Osman Kibar

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

BOĞACI

Hani yelin savurup sürüklediği gazeller olur ya, işte öyleyim. İç dünyamda kopan fırtınaları kimse bilmiyor. Herkesin hayatı kendine göre -mutlaka- bir romandır. Buna da itirazım yok tabiî. Bu konuda pek çok kader arkadaşına sahibim. İnsan bazen efkâr dağıtmak ister; öyle oldu.

Tebdil-i mekanda ferahlık var denmiştir.

Geçenlerde Üsmen’le köylerine gittik. Niyetim birkaç gün kalıp dönmekti.  Olmadı, on gün kadar kaldım. Üsmen’le arkadaşlığımız epey eskiye dayanır. Üniversitede birlikteydik. Benim şimdi Ankara’da bir tuhafiye mağazam var. Memurluktan gınâ getirip iki arkadaşla açtık, işler iyidir, halimiz de içgüveyinden hallice... Üsmen’se bin bir zahmetle -başı balâdan kurtulmadan- mekteplerde hocalık ediyor.

Çok hoş, verimli bir gezi oldu. Tabiî benim için öyle. Yoksa köydeki hayat ve insanlarda herhangi bir değişiklik yok. Sonradan saydım, değişik tipte tam yirmi bir adamla yüzgöz olmuşum. Her merhabalaştığımı saymadım; ne bilsinler benim fahrî tipoloji uzmanı olduğumu. Köy güzel... Kuzeydoğudan kır kokulu, aceleyle ve yuvarlanarak gelen rüzgârlar esiyor. Bu esiş yazın üşütmeyen, sadece yaprak kımıldamasına gücü yeten isimsiz bir kımıldanış. 

Bu köyde gereğinden fazla çavuş lâkaplı adam, bir nefer, komando, bahriyeli, onbaşı, gedikli, teğmen, paşa bir de mareşal var. Çoğu da yaşlı. Yalnızca içlerinden Komando Üsên derler birisi yirmili yıllarını sürüyor. Komando bizim Üsmen’in çocukluk arkadaşı. Canayakın, konuşkan, içli, hisli, işi bitmez cinsinden aceleci birisi. Sohbeti seviliyor.

Köyde üç üsmen daha var, diğer ikisi dede-torun. Ölmüş bir amiş, yine merhum bir abduş yerine torun abduş. Pek çok zeynep’e karşılık bir aliş bulunmayışı büyük talihsizlik. 

Komando Hüseyin’in biri daha iki atlama yapmış küçük ile öteki yetişkin iri, safkan iki boğası var. Suni dölleme zor ve masraflı olduğundan komşu köylerden bile onun boğasına hayvan getirenler oluyormuş. İşte bizim Komando’nun bütün derdi bu boğalar; boğacılık! Bütün vaktini boğaya hayvan çekmek alıyor. Her atlatmaya yedi sekiz bir lira gibi bir ücret isteniyor. Ayda otuz-kırk hayvan bu işe talip olduğuna göre, bağın durumu iyi; ekmek, çay parası çıkıyor. Esas işi çiftçilik, süt ve besicilik. Zaten bu köyde damında sağılır ineği olmayan ev yok. Bütün bunlar iyi hoş da hele şu Rıfkı olmasa! Tamam olsun da ille evi hemen karşıda olmasa. Olsun da illâ velâkin Rıfkı’nın boğası olmasa...

Rıfkı Aga altmışa yakın bir yaşa, epey gelişmiş bir göbeğe, kırmızı bir benze, çoluk çocuğa ve ne yazık boyu alçak hüneri pek çok boğacığa sahipti. Koca köyde -hatta yörede- iki boğacı ve evleri de alın alına birbirine bakar. İşte bu evlerin tokat kapılarından da millet birbirine bakar. Bu bakışlar acep ne yürekler yakar... Boğa işinin mûcidi Rıfkı Aga imiş. Hüseyin sonradan seçkin bir danasını boğalaştırmış. Eş dost akraba falan derken iş büyümüş ve/fakat karşı komşunun işler küçülmüş. O günden beri göz süzmeler, sert bakmalar, anlam yüklü hareketler, kıl karartmalar, ayıp oluyô yâniler ve sonunda ‘müşteri ayartma’ suçlamaları başlamış. Suçüstü yapmak için yedeğinde hayvan görülen canlı insanı takip etmeler, ‘bize gel’ demeler, olmazsa selamı sabahı kesmeler, türlü türlü nâne yemeler, sinirden terli terli ayran içmeler, iç çekip kendinden geçmeler... Hâsılı, Rıfkı Aga ile Hüseyin’in vaziyetleri az şekerli olup çıkmış.

Sıcak bir gün öğle üzeri Kocaçeşme’ye giden sokak başında yedeğindeki düveyi çekiştiren bir adam göründü. Bu Ninenin Azizi’nden başkası değildi. Ninenin Azizi üşenen, eskilerden kalma bir yürüyüşle evlere yaklaştı. Adamcağızın tek derdi, zavallı boğasak düvesini bir kerecik boğalatmaktı; başka bir amacı yoktu. Yürüdü geldi, müphem nazarları sağdaki tokat kapısına sabitleşti. Her misafirin yaptığı gibi duyulmaya yetecek bir sesle haykırdı. Karısı ve iki küçük kızıyla yemek başında olan Komando, cevap bekleyen sesi duydu. İşte yine acemi bir düve getirmişlerdi.Yâni, bunlar da hep yemek sırası gelirdi.

Telaşsız dışarıya seyirtti. Tokat altına vardığında tezkereden kalan pantolonu ayağına geçirmişti bile. Selamlaşma, nasıllaşma ve ayaküstü dertleşme yapıldı. Hayvan çekildi, boğa getirildi, iş oldu da bitti. Hediyesi neyse verildi. Bugünlük de kaynayan kazandan hâriç çay masrafı çıkmıştı. Herhalde akşama kadar bir düve daha gelirdi. Yirmi dakika geçmeden Ninenin Azizi kendini uğurlanmış buldu. Bütün bunlar olurken, karşı tokat kapısı aralığından bir çift gözün olanı biteni seyrettiğini kimse farketmedi. Çift ışıltı olanları bilinmez bîr ilgiyle takip etmişti. Sonra gözlerin âit olduğu beden yavaşça kımıldadı, yerinden sıyrıldı, belli olduğu anlaşılan bir gaye için avlu içinde hareketlendi. Sâdık her eş gibi olanı biteni sevgili evdeşine aktardı. Ayrıca olay hakkındaki duygu ve düşüncelerini de yorumlu olarak sundu. Ez cümle durumu izah etti. Gerisini onun halletmesini dileyen son sözden sonra, bu bir çift göz düzende dokunmayı bekleyen yarım hasırın başına döndü. 

Komando Hüseyin kahve için adımını attığında Rıfkı Aga’yı sokak ortasında -sanki- kendisini bekler buldu. N’âpılsındı şimdi... Bir tereddüt... Nihayet yarım bir bakış ve dil ucu selamı... Ne diyecek acaba?

-Üsên, bize gelenleri sokaktan niye çeviriyôn?

-...

-Yengen görmüş, Aziz’i kapı ağzından çekmişsin.

-Yâv Rıfkı Aga, yok öyle bi şey...

-Vaar... var.

-Ekmek yirken haykırdılar, çıktım.

-Yook... yok, adamı bizim tokat önünden çağırmışsın.

-Yâv vallâ çevirmedim. Adam bana gelmiş.

-Bak Üsên, bu böyle hiç olmuyô hiç!

-Bana bak, çağırırız Aziz’i sorarız. Haklıysan ben özür dilerim, yoksa sen benden. Tamam mı?

-...

Komando’ya her müşteri gelişten sonra bu taşkınlık sürdü. O da bu işe kendini kaptırdı. Senin danandı benim düvemdi derken, enikonu hasetleşme başladı. Kimin nesini nereye götürdüğünü, bu işle Rıfkı’nın ilgi derecesini ölçüp tartmaya başladı. İşte bu sıralarda epeydir kesilmiş bel ağrısı da geldi azdı. Bugün yarın diye iğiştirdiği doktor işini ciddiye aldı. Çarşamba pazarı kurulduğu gün doktora çıktı. Boğacılık danacılık işleri sanki başından ensesine, oradan da süzülüp belinin ağrıyan bıçak ucu batımlı yerine gelip dayanıyordu. Doktor bakıp muayene etti, ilaç yazdı, ‘kendini yorma, bir derdin mi var’ dedi. Dert mi... hem de ne dert! Herkesin bildiğini niye saklasındı. 

-Bilirsiniz bizim işler hayvan işi.

-Evet, damda mı kaktırdın belini?

-Yok yok...

-Dana falan mı süstü?

-Süsme de yok (Aman Allahım, gene dana lafı. Bu danacalık mahvetti zaten bizi be).

-Ya n’oldu?

-Benim kafam karışık, moralim bozuk. Bende bir buva var. Sığırlara tutuyôz. Bir de Rıfkı’nın buvası var. Birbirimize hasetlenirkene iş başa vurdu, oradan da belime!

-Moralden bel ağrımaz!

-Nasıl ağrımaz Doktor Bey, kendi derdimiz yetmiyômuş gibi bir de elâlemin sığırına sıpasına terazi tutuyôz.

