bir kutu…

Ben öyleyim işte. Gerçekler, darbeler, sarsıntılar benim içimde ama dilimde değil. Hepsi bir bir kelepçeli, tutsak bu kutuda.                                                                                                                        Ama her şeye, acılarıma, hatalarıma, yanlışlarıma, yaptıklarıma ve yaşattıklarıma rağmen hayal kurmuyor da değilim hani… Kapalı yerine bir müzik kutusu olmayı yeğleyerek süslüyorum hayallerimi. Yeri geldiğinde susan, açıldığında konuşan, konuşurken insana huzur veren bir müzik kutusu. Tamam, yüreğimde sakladıklarım olsun amenna ama bazense konuşmak istiyorum ben. Kırgınlıklarımı, yalnızlığımı hem de koskoca kalabalığın içinde aklımı alan yalnızlığımı, gerçekleri bende konuşmak istiyorum. Çok bir şey mi istedim acaba. Yapılması bu kadar mı imkânsız, içimi dökmek için kapağımın açılıp, kapatılması çok mu zor?

Bende insanım neticede… E o zaman bu denli acımasızlık niye peki niye?

Suç ben de…

Her şeye sebep olan, herkesten, her söz ve tavırdan önce kendimi üzen benim. En büyük yarayı açıp, insan ağzı ya bu açıp geri büzemeyen de benim. Gözümde işte şu kısa hayatımın zanlısı benim.

Kalbimin kırılmasına izin verip sonrada buna en mükemmel şekilde, oyunun kurallarını bozmadan sessizce seyirci kalan benim. Hayatımın en şiddetli depremlerini oldurup hala artçı sarsıntılarına maruz bırakan benim. Ve herkesten önce

Suçlu benim!

Nermin Uyan

Paylaş


     Nermin Uyan'ın Eski Yazıları

KÜÇÜK ÇOCUK

Sen hiç büyüme küçük çocuk…

Büyümeye özenme. Hep küçük kalma isteği, o büyük hayallerinin içinde olsun.

Büyüdükçe keşke’lerin başlıyor, durmadan özlemlerin, hep çocukluğunu arıyor. Yorulduğunda dizlerine yaslandığın bir annen olmuyor ve her zaman sen şu hayat telaşında yorgun düşüyorsun.

Çünkü çocuk sen her zaman seçimlerini yaşıyorsun. Ya ‘iyi ki’lerini ya da keşke’lerini yaşıyorsun.

Kendi ayaklarının üzerinde durmayı seçiyorsun, zaman bunun sana daha iyi olacağını gösteriyor. Ama ilk başlardan sana büyük mutluluk veren bu durum daha sonra pişmanlıklarını doğuruyor. Ve sen doğan bu pişmanlığın sancılarını tek başına çekiyorsun.

’’Seçimlerim’’ diyorsun büyük bir hezeyanla… Belki dönüşün vardır ama hayatın söz konusu olsa bile laflarını yere düşürmemeye azami gayret gösteriyorsun.

Galiba bu da senin bir seçimin oluyor ve sen gene bu yolda yapayalnız yürüyorsun. Yeri geliyor küçüğüm sen bu seçimlerden, yaşamdan, yaşamaktan sıkılıyorsun bir teselli bir çıkış kapısı arıyorsun.

Yıllar boyu seçimlerinin anaforunda kaybettiğin O yüce adalete sığınıyorsun.

Geç olsa bile huzurda hissediyorsun kendini ve ilk defa bir seçiminden ya da senin insan olarak seçilme hissinden bu kadar lezzet duyuyorsun. Yaşam seni kendine bir kerede bağlıyor ama bu sefer sonsuz bir beraberliğin içinde olma hissinin tadı bir başka oluyor.

Asla seçimlerinden pişmanlık duymamaya başlıyorsun. Çünkü artık seçimlerinin arkasında yüce bir kurtarıcının senin yanında olduğunu bilmen sana ayrı bir kuvvet veriyor.

Adeta ilahi bir güç senin seçimlerinde tutan elin, yazan kalemin oluyor. Sen hiç anlamasan da seçimlerin artık sana haz veriyor.

