İskele Editörü

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

NÂRI KOVAN NUR

Kâinat, mahlûkat, mevcudat ve nura susayan insanlık
Lisan-ı haliyle yalvarıyordu Yaratıcı ' ya :
Zamana, mekâna
Yarımadaya, fezaya
Çöle, göğe bir Nur insin
Öyle bir Nur ki;
Risalet rüzgârına binsin
Dalga dalga essin
Şirk yangınıyla sönen kalpler
Yaprak yaprak yeşersin

Daha geldiğin gün tevhide sarıldın, alnını secdeye sürdün
Peygambere visal muştusuyla âlemleri güldürdün
İlk nefesinle bin yıllık ateşi söndürdün
Her nefesinle şeytanın bin hayalini öldürdün

Âdem' den önce aldın Rabbinden alnındaki nuru
O Nur ki; Haşimilerin en mümtaz gururu
O Nur ki; Sahibi' nin en kudsi süruru
O Nur ki; kalplerden söküp attı en mel'un uru

Nurunla bulutu başına bağladın
Gözyaşına isyan bulaştırmadan başkaları için ağladın
Her damlasıyla fevc fevc kurtuluş sağladın
Aşkla döndürüyor âlemleri o övülmüş adın

Bir melal ummanında boğuldu sana düşman olanlar
Kevser ile müjdelendi sana hayran olanlar
Nurani tebessümünle filizlenir gönüller
Celal ile kalktığın vakit parça parçadır kamer

En mücella ihsanısın bize Bir' in
Mebde-i hilkatisin şu kitab-ı kebirin
Ey cemalullahı müşahede eden Zat!
Seninle işittik en gür sedasını tekbirin

Bir işaretinle ağaçlar sana koşar
Eline giren taşlar zikrinle coşar
Sen.. Ey nârı kovan Nur!
Yaslanmadığın direk nasıl da ağlar

Ahvalin, akvalin cennet pusulası
Senin yolundan çıkanların dolmaz artık tası
Beşeri çamurdan çıkaran el
Peygamberlerin en hası

Biz güneşe uzağız, güneş bize yakın

Şu ondört asırdır sönmeyen Güneş' e dönün de bir bakın
Anlayın artık bu nehir yokuşa akmaz
Arıya yasub veren Allah beşeri de nebisiz bırakmaz

Ey bu âlemin pürnur çekirdeği!
Ey bu âlemin solmayan mürekkebi!
Ey Kadir-i Zülcelâl' in ezeli habibi
Seni layıkıyla methedemedim, affet bu acizi...

Abdullah Ademoglu

 

TOPTAN ACISINA PERAKENDE AŞKLAR

Heyhat… 14 Şubat yine aşklarını bugünle tokuşturan mışmış ikililerin nağmelerini, yalnızların etrafta ne kadar çok çift olduğunu fark edip isyanla “Allah’ım bana da!” yakarışlarını es geçmedi. Sosyal ağda sevenin de sevmeyenin de gündemine ünlem oldu. Çiçek açtı duygular, flaşlar yine mutlu kalplere patladı. Ortalık yine vıcık vıcık aşk! Pazarlamacı firmalarsa koca kırmızı kalpleri ve indirimleriyle, yine sevenlerin yanındaydılar. Güller, ayıcıklar, parfümler, cüzdanlar en çok da bugün satıldı ve unutulanlar trip atmayı unutmadılar, hatta olmadı ihmallikten ilişkilerine tekmeyi de salladılar. Yeni yelken açma fikri bir köşede tetikte beklerken su alan bir ilişkide nasıl yol alacaklardı ki…

Zor zamanlarında olmamasını, yalnız bırakılmasını, uzaklığı, soğukluğu hadi yine görmezden gelirsin de büyük pakette markacıklı sağlam hediye gelmeyince bir somurtkanlık sarar dört bir yanını çehrenin.