-...

Hüseyin bir hayırsever komşunun haberi üzerine pürtelaş evden çıktı, kestirmeden gidip ara sokağa saptı. Ortalıkta kimsecikler yok, öyleyse koşulabilir.

...tam işte böyle bir gün bu vakitlerdi üçüncü tabur ikinci komando bölüğü cebrî yürüyüşte başlarında ankaralı bir yüzbaşı kimse sevmez hüseyin niye sevsin ki ne demişti işte karşıda düşman bölüğü tam teçhizatlı taarruz edeceğiz hedefe ilk varan kazanır eğitimde kaytaranlar döküleceek haydi kandıralılar haydi komandolar yürüyün lan pezevenkler bura ana kucağı değil asker ocağı her-şey va-tan i-çin cırtlak bir hücuumm nârası ilk varan kendisiydi tabiî afferini de o almıştı hey gidiydi günler hey kom-man-do kom-man-doo oyy...

İşte şimdi de koşuyordu.

Ne vardı karşısında; yine hayâlî düşman bölüğü mü, hayır. Soluklanıp bakındı. Karşıda, mektep avlusu yanında yenice arabadan indirilmiş iki şaşkın düve... Bu düve sahipleri düvelerle beraber hemen kafakola alınmalı, boğaya çekilmeli, İkinci Boğaç zaferi kazanılmalıydı. Afferin çeken yüzbaşı müzbaşı olmamış ne çıkar (Zaten sevmezdi). Köyde bir sürü çavuş, gedikli, teğmen, paşa, mareşal var...

Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

WECİHİ BEY

I.

Değerli Hâzirûn,

Sevgilerimi sunarak başlıyor, doğrudan konuya giriyorum.

Burası normaldışı vahşi ve siyasi manyaklaşma süreci yaşamış bi garip ülke. Elbette edebiyatımız da bundan âzede değil.

İlk bakışta her şey normal gibi görünüyor, hatta sonraki anlamlı denebilecek bakışlarda da sonuç aynı; İzninizle Türk edebiyatının devirlerinden bahsedebilir miyiz!

İslam öncesi: (Eski Türkçe) Köktürk (çekinmeden göktürk diyenler var), Uygur; Kuman-Kıpçak, Karaim

İslam dönemi : (Orta Türkçe) Karahanlı, Harezm (çekinmeden harzem diyenler var); Selçuklu (EAT: Eski Anadolu Türkçesi), Osmanlı-Divan (batı)-Çağatay (doğu)

Tanzimat edebiyatı (batı etkisindeki Türk edebiyatı da denir, elhak doğrudur), eşzamanlı olarak Edebiyat-ı cedide (Servet-i fünûn), Fecr-i âti, Milli edebiyatçılar (Türkçü, ırkçı akım). Ardısıra 5 Hececiler, 7 Meşaleciler, Garipçiler (XIX.yy Fransız etkisi), I. Yeni, II. Yeni, Sosyalistler; artık ne demekse “modernciler, bağımsızlar” ilh.

Evet “nokta”.

İşin burada bitmesi ve sonradan ortaya çıkacak durum, akım ve eserlerin gerekirse (ve elbette bir disiplin olarak edebiyat’a göre) ayrıca adlandırılması beklenirken öyle olmadı.

Bilim ve sanat alanında çalışıyorsanız bu belli bir disiplin kabulü gerektirir. Disiplin TC’deki cari eğitim sistemindeki öğrencilerin korkulu rüyası disiplin kurulunu tedai ettirse de öyle değildir, bilim alanı/kuralı demektir. Buraya kadar dayanabilen siz sabırlı dinleyicilere teşekkür etmeden olmayacak ama arada yine o ünlü sabır taşınıza başvurmadan edemeyeceğiz.

İslam öncesi ve erken İslami dönemle ilgili bir öksürük kaydı bile bulunsa değerlendirmeye alındığı görülür. Bu vesileyle Allah kitap din imanla ilgili cümle, mısra zenginliğimiz şaşırtıcı hacimdedir. Keza Divan dönemi de öyle, öyle ki Allah din iman aşk dışında tek bir harf dil malzemesi yoktur, eğer olsaydı şimdiye kadar mevcut (milli) eğitim marifetiyle hepsi belletilmiş olurdu. Bî-lâmecbur dini metinler işlenmek zorunda (Ateist veya laikçi bir ed. hocasının Su Kasîdesi’ni hangi özel duygular eşliğinde anlatabileceğini ve duyduğu ruh azabını vb. şenlikleri aşağıda anlamaya çalışacağız).

Sanat sanat içindi, yok toplum için olmalıydı monşer, yok efenim Fecr-i âti falandı derken XX.yy’ın ilk çeyreği gelmişti kapıya, elbet bir şeyler yapılmalıydı, en uygunu için çok düşünülmedi, TC devleti devletler arenasının (ki arena, kum demekti) lütfeni olarak arz-ı endâm ediverdi. Niye böyle oldu, nasıl olup da oluverdi (Oğuz Atay’ın buyurduğu üzre ‘niye böyle yaptın, neden ansızın kuruluverdin’)? Evet, (b)öyle olmakla Milli mücadele dönemi ed. ve ruh ikizi uydurmasyonu Cum. dönemi ed. ile tanıştık. Aslında -bunca yıllık beyin yıkamaya karşılık- ilk elde bu adlandırmada bir tuhaflık aramak garip kaçabilir ama biz ‘dünya garipliklerle doludur’ diyen isimsiz bir bilgenin etkisinde kalmak istiyoruz.

Yani olmayan şeyin ed. mı olur(du)! Ama oldu işte garabet burada; beklenen ucube, bize -zekamızla alay edercesine- “harika değerler, şaheser eserler” diye dayatıldı ve ne gariptir bu durum hiç sorgulanmadı. Sadece dinli-dinsiz ayrımı gözetmek yeterli görüldü. Oysa bir “katiller topluluğu” ve “yurttan hasta ruhlar korosu”ndan başka bir şey olmayan siyasi-askeri vurucu güç (dewlet: Chp/ordu) bile bu ölçüde bir kabulleniş ve kendi açısından bu tür bir başarı beklemiyordu. “Siyasi manyaklık” makyaja hiç başvurmadan sözde “edebi zevk”e(!) dönüştürüldü. Bu aptallaştırma operasyonu kabul edilemez; dünyadaki sözlüklerde ahlak diye bir kelime varsa bu sapkınlık protesto edilmelidir, mutlaka!

Evvelemirde (öncelikle) Tanzimat ve takipçisi yıllarda birden yeraltına inen Allah kitap din imandan bahseden eserlerin (cümleler, mısralar) durumu ilgiye muhtaç görünüyor. Birdenbire yok oluyoruz yok sayılıyoruz; sanki yazmıyoruz basılmıyoruz dağıtılmıyoruz... Dünyanın en yokedici sansürüdür gidiyor. Dönemin magazin uzmanları büyük romancı ve şeyhü’l-muharririn (yazarlar kıralı), monşerleri ise sultanü’s-şüara (şairler kıralı) olup çıkıverir. Kiminelikmincebinde romanları edebi sanat ve zevkin zirvelerinde at koştururken zavallı paryalar Balkanlar denen bir coğrafyadan batak içinde bataçıka amansız bir ricat halindedir. Evet, bu facia yaşanırken Pera’da (Beyoğlu) kadehler toplum için sanata kalkmaktan utanmıyordu. Ve o yılların telif eserlerinde anılan faciayla ilgili tek bir satır göremezsiniz. Kuşkusuz bu ahlaki bir tercihtir fakat içinde “edebi tanrı” olarak bize dayatılanların kimliği üzerine bol malzeme barındırmaktadır.

Biz n’aptık mı? Türküler yaktık fısıltımızı çoğalttık acımızı azalttık ölülerimizi gömdük (savaş artığı birkaç balta da gömdüğümüz söylenmiştir). Yeraltına çekildik, bunun meraklısı değildik ama başka n’apabilirdik!

Yazar ve şair olan değerli kişilerin esas mesleği devletlû olmaktı (sivil veya üniformalı memur). Sanat tercihlerindeki ketumiyetlerini sorgulayacak değiliz fakat mevcut zihniyet yapıları bizi yok saydı, bu da bir tercihti ve onlar bunu asla suç ve sâbıkadan saymadı!

Siyasi kadro ile edebi çevre aynı sosyolojiyi ima ediyordu, aynı şeydi. Türkiye için XX.yy’ı rakip tanımaz amanbilmez işte bu kafa şekillendirecekti (Potansiyel rakip yani bütün bir halk siyasi imhaya uğratıldığından ortada bırakın rakibi, çifte atacak merkep bile kalmamıştı).

Yeni sistem dünyadaki “kardeş örnekler”e uygun davrandı, ton farkı barındıran renkleri tektipleştirdi, bu iş için de en uygun renk olduğu ispatlanmış kanrengini kullandı. Aslında çok basit bir yol seçti, hiç de sofistike davranmadı, zihin konforunu bozmak istemedi, beynini daha önemli ilan buyurduğu balo faaliyetlerine teksif etti. N’aptı, şunu yaptı: Zavallı halkın birbirine nasıl hitap edeceğini, hangi desen çorap giymesi gerektiğini yasa güvencesine aldı (Henüz fabrikasyon üretim gelişmediğinden halkın hangi marka bisküvi yiyebileceği ilerleyen yıllarda belirlenecekti).