Ne olursa olsun küçüğüm elbet büyüyeceksin ama önceden büyümek için kendini yıpratma.

Seçimlerinin sana ileride artılar kazandırmasını da istiyorsan da eğer her zaman arkanda olan O gücün arkasına at kendini ve o doğrultuda yaşa hayatın.

Bırak erkenden büyümeyi!

Sana verilen ömür takviminin keyfini sür ayaklarını güzelce uzat ve sana bahşedilen bu hayatın o geriye hiç dönemeyeceğin ve her zaman özlem duyacağın çocukluğunun keyfini sür.

Bırak zamanın içinde kendini büyütme hevesini, zaman seni olgunlaştırsın. Sığındığın yüce adalette hiçbir zaman sana keşke’lerini değil ‘iyi ki’lerini yaşatsın…

 

Feride Özge Çaylak


     Feride Özge Çaylak'ın Eski Yazıları

MEDCEZİR

Bazen öyle bir boşlukta olur ki insan, etraf sis perdesi gibi olur adeta, hiçbir yeri göremezsin.

Bulamazsın yönünü, gideceğin yolu...

Öylece kalakalırsın. Olduğun yerde.

Bazen düşüncelerinin karmaşıklığında boğulursun.

Öyle bir enkazın içine girersin ki sesini duyan olmaz. Kimsenin suçu değildir yaşananlar, yaşayacaklarımız...

Kendi ellerinle boğuyor insan kendini, o enkazın içine bilerek itiyor benliğini. Kimseden ziyade kendi sesini bile duymuyor, kendi sesine bile yabancı kalıyor.

O kadar başka düşüncelerin anaforunda boğuluyoruz ki, iç sesimiz tamamen yabancılaşıyor bize. Boynumuza kendi ellerimizle ip bağlıyoruz ipin sonunu yalnız emanet ediyoruz başka ellere.

Bilinmeyen nedenler, niçinler etrafında özgürlükten bahsederken bile ayağımıza takıyoruz prangaları, daha kendimizden bile geçemezken.

Çoklu seçenekler içinde kaybolmuş hayatımız. Belirlenmiş bir yörüngede sanki kurallarımızı kendimiz belirlemişçesine dönüp duruyoruz belki de. Boş hülyaların peşinde dolanıyoruz ve bunu hayat diye adlandırıyoruz.

Tüm öbür heba olsun diyoruz adeta... Diyoruz da o kadar kapılmışken bunu bile duymuyoruz. Zaman gelip geçiyor bu koca hayat denkleminde, şaşırarak izlesek de, dur diyemesek de bu gidişe...

Düzgün yaşanmışlıklarımızı alıp gitmek düşsün en azından hanemize. Şöyle geriye dönüp baktığında 'keşke'lerin nadir olduğu ,'iyi ki'ler doldursun ömür çetelemizi.

Şu yalan zamana inat, yaşamdaki zorluklara inat, dönüp baktığımızda arkamıza iyi ki yaşadım iyi ki yaptım demeli...

Diyebilmeli insan...

Feride Özge Çaylak


 

 

     Feride Özge Çaylak'ın Eski Yazıları

FARKLI ZAMAN VE MEKÂNLARDA, FARKLI İNSANLARLA

Kendime haksızlık ediyorum… Sakin, boş ve her şeyden kopuk geçiyor gibiydi zamanım. Macera yok, heyecan yok, değişik hiçbir şey yok... Rutinde daraldığımı hissediyordum sürekli. Öyle değildi aslında, kendimden uzaklaşıp baktığımda fark ettim. İçinde bulunduğum zaman ve mekâna kayıtsız kalsam da, içimde bulduğum zaman ve mekânda kaygısız, tasasız seyahat ettim.