Kimileri sahilde, parkta, restoranlarda ya da rezervasyonlarında cilvelenirken ya da didişirken; ya yalnızlar? Onlar da dışarı çıkar, isyan gaysının körüklenmesine ihtiyaç vardır ve ‘olsaydı’lı cümlelerle hevesleri üzerlerinde, ve üç noktalı hayalleriyle… Bu günlük kutlamalar bazılarına da saçma gelir ama ne yapsın, “herkes kutluyor amaan..”  vesvesesi rahat bırakmaz yakasını.

Şu yerden kesilen ayakların bir de üşümelerini konuşmak var ya… Boşluğu doldurmak yerine bütün varlığı ile dünyan olan birini sevmeliydi. Ne kolay başlamalıydı, ne de kolay bitmeliydi. O geldi mi, bütün benliğin beyaz güvercin gibi kanat çırpmalıydı özgürlüğe. Hiç kimseye anlatamadıklarını ona anlatmak ihtiyacı hissetmeliydi, boğazına kitlenmeden kelimeler, iradesizce dökülürcesine hem de hissetmeliydi. Onsuzluğu hiç düşünmeden onda hapsolmalıydı ömür. Beraber geçirdiğin her güne şükrettirecek, sevgisini de hediyesini de bir güne sahnelemeyecekti.

Bunlar ‘deneyelim olur’la olmayacak şeyler. Tek bir düş, tek bir kişi.

Biri olmayınca gönül de birilerini aramaya kalkıyordu. Destursuzca; olmadı, biraz üzül, amaan salla, başka biri, güzel günler mutlu tablo, zorladın olmadı, biraz üzül, salla… En başından olmaz’lığın acısını kabullenip perakende savruluşlarda kısa vadeli ilişkiler kabul edilmişti bile. Acısı da daha az yokluğu alışılırcasına, varlığı görülebilecek kadar… Her başlangıçta tek oymuş gibi, giderken iyi ki de bitmişçesine…  Sonra malum günden hediyeler kalıyor, koleksiyonluk, küçük bir kutuda. Aşklar da masallar da gündelik, bayat, orijinalinden köşe kapmaya çalışmış, kırılmış…

Oysa ki ne aşkın, sevdanın, ne vefanın, sadakatin, beraberliğin, ne de hediyenin günü olurdu. Ömrü olabilirdi ancak. Günse bir gün daha beraber uyandığına, ya da yan yana olduğunuza şükredecek her gün. Hesapsız beklentisiz kendiliğinden hesaplaşan, herkes’ten uzak, koruyabildiğin kadar aklını, yüreğini, sevdiğin kadar içten ve sonsuzca, inanabildiğin kadar yakın ve parçanmışçasına. O kadar tek ve o kadar özel olmalıydı ki, sevgisi de acısı da kaderin olsun, ömrü billah yaşayamazsın, bir tam olmalıydı. Ne toptan, ne perakende, ne satılık ne pazarlık, yıldığın çoğunluğun saçmalıklarından uzak, seni ve değerlerini sıkıca sarmış, sadece ve özellikle biri olmalıydı. Kimsenin lafına, gidişine bakmadan reklamına kulak asmadan, gösterişlere hele hiç aldanmadan. Mutluluğu ellerinde, sana hep güzel günleri, güneşi gökyüzünü baharı hatırlatacak, en büyük sermayesi yüreğini ömrüne katmış önüne sermiş olsun. Birilerinin uydurduğu günde alınmamış hediye için kırılmayacak kadar değerli bir aşk olacak… yoksa şubatı da senin olsun, baharı da.