Bu kısa giriş sonrası sadede gelmek uygun olur.

Biz Milli mücadele dönemi ve Cum. dönemi edebiyatı yakıştırmasını gayet yakışıksız buluyoruz, çekinecek utanılacak bir şey yok (hele bunca yıl sonra), şu işin doğru adını söyleyelim: Chp dönemi edebiyatı!

Chp dönemi edebiyatı (1920-1950) tek parti diktası kontrolünde, onun zevk, ihtiyaç ve tatmin unsurlarına bir cevap üretmek üzre tarihteki seçkin yerini almıştır. Chp nesir ve şiir türünden yarışmalar düzenlemiş, uygun bulduklarını -ki çoğu propaganda amaçlı siparişti- ödüle boğmuştur (Boğma demişken, bu işlem devletin eli uzun olduğundan pek çok koldan eşzamanlı icra edilmiş, boğmanın uygun olmadığı şartlarda dârağacıyla iş/ler bitirilmiştir). Kadrolu yazar ve şairler dönüşümlü olarak ödül sağ***ğı altında inlemiştir! Bir ara nüans soslu aynıadlı bir dergi çıkarıldığı dahi görülmüştür (Şevket Süreyya ve Kadro’suna saygıyla).

Yukarıdan buraya Chp dönemi edebiyatı ve onun sözdeaydın tipolojisi verilmeye çalışıldı, elbette yetersiz ama hiç dert değil, çünkü biz başka bir şey anlatmaya çalışıyoruz.

Sadece Halide Edip örneği üzerinden giderek bile belli kanaat sahibi olmak mümkündür ama biz öyle yapmayacağız, onu sıradan bir figür diye niteleyip geçeceğiz. Evet, yukarıda geçti, Chp yarışmaları önemliydi, heyecan yanında para ün seçkinlik statü mebusluk yarı-tanrılık lâyüsellik sunuyordu; bundan özge tatmin mi bulunur. Eli kalem tutanlar bilir, bu işte mutmain olmak acayip iç gıdıklayan afrodizyak pozisyonlar yaşatan bir olgudur.

 /.../

II.

Yaban, Chp dönemi edebiyatındaki yerini muhkem tutmuştu, Chp roman yarışmasında birincilik az şey değildi. Servet-i fünûn romanlarındaki ortak özellik nasıl meslek ve para kaynağı belirsizliği ise bu Chp dönemi edebiyatında da sürer ve ortak payda yabancılaşma düşmanlık ve nefret olarak belirir: Halktan ve onun kutsallarından nefret! Öncesi selef edebiyatın halkla fazla bir derdi olmamıştır. Hatta onlar zaman halk ve gerçeklerden öyle kopuktu(r) ki, İstanbul’u terk edip Madagaskar’a (başka bi rivayete göre Yeni Zelanda) göçüp klan/komün hayatı yaşamak istemişlerdi. Sonradan hedef küçültüp Manisa dolayında bir çiftlik edinip oraya yerleşmede karar kıldılar. Bu tasarı yoğun iaşe temini ve rakı tedariki noktasında akim kaldı. Kurulan yeni devlet onları muhkem istihdam etti, sayısız ünvan verdi, el üstünde tuttu, yani bizden uzaklaşmalarına gerek kalmadı, bizi köleleştirip ülkeyi çiftlik eyleyip efendi oldular.

/.../

Efenim, halk denen cahil kitle onca kan ve cesede rağmen ne uzakatalar dinine dönüyor ne de dinsizleşmeye pirim veriyor... Pervasız cahiller hâlâ sahura kalkıp vaktinde iftar ediyor, Allah demeyi unutmuyor. 

Nefret odaklı yazı çizi dünyasında özellikle çocuklardan nefret dikkat çekiyordu. Ne Yaban ne Çalıkuşu’nda tek bir güzel sevimli çocuk bulamazsınız  (Yeşil Gece’de ise sövgünün kurumlaştığı görülür). Bütün çocuklar sakat, sümüklü, yara bere içinde, hayvanlarla aynı karpuz kabuğunu kemiren uzaylı ucube yaratıklar gibidir. Bu noktada Chp dönemi edebiyatında çocuk nefreti konulu doktora tez(ler)i beklemek hakkımız saklıdır.

Yakup Kadri, Yaban’ı İncil’e göre mizanpe etmiş, her bölüm başına muharref İncil ayetleri koymuştu.  Halide Edip ise anadan atadan Yahudi idi -ve şüphesiz Osmanlı geleneğinde asla aşağılanmamıştı- bu yüzden olsa gerek eserlerinde Tevrat dizaynı takip edilir ölçüde belirgindi. “Ateşten Gömlek” giydirme gayretleri, doğrusu halk için pek yerinde bir benzetmeydi ama hakkı teslim bir erdemdir, erken dönem ve ellili yıllardaki sistem muhalifi tavrıyla göz dolduracaktı.

Chp dönemi edebiyatı yeni rejime bir güzelleme olmakla beraber kalite (edebi değer) yönünden kardeş rejimlerdeki paralelliğe hiç de denk düşmeyen düşük bir grafik ortaya koymuştur. Bu meyanda Behçet Kemal vb. kadrolu “sofra” müdavimlerini satırlarımıza konuk etmek tahammülfersa bir davranış olacaktır, özellikle kaçınıyoruz.

Cahit Sıtkı, Chp şiir yarışmasında birincilik kazanan Otuzbeş Yaş Şiiri’yle bize buz gibi bir korkudan başka ne söylüyor olabilir? O değil ama sözde mısralar sökülüp getirildiği kaynağı iyi söyleyecek (aşağıda bakacağız).

Yeri gelmişken... Chp dönemi müntesipleri ve öncekiler nasıl/niye bu ölçüde pervasız olabildi? Hayır, bize kustukları kini konuşmuyorum; intihal (çalıntı) ve ölçüsüz iktibas (alıntı) diyorum. Eskiler bu duruma düşüldüğünde utanıp en azından ilham’dır, tevârüt’tür  denmesini beklerdi ama adıgeçen suçlular anılan utancı başlarına tâc etmekten çekinmedi. Bizce bunun basit bir sebebi var ve her basitlik gibi onları bitiren şey bu oldu: Bizim bu bilgiye hiçbir zaman ulaşamayacağımızı öngördüler, bizler de (bugünün yabancılaşmamış aydınları) dedelerimiz gibi cahil köylü fakir parya kalacak onlar hep efendilik yapacaktı... Evet basit hesap buydu. Hiç arşivleri inceleyemeyecek, kitap mitap yazamayacak, dünyayı tanımayacak, kıyas nedir bilmeyecek, insanlaşmayacak, zenginleşmeyecek teknoloji kullanamayacak ve akademik kariyer yapamayacaktık! Doğrusu bu uzun yıllar aynen onların sandığı ve istediği gibi gitti. Köyden devşirilen saf çocuğu masum anadolunun  mahreçli az sayıdaki seçme sabî, onların mahir ellerinde dönüştürülüp amplaya domestique  kalıba uygun sivil ve üniformalı memur halinde halkın üzerine salınmıştı (Köy Enstitüleri tam da bu amaç içindi). Bu akış yetmişli yıllarda değişmeye başlayacak ve onlar için “en istenmeyen senaryo” ortaya çıkacaktı.  Sistem kendine aşırı güven ve rakının verdiği sahte mutluluk arasında gelip giderken Üsküdar’da sabah olmuş ve tavşan bayırdan aşma sahneli film, çoktan vizyona girmişti...

Aslında “bilinç üretimi” sanıldığı kadar yaygın değildi ve “düşünme”yi bilmiyorduk. “Bizden aydın”ın düşünmeyi öğrenmesi ve düşünmeyle ilgili tasarrufu yirmi otuz yıl önceye falan gider. Eşzamanlı olarak imdada teknolojinin yaygınlaşması yetişmiştir. Ancak bu destek sayesinde “kültür üretimi”ne geçebildik, siyasi ve ekonomik alanda görünürlük elde ettik, talepler dillendirdik. Karşı taraf, kaybettiğini ancak yeni fark ediyor, karşıönlemler geliştiremiyor, zamanın dışına düşüyor (aslında hep oradaydılar) ve sistem(leri) nihayet çöküyor.

Yukarıda bir cümle halinde temas ettiğimiz “ruh azabı”nı açmak gerekirse şunlar söylenebilir: Baldan nefret eden arı, çizgi’den nefret eden mühendis, rakamlardan nefret eden matematikçi, haritadan nefret eden coğrafya uzmanı... Bir düşünelim, ne azap olurdu ama! Peki, tarihinden nefret eden tarih prof’u, Türkçeden nefret eden bir edebiyatçı, kurbandan nefret eden ama derisine acayip bir ilgi besleyen THK, oysa aynı iş (operasyon) EBK’na yakışmaz mıydı, en azından adında et geçiyor! TTK yalan ve hatta absürd ve sahte tarihle, TDK Sümer ve Mayalarla... enteresan bir kabile manzarası olabilirdi ama hayır, bunlar Önasyada kurulmuş bir devlet ile ilgili sıradan alışılmış bilgi kırıntısı ve öğrenilmiş cahilliğimize dair türlü itirazla karşılanmaya hazır veriler topluluğu...