Bu ay neler yapmadım ki, farklı zaman ve mekanlarda, farklı insanlarla…

Denizlerde kavrulup, güneşlerde söndüm. Aşk deryasının kenarında taş sektiren küçük bir kızdım. Mevsimin değiştiğini dizlerimdeki yaralardan anladım. Dışıma akmıştı tüm merakım, hepsini içime topladım. Yumdum gözümü, tüm merakımı özüme akıttım. Aşkın bir yudumunu gördüğümde fark ettim… Her şeyi bilmek isterken, aksine, -aşk dışında- her şeyi unutmuştum. Aşk… her şeyi önemsiz kılmıştı.

İçimde yağmurlar biriktirip dalga dalga taştım; sel oldum, aktım. Her sabah ayrı bir zihinde farklı fikirler keşfettim, hiç biri benim değildi. Keşfettiklerimle yetinmedim, yeniden keşfe çıktım, kayboldum; yolumu sonradan buldum. Mecnun’la dertlenip Leyla’yla sustum, suspus oldum. Mecnun’ la aynı anda daha fazla aşk için secdeye kapandım kutsal topraklarda. Aynı yaratana dua ettik. O Leyla’ yı istedi, ben yaratanın kendisini…

“Aşk, sen” dedim.

“Sen, aşk” dedim.

“Bana aşkını ver…” dedim.

Sustum.

Filistin’deki limon ağacına sürdüm ellerimi sonra, ellerime sindi kokusu. Bir tane kopardım dalından, taptaze, kutsal emanet diye sakladım. Yahudi ve Müslüman soykırımına aynı anda ağladım, iki taraf içinde aynı yaratana dua ettim.

Masum çocuklar öldürüldü yanı başımda, hiçbir şey yapamadım. Tüm dünya görmezden geldi, sustular, ben de sustum. Sürgün oldular kendi topraklarından, asi olup isyanlarla duyurdular seslerini. Yaptıklarına terör dendi, cihad değil. Topraklarını kendi döktükleri masum kanlarıyla geri almak isterler miydi? Toprakları için her şeyi yaparlardı, her şeyi. Gidecek başka yerleri yoktu.

Gaz odalarına konulup, Polonya’ da sabun diye satıldı insanlar. Hiçbir günahları yoktu, insan oldukları için suçluydular, onlara dehşeti yaşatanlarsa insan olmadıkları için… Mecburdular, başka topraklara yerleşmeliydiler. Onlara yapılanları başkalarına yaşatmak akıllarının ucundan geçer miydi? Kendilerini düşünmeliydiler, sadece kendilerini. Gidecek başka yerleri yoktu.

Konya’ ya uğradım bir ara. Kıskanılan, uğruna baş verilen aşka tanık oldum. Şems’ in hazır cevap halleri, Mevlana’nın yumuşak, kendine hayran bırakan tavırlarıyla selamlandım. Onların halvetlerine misafir oldum, aşka gelip onlarla semaya durdum. Aşkla, sevgilinin adını anmak kadar haz veren bir şey yokmuş, anladım.

“Hu” dedim.

“Allah” dedim.

“Allah-u ekber” dedim.

Secdeye kapandım.

Kimya hatun gibi, iki aşk ehline de hayran kaldım. Onlar ayrı düştüklerinde, ben Konya halkıyla küsüştüm. Zaman ve mekânın zirvelerinde olan zatları bilmekle şereflendirildim. Beyaza kara çalıp, muhterem bir başa kıyanları lanetleyenlerdenim artık. Siyah ferace kanla ıslandıkça, benim de yüreğim ıslandı. Kendimi tutamadım, ağladım.

Şu sıra İmam-ı Gazali’nin yanında dolaşıyorum. Bana yalnızlığı anlatıyor. Kendini tamamen sevgiliye adayıp, dünyadan el etek çekmenin faydalarını…

Buralarda işim bittiğinde başka birinin yanına uğrayacağım. Daha adı anıldığında, hakkında hiçbir şey bilmeyenlerin bile yorum yapmaktan çekinmedikleri birinin yanına. Eminim onunla da güzel vakitler geçirip, halden hale gireceğim.

Hiçbir zaman yanmayacağım belki ama hep pişmeye devam edeceğim.

Hilal Yaslı

Paylaş


     Hilal Yaşlı'nın Eski Yazıları

Online dergiler Online dergiler