 

Zeynep Tuna

DESIREE’YE MEKTUPLAR

Ey Desiree, batının masum ve kanlı gülü… Karanlık diyarlarda yolunu kaybetmiş ateş böceği. Gözlerin, Desiree, kan dolu batı okyanuslarının hırçın dalgaları gibi huzursuz bakan gözlerin. Görüp de inkâr eden o gözlerin Desiree. İnanmıyor musun gerçekten, ya da inanmak çok mu zor geliyor sana? O masum çocukların şimdi meleklerle oynadıklarına inanmak istemiyor musun? Ah Desiree, siz ve Pavluslarınız. Hala göremiyor musun ey güzel, Pavluslarınız, İsa’dan kalma inançlarınızı yok etti. Hak suyunu nasıl çamura buladılar hala görmüyor musun? Sen de haklısın tabii masum Desiree’m... Karanlık, çok karanlık, gözü karanlığa alışmış olanlar nereden bilecekler aydınlığı.

Ey Desiree, diken dolu kurak bir bahçede açan son gül, arı kuşunun, üzerinde sonsuz çizdiği masum çiçek. Gözlerini dövüyor batı okyanuslarının katil rüzgârları. Göremiyorsun değil mi? Gözlerine çarpıyor o rüzgârlar Desiree, gözlerinden yaşlar akıyor, meleklere arkadaş olan o çocukların kanları kadar al yaşlar. O kanları Desiree, sizin o panayırınızın sokaklarında gezen kahraman saydığınız vahşilerin ayak izlerinde göreceksin. Ama unutma Desiree’m, her vahşi ya hakikati bulur ya da firavun gibi kıydığı o mazlumların kanlarıyla oluşmuş Kızıldenizlerde ölmeye mahkûmdur.

Ey Desiree, gözleri batı okyanuslarının en derin suları kadar karanlık güzel. Söylesene bana nasıl yayılır karanlık. Hakkın üstü nasıl örtülür batılın zalim karanlığı ile. Nasıl olurda ateş böcekleri bile yolunu kaybeder bu zalim karanlıkta. Söyle bana Desiree, çocukların kanlarından yapılma havuzlarında eğlenirken vahşiler, nasıl olur da görmez güneşin aydınlattığı bahçelerinde eğlenen insanlar. Anlat bana Desiree çağın en büyük hastalığı karanlığı anlat.

Ah Desiree, sen de anlatamıyorsun değil mi karanlığı, sende hastalanmışsın. Gel Desiree, kaçalım artık buralardan, doğunun o gizemli, kimsesiz sahillerine gidelim. Doğunun o altın sarısı sahillerinde oturalım. Gözlerini okşasın dost rüzgârları, haktan haber göndersinler bize. Hakkı keşfedelim Desiree, yeniden bulalım aydınlığı, bulup kaldıralım düştüğü yerden. Tekrar canlısın dünya, atsın artık batıl büyücülerin ve onun çıraklarının giydiği pelerinler kadar karanlık fikirleri üzerinden. Aşı olsun bulduğumuz aydınlık hastalığımıza, kurtulalım beraber Ey Desiree, batının karı altında kalmış bahar papatyası.

Yasin Ermek

 

BOĞUÇ BOĞUMSUZ

Okulum; kış şehrinin, kar mahallesi, kestane sokağında. Okulumu da, okumayı da sevmem. Bu yüzdendir ki tarlasının yolunu ezbere bilen sıkılgan bir at gibi gidiyorum okula. İkindi ezanı duvarları çınlatmadan, prangasından kurtulan bir aslanın doğada salınması gibi özgürce eve dönüyorum. Daha doğrusu dönüyordum… Ta ki geçtiğimiz haftaya kadar. Son bir haftadır günlerimin yarım saati, bu yarım saatten dolayı da günümün geri kalanı cehennemin yedinci katına zorunlu yolculuk gibi geçiyor.

Kaç defadır karnım ağrıyor, başım zonkluyor numarası yapıyorum olmuyor. Tebeşir tozu yutuyorum, ateşim çıkıyor yine olmuyor. Bir defasında -kendimce- kalp krizi geçiriyor numarası yaptım yine olmadı, olmuyor… Oyuncu yönüm zayıf anlaşılan. (Kendime not: büyüyünce oyuncu olmayacağım.)