III.

Bu kısa “dokunma” sörfü olmaksızın aşağıdakilere edebi cenahta uygun yer rezerve etmek mümkün olmayabilirdi. İşte şimdi kısaca o acıtıcı temasta bulunup muarızlarımızı tarihin çöplüğüne göndereceğiz, sifon çekmeye de kimsenin itiraz edeceğini sanmıyorum ki “barsak boşaltmak” bile siyasi hata ve cinayetlerin tasfiyesiyle ilgili üretilmiş bir deyim olarak sıkça kullanılmaktadır. Ayrıca ortada edeple ilgili pek bir şey görünmediği için söz konusu övgü(!) yüklü kelime terim ve deyimleri kullanmak hiç de yadırganmamalıdır.

Ömer Seyfettin, sadizm, ırza geç(il)menin sunduğu şehvet ve müstehcenliğin dehlizlerinde ölüseviciliğin (nekrofili) zirvelerini oynayan Beyaz Lale adlı “seçkin” eserinde, Radko’nun kişiliğinde bize başka şeyler de tedai ettirmeyi başaracaktı. Tamam da bunun daha namuslusu G. Flaubert’in Kartopu’nda vardı! Tamam, eşzamanlılık özdeşlik olabilir, iktibas, esinlenme (ilham), etkilenme, tevârüt vs. de olabilir. Hatta apaçık “nazire” olamaz mıydı? Ki nazire “daha iyisini yazdım” iddialı bir edebi küstahlığının adıdır ve Divan ed. vazgeçilmezleri arasındadır.

Cahit Sıtkı, Otuzbeş Yaş Şiiri’nde ürperten soğuk korkutan şeyler söylüyor. Tamam da Valery zaten  “ne bu çakılan tabut ölen kim” diyordu (Kıtanın biri olduğu gibi intihaldir).

Yahya Kemal, Açık Deniz’i, Hugo’nun Okyanus’undan uyarlamış desek, çok mu kalp kırarız!

Ahmet Hamdi, “kurt nasıl ölülerle / tırtıl nasıl meşeyle beslenirse / biz de besleniriz”i olduğu gibi Wogner’den esinlenmiş. Ama o daha çok serpiştirme yöntemiyle temaları şiire yedirmiştir.

Ahmet Muhip’in Luis Aragon ile olan intihal teması da pek meşhurdur. En masum belki de Fahriye Abla’da anlattığı hikayedir.

Orhan Veli, Edeuward’tan “dağ başındasın /.../ içmeyip de ne yapacaksın” diye aynen almış.

Oktay Rifat ise Rambolt’tan takılmış. Perçemli Sokak, Tufandan Sonra şiirleri bu yolla mısralanmış (çarmıha gerilmiş kişi imajı ve onun geri dönmesi).

Melih Cevdet ise daha çok Jak Prever çalışmış gibi... Garip Aile adlı şiir, Prever’in Lui I.- Lui XIII’teki gibi I.Osman... III.Mehmet... II.Osman biçiminde sunulmuş.

İ. Berk, doğrudan Tevrat ve Rambolt’a gidiyor: “beni kendi ağzının öpüşleriyle öp” (Tevrat), “bağırıyordu bir kadın” (Rambolt).

Cemal Süreya,  “her şey geçti bende hah ha ha” (Aragon’dan nakarat, aynen). “günlerimle akşamlarımla / rim’le... rim’le seni beklerim”.

IV.

TC kısa tarihi kendi yanında edebiyatıyla da manyakça bir şaka gibi, tarihin bir şakası gibi, mahsusçuktan oluvermiş bir şey gibi... Bizimkisi de sosyal karşılığı bulunmayan(!), sırf tarihe kayıt düşmeye yarayacak son solukta şekillenen bir itiraz gibi... Adamlar alternatif Mevlit  dahi kaleme alabildi, Anti-Qoran (Kuran’a Reddiye) bir Türk tarafından Paris’te yazıldı, teknik sebeplerle İstanbul’da basılamadı.

Seçki, güldeste, antoloji; “yararlı kitaplar, seçme eserler, ...eserlerinden seçmeler, ilk yüz eser, bin temel eser  vb. Bunun öğrenci sosyolojisine yansıması basitçe şöyle olmuştur: Yaban romanını yıllık ödev olarak yapmadan orta ve liseden mezun olamazdınız! Rejimin özel günlerinde aldığınız ödül eğer tükenmez kalem değilse, mutlaka Yaban veya Çalıkuşu olurdu. Ondan sonra gelsin bilmemkaçıncı baskılar, ençoksatanlar, acayyipokunanlar bestseller listesi! Yine buradaki ajan-provakatör “kutsal meslek” icra eden ve aslında rejimin militanı olmak dışında bir özelliği bulunmayan öğretmen tipolojisidir.

TC coğrafyasında kitap listesi hazırlama ölçü ve mekanizması yukarıda değinildiği gibidir (İnsanın bir anlığına “şekil-a’daki gibi” diyesi geliyor). İşte bizim kısa, alçak ve manyakça kotarılmış edebi hikayemiz bundan ibarettir. “Edep bunun neresinde külliyen edepsizlik yâhu” vb. tepkileri de anlayışla karşılamaya hazırız. Bilindiği üzre Arapça bir kelime olan edeb, Arap kültüründe sofra kurallarını bildirir, sonradan sözde ve yazıda edep halinde ıstılah (terim) kimliği kazanmıştır. Bizdeki edebin ise nasıl ve hangi yollarla (aslında ordu/Tekparti yolu) neye karşılık geldiği, nelerin ifadesi olduğu -yine- yukarıda anlatılmaya çalışıldı. Aslında inanca sövgü ve bizden nefret dışında “onlar”ı bağışlamamız mümkündü ama onlar ortaya koydukları yerin dibine giresi performansla bu şansın dışında kaldı. Neydi o; şuydu o: Kalite!

Onlar her tür mesleki yetersizlik, dünyadışılık yanında bununla atbaşı giden bir kalitesizliğin de biricik temsilcisi olmakla kendilerini “hiçlik”e mahkum etmiş bulunuyor ve biz de onları cezaların en ağırıyla tecziye etmiş bulunuyoruz: Unutulmak! Evet, yüzyılımızı çalanlara ruhumuzu parçalayanlara beynimizi boşaltanlara “unutulma” cezası verdik.

Artık her alanda üstün eserler ortaya koyma zamanıdır, zaman bizimdir mekan da bizim olmalıdır.

 

V.

Mesela...

S.A.Enstitüsü (içerdeki İrlandalı tepkisi olarak) kaleme alınmıştır (demokrasi özlemi-anlayışı milli kültür falan söz konusu değildir). Mesela Bursa’da Zaman, daha çok nev-Yunanilik temellidir (bkz. “ilah uykusu” vb. temalar). Aynı şiirin benzerini (tema ve işleyiş olarak) Lord Byron’da da görebiliriz (Y. Kemal de Byron’a hayrandır).

Sait Faik, zevk için ve yaşadığı bohem hayata uygun yazdı; yaza yaza yazmayı öğrendi. Ateizm Chp arası gelgitleri de olmasa daha iyi eserler verebilirdi.

Fakir Baykurt, Bekir Yıldız, Erol Toy ve saz arkadaşları komünizm-Chp anaforunda III. sınıf yazıcılar olarak kaldı. Sövgü ve Müslüman köylüyü aşağılamayı yol eylemişlerdi, öylece erimek kaderleri oldu.

Sistem-rejim eleştirisi olarak daha gelişmişi ve en kalitelisi-samimisi “Tutunamayanlar”dır keza “Tehlikeli Oyunlar”; Oğuz Atay saygıyı hak ediyor.

Refik Halid tavizsiz muhalif olarak üstün eserler verdi. Bir “Eskici” nelere yetmez! İşçi haklarını ilk yazan da o oldu.

Ve Kemalettin Tuğcu... düzenin seçkinleri vur patlasın çal oynasın yaparken o, bizim çocuklarımızı yazdı; vefa, sevgi, yoksulluk, ezilmişlik, dışlanma, tutunma gayreti vb. ama en çok çocuk ruhunu yansıttı.

Peyami Safa’ya gelince... elbette büyük yazar. Onun da iki dönemi var, yani o da sonradan toparlayanlardan.

Cemil Meriç, ihtida sonrası ulaşılmaz birikim ve uslubuyla geldi, ufuklar açtı.

Y. Kemal o kadar da büyük şair değildir, ayrıca özel ve siyasi yaşamı bizim çok uzağımızdadır. Newyork’ta yaşasa aynı mısraları orası için de yazabilirdi; bu da doğrusu “new-yunanîlik”e pek yakışırdı.

Kemal Tahir için -kısmen- sistem-rejim eleştirisi ama daha çok komünist bakış-propaganda (tabii en naifinden) amaçlı cılız gayret denebilir. Yorgun Savaşçı ve Kurt Kanunu’yla milli(!) tabuları yıktı.

Memduh Şevket (MŞE) on sekiz yıl Chp sekreteri, karaladığı her basitlik şaheser diye sunulup basılabildi.

Orhan Kemal tamamen Chp (laikçi) yanlısı basit romancı ve kötü hikayeci (Eskici ve Oğulları, külliyen aparmadır).

Yaşar Kemal için bir şey demeye gerek yok; primitif (ilkel-yetersiz) bir okuryazardır. /.../

Tek istisna 1932’de(!) hidayete eren ve üstadlığı hak eden Necip Fazıl’dır.

Nihal Atsız’ın şahsında Türkçü-ırkçıların durumu, İttihatçılar (Milli ed.) gibidir, Ö. Seyfettin, Z. Gökalp vb. devamıdır.

Arif Nihat, bir şiir, kelime canbazı halinde bilgeliğiyle temayüz etti; Nât-ı Şerif günahlarına kefaret olmaya -herhalde- yeter!

“Aylardan ağustos günlerden cuma” diyen Niyazi Yıldırım ruhumuzun tellerini titretmiştir. Güçlü mısra, baskın bir şiir dili, heybetli kelimeler başlıca vasfıydı; ne yazık şair olarak hakkı teslim edilmedi.

Selim İleri, birikimli ve kalemi güçlü biridir. Liberal ihtida ardınca daha iyi yazmaya başladı.

İsmet Özel de öyle... İhtida sonrası fırtınalar estirdi. Son günlerde işi Selefiyeciliğe dökmüş gibi ve tam olmasa da ırkçılık vb. zırvalar döktürdüğü söyleniyor.

Turan Oflazoğlu, tiyatroya getirdiği dil ve tema ile temayüz etti, ideolojiden uzak durdu.

Mehmet Akif, sonradan “bizden” kabul edilmiş bir kişilik, aslında öyle bir iddiası yok. Tamam şiiri biliyor ve aruz canbazı ama önce İT’in (ittihat ve terakki) sonra cari rejimin borazancıbaşısı ve tam bir adam aparma ajanı olarak sivriliyor, rejimin türküsünü (marş) /.../  yazan adam oluyor /.../ kahraman orduya falan ithaf ediyor! İskilipli ve kader yoldaşları sözde meclis önünde, bütün bir halk takke, çorap rengi vb. gardrop malzemesi yüzünden ve yasakyayın Kuran nüshaları bulundurmaktan ev önlerinde asılırken o regime liberty’e methiyeler düzme peşinde taban yalıyor. Beş yüz lira ödülü almadığı falan da süper bir şehir efsanesi.

En sevdiğimiz Sokakta’da bile romanın /.../ yarısı “adılazımdeğil”e yazılacak çocuk mektubunun tasviriyle süslüdür! Köse Kadı ise ruhumuzun kimyası halinde cümle, uslup ve kurguda biricik yerini koruyor. Bahaeddin Özkişi’yi seviyoruz; uslup ve kurguda çığır açtı.

Ama şöyle ama böyle... Bizim derdimizi ilk söyleyen romanları Hekimoğlu İsmail yazdı; Minyeli Abdullah çok önemli bir eserdir.

M. Necati Sepetçioğlu’nun tarihi romanları bile “tam bizi” anlatmaz; muhayyel hamaset yolundan gider.

Yavuz Bahadıroğlu’nun, tarih alanında gençleri okutan bir kalemi vardır.

Ama... Tarık Buğra sağlam çocuktur! Romancı olarak doğanlardandır. Gerçi Küçük Ağa’da azıcık zırvalamıştı, neyse ona da rüşvet-i kelam diyelim, Allah affetsin.

Yeni nesilden Hasan Kayıhan vardır, iyi romancıdır. Halen Almanya’da olmalı, oradan yazıyordu ama iyi yazıyor(du)! O da bozulduysa bilemem...

Yusuf Atılgan, Anayurt Oteli’nde ortaya koyduğu tiplemeyle kendini gösterdi. Aylak Adam’da ise Servet-i fünun roman kalıntısı olmaktan öte gidemedi.

Sebahattin Âli, Kürk Mantolu Madonna’da ideolojik kaygıdan uzak üstün bir edebi değer üretti.

Metin Kaçan, Ağır Roman’da fırtınalar estirdi, nasıl yazılırmış aykırılık absürdlük neymiş nasıl olurmuş gösterdi, içerik bir yana ironi, dil ve uslup olarak zirveyi tuttu; cidarları zorladı.

İdeolojik saplantıyı aşmış görünen İhsan Oktay (Anar), günümüzde tarihi romana farklı bir ufuk açmayı başardı.

Orhan Pamuk tu-kaka edildi, hem de eski sosyal çevre ve siyasi hempaları tarafından; kıskançlığı apaçık yapmaktan utanmadılar, hepsi adamyer makinesi gibiydi. Nobel almak çok şeydir, beyler! Adam bunu Türkçe yazarak yaptı.

Şevket Bulut, bizden biri olarak Alkarısı ve Kefensiz Ölüler’de hikaye nasıl yazılır gösterdi.

Osman Çeviksoy iyi yazan biri ama daha velut olması beklenir.

Murat Menteş, Dublörün Dilemması’nda kurgunun kitabını yeniden yazdı, övgüyü hak etti.

Ve İskender Pala, roman ve deneme nasıl yazılır gösterdi. Divan ed. sevdirdi.

Elbette ad, kişi, eser sayısı ve mevzu bu kadarla sınırlı değil ama meramdan öte kirli çamaşırları ortaya sermeye yettiğini düşünüyorum.

Hepinizi gönülden duygularla selamlıyorum.

Hâmiş

Genç olduğu anlaşılan bir dinleyicinin mevzudışı bir sorusu üzerine Wecihi Bey’in şöyle dediği görülüyor:

Yükseklerden düşme ihtimali -hep- vardır, ben yerdeyim oturuyorum ve bir ayağım çukurda, binaenaleyh düşme riskim yok ama bu derinleşmeme mâni değil.

Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

DİKTATÖRLER ZAMANI

Nasıl, Emir Kusturica’nın Çingeneler Zamanı adlı bir filmi varsa, bazı ülkelerin de ‘diktatörler zamanı’ diye bir geçmişi -veya gerçeği- vardır. Herkesin olduğu gibi diktatörlerin de dolu ve boş olmak üzere iki zamanı bulunur. İki zamanlı basit motorlar gibi olmasa da onlar da ‘bir’ tür zaman ikizlemesi, ikili zaman, düalizm yaşayan canlı organizmadır. Târih bize diktatörlerin zamanlarının çoğunu dolu geçirdiğini söylüyor. Öyle ya, kötülük denen iş boşluk kaldırmaz! Hamurlarının ne kadar su kaldıracağını ise, yine zaman gösterecektir. Yâni, zaman diktatör için çok önemlidir. Ve kötülük, onlar için ara sıra yaptıkları bir fiil değil, bir dindir! Kötü olmak, kötülük yapmakla yetinmemiş, bizzat kötülüğü din eylemişlerdir. Bu dinin tanrısı kendileridir. Her diktatörün kalın ciltli ve dininin umdelerini vâz eden bir kitabı vardır. Gariptir ama, hemen hepsi tek bir kalın kitap telif etmekle yetinmiştir. Çok kitaplı diktatör yoktur; çünkü, kendileri ‘her dinin bir kitabı olur’ düsturundan haberlidir. Tek kitap tespiti, bizi yanıltmamalıdır; kendilerinin tek ama, kendileriyle ilgili sayısız kitap basılmıştır; basılmaktadır. Kitap telifi, ölümlerinden sonra da devam eder. Bunun da bir adet şartı vardır: Kendisine tapınma kurumlaşmış olmalıdır. Yoksa, bu işi zavallı gönüllüler sürdürmek zorunda kalacaktır. Bu tür kitapların hangisinin kaçıncı baskı olduğunu belirlemek, iktibas ve intihâl trafiğini tâkipten âciz kalınır. Resim, rölyef, büst, heykel işi ise, sektör bazında kurumlaşmıştır.

Çok azı dışında bütün diktatörlerin doğum günleri bellidir ve ‘iyi’ kutlanır. İstek ve ihtiyaca göre pek çok anma ve kutlama günü belirlenmiştir. Zafersiz, özellikle savaşsız (kahramanlıksız!) bir diktatör -tabiatı gereği- düşünülemeyeceği için, hepsi mutlaka savaşmış, târifsiz yiğitlik göstermiş ve zafere ulaşmış kişilerdir. Ama, çok mütevâzı olduklarından, zaferin kutlanma işini pek sevdikleri halka bırakırlar; hattâ bunu bedelsiz bir lütuf olarak sunarlar. Bu armağan, kutlamakla tükenmez bir hazinedir! Ama hazinenin bulunduğu yer -masallardakini andıran- namlu, palet ve postal görünümlü türlü canavarla çevrilidir. Elbette, her şey tören ve halkın güvenliği adınadır!