Her gün son ders zili çaldığında aynı şeyi düşünüyorum; İşkence başlıyor. Sınıfta oyalanıyor, en geç ben çıkıyorum. Öğretmenim sabırsız, birkaç dakika sonra kalaylamaya başlıyor. Derdim bir bana aşikâr anlaşılan, kimse anlamaya çalışmıyor. Ayaklarımı sürüye sürüye sınıftan çıkıyorum. Aceleci hademe Mansur, yerleri ellerinin ivediliğiyle temizliyor. Temizleme suyunun rengine bakılırsa temizliyor mu batırıyor mu tartışılır, ama kendince etrafı sulamış oluyor.

Kimse görmesin diye eğilerek geçtiğim pencere önlerinden gökyüzüne bakıyor, bulutların efkârıma eşlik edip yeryüzünü suya boğması için dua ediyorum. Sesimi göklerin ötesine duyuramamış olacağım ki duama hiçbir zaman karşılık verilmiyor.

Müdür yardımcımız Gülle Ekrem’in odasının önünden koşar adımlarla geçiyorum. Ona niçin bu lakabın takıldığıyla ilgili efsaneler bolca olsa da en inandırıcı olanı, çocukların güllelerini alıp odasındaki akvaryuma süs olarak kullandığıdır. Yani, tam bir gülle avcısı. Bir kaç saniyeliğine gözlerimi kapatıyorum. Tahta ayaklı, uzun siyah sakallı, denizci şapkalı, sağ kulağı küpeli, gözlerinin biri yeşil diğeri sarı gülleli, göbekli bir adam beliriyor gözlerimin önünde. İrkiliyorum.

Adımlarımı sıklaştırıp merdivenlerden aşağı iniyorum.

Okulun bahçeye kavuştuğu büyük kapıdan çıkarken kalp atışlarımı duymaya başlıyorum. Acaba duyduğum bu boğuk, ritmik sesi başkaları da duyuyor mu diye meraklanıp etrafa bakınıyorum. Bir yaprak kıpırdasa, bir çamaşır rüzgâra yelken açıp balkondan atlasa, kadının biri manavdan bir kilo limon istese üstüme alınacağım. Ama yok… Bahçenin çıkışında duran dev çam ağacının tepesindeki baykuş gözüme ilişiyor. Halimi anlamış gibi görünüyor. Zira yarı kapalı gözleri beni görünce fal taşı gibi açılıyor, derdimi sorar gözlerle bana bakıyor. Yavrularının kanatlarına asılmasıyla diğer tarafa dönüyor. Böylelikle telepatimiz sadece birkaç saniye sürmüş oluyor. Ve umursamaz kaderimin benim için hazırladığı planı aksatmamaya özen gösterircesine, bahçenin çıkışına birkaç adım kala, üstümü başımı düzeltip dışarı yalpalıyorum.

* * *

Boğuç Boğumsuz bir üst sınıfımda okuyor. Kocaman suratı, burnunun kenarındaki kocaman beni, küçücük kulakları, yaşıtlarına iki yaş fark atmış bedeni, bedenine komik gelen okul üniforması, karışık yün yumağına dönmüş saçları, biri diğerinden küçük göz kapaklarıyla Frenkeştayn’ın öğrenci versiyonudur. Bu koca bedenin içinde masum, yumuşak kalpli bir iyilik perisinin dolaştığını söylemek isterdim. Ancak iyilik meleklerince parsellenmiş bu çocuk kalbi, iblisler tarafından şeytankondular dikilerek; kirli, bakımsız bir şehre dönüştürülmüştür.

Babası iki yıl önce iş kazası geçirmiş, bir bacağını kaybetmiştir. Annesi fırsatta istifade adamın biriyle meçhule karışmıştır. O gün bu gündür depresif - agresif ikileminde kalan ruhu çok geçmeden tercihini yapmış; hırçın çocuk oluvermiştir.