Diktatörlerin boş durmadığı zamanları pek dolu geçer. Herkes tarafından ve mecbûren ezbere bilinen, zaferlerle dolu bir hayat hikâyeleri vardır. Orta boy kaleyi andıran bir köşkte otururlar. Viski, votka, tekila veya rakıdan sızılmış, sabah geç kalkılmış olur. Yatak arkadaşının mahmûr uykusu sürerken, o kalkar tıraşını olur veya yaptırır. Birkaç kapı ötede susta duran adanmış, sâdık bendeler (scuritita) kuşsütü eksiksiz sofraya buyurmasını beklemede... Yakın korumalar ya aşîretten ya da ideolojik kaynaktan gelen seçme kâtillerdir. Standart sabah makyajından sonra, sıradaki en önemli figür ‘ayna’dır. Üniformasını giydiren uşağın çıkışıyla, her sabah yaptığı gibi aynaya yönelir ve kendisine bakar. Bak bak; bitmez... Yaşına göre hâlâ yakışıklıdır; becerikli terziler göbeğini gizleyen iyi dikiş çıkarmıştır. Aynada kendinden çok ‘güç’ü seyreder. Bir ân için tanrılığından emin olur; içi de narsist dürtüyle ‘bi hoş’ olur. Yeterli bulduğunda aynadan ayrılır; günlük biat ve perestijleri kabûle hazırdır; çıkar. Güneş onunla doğmuştur; kendisi bizzat güneştir. Bütün gün sunulan saygıları -lütfen- kabul buyurur. Gündemde ‘balkon’ varsa, o gün daha önemli geçecektir. Sık olmayan aralıklarla balkonda görünmeyi sever. Özgürlük meydanında toplanmış sevgili halkı -ülke nüfusuna göre on bin, yüz bin kişi olarak- bilinen sloganlarla onu yüceltecektir. Balkon, bir lütuftur. Madalyaları -ki, hepsi kendine yine kendisi tarafından verilmiştir- apoletleri, çizme veya rugan patileri pırıl pırıldır. Her cümlesi vecîze kabîlinden atılan nutuklar ve alkış... Hiç durmayan, gittikçe yoğunlaşan alkışlar... Türlü tatminle geçen sıradan gün sona erdiğinde, verilen gerdan parti ve akşam sofrası kendisinin seçkin eylediği dâvetlilerle donanmış olarak onu bekler; öğlen yemeği önemli değildir! Coğrafya ya da damak zevkine göre sâbitleşmiş viski, votka, tekila ve rakı; dahi bitmeyen ama bıkkınlık da getirmeyen perestij, ululama, tapınma...

En iyi zaman dolu geçendir; boş olanı ise, tam bir işkence! Bu formül halka göre düşünüldüğünde, ters orantı denen bir cilveye dönüşür ve ‘iyi’ addedilir. Diktatörün boş zamanı, işkence yapmadığı zaman dilimine tekâbül eder. Evlenme, doğum, yıldönümü vb. gibi istisnâlar, halka -bir nebzecik de olsa- soluk alma fırsatı sunar.

Diktatörlerin boş zamanına geçmeden önce, dolu zamanlarında işledikleri belli işlere bir daha bakalım: Muhâlifleri susturma ve imhâ; yola gelmekte direnen câhil halkı ehlileştirme; bol bol yasa çıkarma ve yönetmelik yayınlama; normal enflasyon yanında at başı giden tören ve kutlama enflasyonu; bol sıfırlı, çok renkli ‘kağıt’ paralar; sık sık iç ve dış düşmanlardan bahsetme; istikrarsızlaştırma; her fırsatta ülkenin istikrâra ihtiyacı olduğunu hatırlatma; birlik ve beraberliğin erdemini dile getirme... Korku, endîşe, panik, şüphe, tedirginlik, tâkip, fişleme, güvenlik soruşturması; istihbârât... Hapisâne, dârağaçları, gözaltılar, tuhaf kazâlar, tesâdüfler, kaybolmalar, fâil-i mechûller... Kimliği belirsiz hedefler; iç, dış ve görünmez düşmanlar; sûikast beklentisi... Korumalar, zırhlı arabalar... (En önemli mesele şahsî güvenliktir). İsviçre bankalarına aktarılan milyon dolarlar... Sistemli fakirleştirme, sistemli câhilleştirme ve sistemli baskı... Mutlaka rakipleri vardır; rakipsiz, muhâlifsiz yaşayamazlar. Rakip, bazen bir kişi veya grup, kimi zaman da bütün halktır. Bu tablo tam bir korku imparatorluğu manzarasıdır.

‘Diktatörler boş zamanlarında ne yapar’ sorusu  târihî, sosyal ve teknolojik değeri olan bir merak sonucu üretilmiştir. Cevabı ise -şaşılacak ölçüde- şaşırtıcıdır: Evet, aklı başında diktatörler boş zamanlarında ‘teknoloji’ üretir!

Standart diktatör tanımına uymakla mâruf Hitler, Stalin, Mussolini, Franco ve Solazar boş zamanlarında -gerçekten- sosyal ve teknolojik yeniliğin de öncü motoru olmuştur. Gariptir, onlar zamanlarına göre ileri olan bu standardı mazlum halkla paylaşmıştır. Stalin, köyden köye gidişi bile pasaporta bağlayan, dahi kırk milyon mazlumun kanına giren –ki, otuz milyonu Müslümandır- hatırı sayılır bir diktatör olmasına rağmen, zulmettiği halka akıllara ziyan lütuflarda bulunmuştur. Uçak inebilecek genişlikte caddeler, kamyon geçecek ölçüde kanalizasyon sistemi; otoyollar, metro, havayolu trafiği, uzay teknolojisi; bedava elektrik, su, havagazı, iletişim vs. Hitler’in seçkin gıda politikası, her âileye bir araba, yüzyıl sonra bile hizmet veren altyapı; iş ve üretim imkanlarının sınırını zorlayıcı sanâyileşme faaliyetleri de kayda değer... İçlerinden Franco, haylazlığıyla eksi puan toplarken, Solazar’ın ‘3F’formülü diktatörler terminolojisinde seçkin bir yer edinmiştir.

Çizgi üstü diktatör örneği için yukarıda anılanlar yeterlidir. Ya çizgi altında kalanlar; boş zamanlarında kölelere bir şey vermeyenler; sadece işkence ve balkon bülbülü, nutuk canbazı olma seviyesini aşamayanlar? Onlar, mevcut diktatör geleneği için tam bir yüzkarasıdır. Bol bol rakı sofrası kurmuş, çaldıklarını istiflemiş, yurt içi geziye çıkmış (Yurt dışına pek çıkamazlar. Çünkü, koltuklarını rakip diktatör adayına kaptırma riski vardır), elişi sergisi türünden açılışlara katılmış; kimisi de yetmişinden sonra ressamlığa, karpuz ve hıyar yetiştiriciliğine özenmiştir.

TC diktatör geleneği yönünden şanssız ve dahi bahtsız bir ülke olarak literatüre geçmiş bulunuyor. Gardrop, şapka, takke, şalvar, çorap, başörtüsü; saç, sakal, bıyık, perçem seviyesinde ortaya koyduğu düşük performansla, sıralamaya alınmayı bile hak etmiyor (Bu yönüyle, belki uluslararası terzi ve berberler dayanışma derneğinin ilgisini çekebilir). TC’nin daha işin başında diskalifiye olmak gibi bir tâlihsizliği yaşaması içler acısıdır. Ama mûtad zulüm, dinsizlik dayatması ve cana kıyma yönünden değerlendirildiğinde, emsallerini bile hayrette bırakacak bir standartın da biricik örneğidir.

Ve metin Erksan’ın Sevmek Zamanı, kısa Yeşilçam tarihinin en iyi filmi olmayı  sürdürüyor. Biz de -3o misâl- usanmadan sevgi çağ(lar)ını özlüyoruz.

Hep söylüyoruz; bizim yerli diktatörler boş zamanlarını -ne yazık- boşa geçirmiştir. Onlarca kara yıl yaşamamızın kara bahtlı oluşumuzla olan ilgisi de yeniden incelenmelidir. Evet, boş zamanlarda sadece rakı içmekle işler yürümüyor; votka veya tekila denenmeli!

 

Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

TEKNOLOJİYLE DANS

Türk halkını teknolojiyle tanıştıranlar asla ve kat’â aydınlar değildir; TC’nin böyle bir tanıtım ve tanıştırma işini yapması ise, tabiatı icabı(!) düşünülemez bile. ‘Ya kimdir?’ denirse, bunun cevabı, ‘Alamancı işçiler’ olarak tarihe geçmiş bulunuyor. Hacı dede ve ninelerimizin hakkını da teslim etmeden geçersek, insafsızlık etmiş oluruz. Onların durumuna aşağıda -kısaca- temas edeceğiz.

 Yukarıdaki tespite yönelecek ‘Bu nasıl cevap?’ sorusu, ne güzel tepkidir öyle!

TC’ye teknoloji transferi devlet ve onun sâdık bendesi statükocu aydınlara rağmen gerçekleşmiştir. Adı geçen suçlular, teknoloji üretmemekle birlikte, onun transferini de engelleyerek, suç tanımına yeni açılımlar kazandırmış bulunuyor. Geçen yüzyılı sistemli câhilleştirme, sistemli fakirleştirme ve sistemli baskıyla geçiren Türk halkı, yine geçen yüzyılın son çeyreğine girilen zaman diliminde bu cendereyi yırtma fırsatı yakaladı. Halk aslında bırakın fırsat peşinde koşmayı, dünyada fırsat diye bir şeyin varlığından bile habersizdi. Bunu ona zamana bağlı âmiller sundu. TC’de yaşayıp gününü bekleyerek, değişim ve dönüşüm ummak mümkün değildi. Onlar da farkında olmadan ‘kaçtı’! Kaçarak, teknoloji, bilgi ve ‘özgürlük’e ulaştılar. Sıralamadaki bilgi maddesine yapılacak îtirazı anlayışla karşılayacağımızı belirtmeliyim. İşin Türkçesi, onlar sadece insanlığa geçiş yaptı!

Alamancı işçiler öncesi TC uyruklular için ‘dışarı’ tanımı yoktu; dış dünyayı -yâni özgür dünyayı- onlar sâyesinde tanıdık. Komünist Rusya’nın mazlum halk(lar)ı dışarı ile temâsı sporcu, müzik ve dansçılarla kurabiliyor; şanslı olanlar dışarı çıkma fırsatı yakaladıklarında özgür dünyaya iltica ediyordu. TC nüfusuna kayıtlı insanlarda iltica geleneği ortaya çıkmadı (İrtica bile rejime karşı cılız tepkilerin adı olarak bugünlere erdi). Bunun yerine dışarıya işçi olarak gitmek, aynı işlevi gördü. O dönemin zavallı Rus halkı dışarıyı, ülkeye geri dönme tâlihsizliği yaşayanlardan; biz ise Alamancı işçilerden öğrendik.

 İşin hikâyesi şöyledir:

Bırakın İstanbul’u, kasabasını bile tanıması -fiilen- yasak[1] orta yaş köylü kardeşimiz, bir tür ışınlama ile Deuscland’a; Berlin, Hamburg ve Münih’e gitti. Hem de uçakla! Eşekten başka bir binitle teması olmamış bu kişiler, ülkenin seçkinlerini dahi atlatarak uçağa biniyor, yurt dışına çıkıyor, ileri bir ülkenin göbeğine iniyordu. Bizce bu, çağın en önemli olayıdır. Bütün bunlar olurken rejimin seçkinlerinin çoğu henüz yurt dışını tanımıyor, uçağa binemiyor; tv seyredemiyor, kasetçalar dinleyemiyor bir konumda idi. Çünkü, TC’de tv yayını yok idi! Onun için Koç Holding, Genkur, Cumbaşkanı vb. gibilerin durumu, Alamancı işçiye göre içler acısıydı. Biz buna ‘gardiyan kompleksi’ diyoruz. Sırf mahkumlar eziyet çeksin diye kendisi de aynı şartlara katlanan gardiyanla, bizim sapkın devlet adamı tipi arasında birebir benzerlik vardır. Türk halkı teknolojiyle -özellikle iletişim- temas kuramasın diye, kendileri de yüzyıl sonuna kadar teknolojiden yararlanmama gibi sapkın bir yolu politik tercih olarak benimsediler. Doksanlı yıllara kadar halkın telsiz kullanması yasaktı; elinde radyo bulunduranlar, her yıl verici eklemediklerini ispat için devlet kapısında sıraya girerdi.

Yukarıda anılan zevât, ilk mektep seviyesinde ‘yerli malı yurdun malı; her türk onu kullanmalı’ türü tekerlemelerle, siyâsî geviş katsayısını arttırmaya çalışıyordu. Tabiî, bu kadar basit değil; işin içinde ‘ithâl ikâmesi’ işi vardı ve ayrıca her iş(lerin)in temel sâiki bizden nefret etmeleriydi. İthâl ikâmesi, yerli üretimi yapılan eşyanın ithâlinin yasaklanması demekti ve dikta rejimlerin biricik ekonomik önlemiydi! Yerli üretim dedikleri ise, montaja dayalı, sınırsız sübvansiyonla desteklenen birkaç parababasının halkı sömürü gayretiydi... Ayrıca TPKK (Türk parasını koruma kanunu) vardı; üzerinde bir dolar bile yakalatan hapse tıkılırdı. Bu durum 24 Ocak kararlarıyla değişmiş ve serbest piyasa ekonomisine (liberalizm) geçilmiştir. Sistem bilgisayar ve internet kullanımını yasaklama konusunda ‘gâfil’ avlanmıştır. Bugün için buna teşebbüs etmesi de pek imkansız görünüyor.[2] Artık, sıradan birisiyle ülkenin seçkinleri aynı marka bilgisayar ve cep telefonunu kullanıyor. Yâni, ne kadar kudursalar azdır!

Alamancı işçimiz bir yıl içinde elektrik, telefon, süpermarket, yürüyen merdiven, metro, tv, kasetçalar, sürücü belgesi ve kendi malı arabayla tanıştı. Bir yıllık sürede asla ‘candırma’ya rastlamadı, karakola çekilmedi, nezârete atılıp işkence görmedi; dinine sövülmedi, namaz kılıp oruç tuttuğu için işini kaybetme tehlikesi yaşamadı. Bir yıl boyunca insan gibi insan sayıldı.

Sonra, ‘izin’ denilen bir lüksle tanıştı. Arabanın bagajını çoluğu çocuğu, eşi dostu için türlü hediyeyle doldurdu; cüzdanı da mark ile dolu olduğundan, epey şişkinceydi. Döndüğünde köyün -hattâ kasabasının- en zengini olarak karşılanacaktı. Pilli araba, ağlayan bebek, naylon çorap, gömlek, giysi; kasetçalar, radyo; kutu kutu kıçı pamuklu cigara dolu araba Kapıkule’ye ulaştı. Kötü şöhretli gümrük memurlarına, içine beş-on mark iliştirilmiş pasaportunu uzattı ve kutsal vatan toprağına ayak bastı. Otobandan çıkıp şehre ulaşmak biraz zor oldu. Köye ermek ermek pek mümkün görünmüyordu. Çünkü, mevcut rejim Türk halkının -gün gelip- bir şekilde özel arabaya binebileceğini, köyüne ‘düdük’ler öttürerek girebileceğini, rejimin seçkinlerinin evinde bile bulunmayan malzeme yüklü valizlerle bagaj yapabileceğini vs. hiç hesap etmemiş idi (Araba düdüğü sesi insanlık tarihinin TC ayağı bakımından pek müthiştir. Ters okumayla, Afrika ve Amerika’da duyulan ilk silah sesine tekâbül olarak değerlendirilmelidir). Sistemin bu yoğun teknolojik hediye trafiğini iyi okuyamadığı o kadar belli ki... Galiba, hep hediye seviyesinde kalacağını sanmışlardı. Oysa, ‘sirâyet’ diye nitelenen ve çabuk yayılmasıyla ünlü bulaşıcı olguyu fark edemediler.

Hacı dede ve ninelere gelince... Onlar da aynı zaman diliminde güney sınırından zemzem bidonu ve misvak desteleri yanında teknolojik nîmetlerin ‘câhil’ halka transferiyle meşguldü. Bi’t-tabii, rüşvet mukabili!

İkinci büyük savaş sonrası hurdaya çıkmış kaymakam veya pırpırlı cipinden başka motorlu vasıta görmemiş Türk köylüsü, Alamancı işçi sâyesinde neler gördü neler... Alamancı işçinin bindiği araba mersedes, audi, bmw vb. marka iken, TC C.başkanı altmış model ford’a tâlim ediyordu (‘fortçuluk’ deyiminin bu gerçekle bir ilgisinin bulunmadığını belirtmek, bir insanlık borcudur; onun için burada ez-cümle îfâ edilmiş oldu).

İşte, bizim dışarıyla temâsımız ve teknolojiyle dansımız! Ne yazık, ‘öyle saf ve öyle temiz’ bir hikâye değil. Türk halkı, yetmişli yıllarda Ankara ve onun son kelaynağı oynayan zihin sapkınlığını böyle kırıp geçti.

Osman Kibar

 

 


 [1] Sistemin asr-ı saâdetinden ellili yıllara kadar köylülerin Ankara caddelerinde dolaşması ilbay (vâli) genelgesiyle yasaklanmıştı.

 [2] Son bir iki yıl, eski kafa birkaç okul müdürü internet kafelerde öğrenci avına çıkmış, işkencecilik yaptığı yılların özlemiyle kıvranan yine birkaç emniyet müdürü kafelerden topladığı sabî sübyanı nezârete atmıştı. Ama arkası gelmedi; muhtemelen yaptıklarından utanmışlardı! Eskiden halkın teknolojiyle buluşmasını engellemek için rejimin özüne uygun yasalar çıkarırken, şimdi teknoloji karşısında utançla yüzyüze kalmış bulunuyorlar.

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

‘SİSTEM’Lİ NEFRET 

Nefret, sevginin zıdtı olarak beliren bir tutum ve durumun adıdır. Nefret -bize- sanki iblisin Hazret-i Âdem’e duyduğu kinden miras kalmış bir sapkınlık gibidir!Her şey zıdtıyla bilinir; sevgi olmasa nefreti tanımlayamazdık. Keşke, nefret hep bir tanım olarak kalsaydı...  Buna iki türlü îtiraz edilebilir. Oluş yönüyle tabiîliğin illeti yukarıda verildi. Öyleyse tutum, duruş, davranış ve bunların hayata yansıması üzerinde durmak gerekecek. Tabiî nefret unsurlarını, bu tartışmanın dışına taşımak istiyoruz. Konumuz, insanlar arası ilişki yönünü anlamaya çalışmak olacak.