* * *

Okul sınırından çıkar çıkmaz karşımda giyotinli cellâdımı görüyorum. Elinde yine sağdan-soldan bulduğu ince uzun bir sopa, yüzünde belirgin bir sırıtma, beni bekliyor. İşkence fermanımı okur gibi dudak oynatıyor. Bakışlarıyla damarlarıma azar azar ölüm zerk ediyor.

“Boğuç ben sana ne yaptım, niçin…” demeye kalmıyor, elindeki sopayı yere vurup beni susturuyor. El mahkûm, başımı öne eğip ona doğru yöneliyorum. İçimden bir ses “Şimdi tam zamanı, haydi topukla” dese de itaate alışkın, çekingen ruhum bedenimi frenliyor.

İki adım önünde duruyorum “ Bir adım geriye” diye atarlanıyor. Bir adım geriye doğru yalpalıyorum. “Hadi düş önüme” deyip, sırtımı yüzüne döndürüyor. Ağır adımlarla yürümeye başlıyoruz. Yolculuğumuzun seyrini sadece o ve keyfinin kâhyası biliyorlar. Bense zihnimin girdabına gözyaşlarımı akıtıp; “ Neden diye mırıldanıyorum, niçin ben ?” İçimdeki tanıdık ses konuşmaya başlıyor; “ Çünkü sen bunları hak ediyorsun, değer verilecek biri değilsin ki annen bile sevmiyor seni. Arkadaşların, öğretmenin, mahalleli, kasap, fırıncı… Hiç biri sevmiyor, insan yerine koymuyor seni. Bak kaç gündür neler yaşıyorsun, hiç kimse farkında bile olm...”

Boğuç’un sert direktifi düşüncelerimi bölüyor;

- Paran var mı ufaklık?

- Yalan söyleme kızartırım bak seni!

- Tamam, dur bir liram var.

- Bakkalın önüne park et, gofret al bana.

Bakkalın önüne varıyoruz. Yeni planım yolda şekillendi bile. Bakkal amcaya durumu haykıracağım, rezil edeceğim Boğuç k.peğini !!! Dükkâna giriyorum “Evet, yavrum ne istiyorsun.”

“Amca bana şu gofretten bir tane” derken, dönüp Boğuç’a imalı bir bakış fırlatıyorum. Oralı olmuyor, el işaretiyle acele etmemi istiyor. Gofreti alırken “ Bakkal amca bi, bi, bi… bir şey diyece, ce, ce… ği, ği..m”. “Hadi oğlum parayı ver, bak diğer müşteriler bekliyor, trafiği tıkama !”

Kahrolası dudaklarım kilitleniyor. Tamam, anlamında başımı sallayıp, parayı veriyor ve cellâdıma dönüyorum. Zavallı gofret on beş yirmi saniye içinde “Boğuç Muharebesi” nden şehit çıkarak çöp kutusuna gömülüyor.

Birkaç yüz metre sonra evimin bulunduğu sokağa giriyoruz. Uyanık Boğuç, deplasmana geldiğinin farkında, telaşla; “ Yarın okul çıkışında görüşürüz ufaklık, sakın cebin boş gelme” deyip, sağa-sola yuvarlanarak kaçıyor. Güç bela eve atıyorum kendimi. Kardeşim Tuba emekleyerek karşılıyor; yüzünde gülücük, her şeyden habersiz kucağıma atlıyor. Annem, sigarası dudağında içeri damlıyor “Nerede kaldın yavrum” dese, içimi dökeceğim. “Bana sigara al da gel, akşam olmadan” diyor. Gözlerim yaşlı, kirpiklerim ıslak “ Olur ” diye mırıldanıyorum.

* * *

Çarpan pencerenin sesiyle uyanırken yataktan düşüyorum. Kardeşim kırmızı elbisesini giymiş, kaşımda dikiliyor; “ Hadi tembel abim, anne- babamın mezarına gideceğiz daha, ceketini ütüledim, tiyatro seçmelerine de bunu giyersin” deyip babamdan yadigâr ceketi uzatıyor.

Mustafa Emre Akçay

Online dergiler Online dergiler