Ya biz nefret ederiz ya da bizden nefret edilir. Eğer insan üzerine konuşuyorsak, bunun bir de telafi mekanizması olması beklenir. Sevgiden gelen, ihtiyaç veya mecburiyetten doğan, çoğu kere de üçüncü kişilerin araya girmesiyle gerçekleşen ve barışma denilen olgu en tanınmış telâfi yoludur. Bir ömür süren nefret ve dargınlıkların varlığı bir gerçektir. Ama dargınlık ve küçük kırgınlıklar, hoşgörü ve af gibi sonuç üreten bir süreçle ortadan kaldırılabilir. Bir istisnâ olarak, hayatını nefret üzerine kuranlar da görülür. Bu bir sapmadır; kişi çevresine kötülük saçmakla kalmaz, kendine de eziyet eder. Kendinden nefretin ayrı rûhî mekanizması olmakla birlikte, kişi ürettiği nefret denizinde boğulma durumundadır.

Her davranışta olduğu gibi nefrette de sebep sonuç ilişkisinden söz edilebilir. Bu durum -daha çok- kendimizi haklı gösterme ihtiyacıyla ilgilidir.

Bazen hiçbir sebep olmaksızın, başkalarına bizim ‘var’lığımız nefret için yeterli sebeptir. Bu noktada sözde aydınlar ve sistemin bizden -Türk halkından- niye nefret ettiği sorusuna uygun cevap(lar) arayabiliriz.

Bizden nefretin -onlara göre- birçok sebebi vardır. Ama, ilk ve en önemlisi bizim Türk ve Müslüman oluşumuzdur (Bir dostumuzun ifadesiyle, onların gözünde köpek eniği kadar değerimiz yoktur). Kendileri de -her nasılsa-Türk(!) olduğundan, bazen bu unsuru ihmâl edip nefretlerinin özellikle İslâmiyete yoğunlaştığı gözlenebilir. Ebu-cehil ve şürekâsı da Allah Rasûlü’nden -Araplık dışında- aynı sebeple nefret etmişti. Bu açıdan Allah Rasûlü ile aynı kaderi paylaştığımız söylenebilir (Keşke, bütün hayatımız benzeseydi). Yine bu yönüyle, tarihin tekerrür ettiğini bildiren sözdeki hikmet fark edilir hale geliyor.

TC’nin geçen yüzyıl boyunca uyguladığı kötülük üzerine kurulu politikalara bakılırsa, bunun basit zulüm tanımının dışında başka anlam(lar) ve köklü bir birikim içerdiği anlaşılır. Çünkü, yaşananlar standart intikam ve hesaplaşma çerçevesi dışına taşmış bulunuyor. Bu türlü bir sendromu -doğrusu- klasik düşmanımız olan küffârdan beklerdik. İçimizden çıktıklarına göre, bizde veya geçmişimizde bir ‘bozukluk’ aramak, düşebileceğimiz ilk şeytanî tuzaktır. Hayır; biz temizdik, iyiydik; hakkı temsil durumundaydık. Onların kötülüğü ve kötü tercihlerinden sorumlu değiliz. Onlar mayasının hükmünü icrâ ediyor; iblis de öyle… Dünyanın zembereği böyle kurulmuş! Belki, meşhur hoşgörü ve herkesi kendimiz gibi sanma saflığımızdan bahsedilebilir; ama bu, mevcut kötülüğün ölçülerine bakınca, pek mâsum bir aldanma olmaya mahkumdur. ‘Lâyık olunduğu gibi yönetilme’ uyarısı ise, bu tablonun dışındadır ve değişik bir ‘durum’a delâlet eder. Yâni, bazı şerler bizzat şerdir; her şerden hayır doğmayabilir!

Eskiden bizden de kötü çıkardı veya kendimiz kötülük ederdik; hâlen öyledir. Ama bu şahsî ve geçiciydi. Yine bazen, kötülerin sayısıyla birlikte yaptıkları da katlanılmaz ölçülere varırdı. Bu da geçiciydi. Ne zaman ki, kötülük ve onun sâiki nefret kurumlaştı, âhir zaman fitnesiyle tanışmış olduk. Bu, gerçekten zor bir sınavdır.

Mevcut kötülük çok güçlü bir nefrete dayanmadıkça, bu derece etkili ve kalıcı olamazdı. Bilinen hoşgörü ve sevgi dünyamızın onlardan kurtulmaya yetmeyeceği belliydi, karşımızda değişik bir düşman vardı. Ve biz, bekledik...

Bekleyiş, tahammül sınırlarını zorlamasına rağmen -hâlâ- sürmektedir. Biz, bu tür bir bekleyişin sonuç vermediğini ve hemen terk edilmesi gerektiğini söylüyoruz. Hayır; mevcut kötülüğün panzehiri iyilik ve sevgi değildir! Ona en iyi cevap kendinden daha üstün bir nefret olmalıdır. Bunun reçetesi ise Kur’an’da apaçık bildirilmiştir: Allah rızâsı için nefret! Evet, nefret Allah rızâsı için olursa meşrû ve saygıdeğerdir.

Kimileri bazen şahsî kâbiliyetle elde ettiği kısmî rahatlığı, sistemin erdem(!) ve güvenirliğine delil diye sunar. Bu tutum, kendine pislikte boncuk arama sapkınlığında benzerlik arayabilir! Şahsî kâbiliyet zekâ, bilgi, konum, şans, para, sosyal ayrıcalık (Zengin veya mevkî sahibi olmak, aşîret mensupluğu gibi), beden ve kas gücünden ibâret izâfî bir kabuldür. Kimi zaman da karşı tarafın ‘iyi ânı’na rastlanabilir; bundan kötüler adına iyimser bir tavır üretmek -en hafif benzetmeyle- ahlâksızlıktır!

Nefret kurumlaşabilir mi; evet! İyilik ve sevgiye rağmen mi; evet!

Sistemli fakirleştirme, sistemli câhilleştirme, sistemli baskı ve sistemli nefretin kurumlaşmış ifadesi olan devlet… Ve o devletinamplaya domestiq yöntemle devşirdiği sivil, üniformalı memur ve sözde aydınlara duyulacak nefret, bir asra yaklaşan baskı ve zulümden kurtuluşumuzun ilk nüvesini teşkil edecektir. Niye? Yeniden bir sevgi medeniyeti kurabilmek ve Müslümanca yaşayabilmek için...  Bu, insanlığın da biricik kurtuluş yoludur.

Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları 

TUZ KABAĞINDAKİ TÜTÜN

Bugün işi başından aşkındı. Bir şeyler kurduğu zamanlar hep böyle koştururdu. Sabah güneşle birlikte dama girmiş, hayvanları sopalamış, sonra yerleri kürümüştü. Şimdi ise iki inek ve bir dana ardında çayırdaydı. Bir ara onlarla ilgisini kesti ve yapacağı asıl işe yoğun­laştı. Düzeni çoktan hazırdı, iyi bir al kurmuştu, işi dek ile bitirecekti. Gününü bekliyordu. Düşününce bu gecenin uygun olduğuna karar verdi. Ölümcül değil ama sarsıcı bir intikam tasarlamıştı. Bu cılız gövdeyle tokat kapısından süzülmek kolaydı, ambarlar da hemen sayvan altındaydı. Gecenin leylî vaktinde girecek, beş gündür sarılı bekleyen çıkını koca ambarın altına bırakacak ve yarın Karantı’ya inip ihbarını yapacaktı. Gerisini merak etmiyordu. Doğ­rudan candarma mı gelirdi, yoksa kolcular mı; artık Uzatmalı’nın paşa gönlü bilirdi.

Dere boyunda çakılı eşek bir evlek ötede otlayan öküzlere doğru anırdı. Sese dik­kâti dağıldı. Nedendi bilmez, çoğu eşek öküz görünce aşka geliyordu. Herhalde boynuzları kıskanıyorlardı. İşte. eşeklerin bu huyunu beğeniyordu. Kendi ettiği eşeklikler ise darb-ı me­sel olmuştu. Doğruya doğru, kıskançlık timsâli bu sâkil varlıkları hiç kıyamazdı. Arık Hasan dendi mi bilmeyen, adından irkilmeyen yoktu. Ufak tefek, kara kuru epey arıktı. Arıktı ama sağlam çarıktı! Selam vereni azdı. Kendisini görüp yol değiştirenlere arkalarından söverdi. Kahvede yalnız oturur, çayını tek söyler, biriken borcunu cumaları yumurtayla öderdi. Kendi­ne göre sinsi bir hayat süren Arık Hasan, avlu kapısından girer girmez bir canavar kesilirdi. Evde sini kurulup yemek yenmesi de bir işkenceydi. Ortaya konan kakaleyi beğendiği görül­memişti. O gün atılmış somunları bile bayat diye kapıya fırlatırdı. Sövüp saymadan, çoluk çocuk tokatlamadan sofra başından kalkmazdı. İçten pazarlıklı, müzevir ve biraz münafıkça birisiydi; pek muhanattı. Eşek şakası yapmayı âdet edinmişti.

Milletin kıtlık çektiği, onun zıtlık ettiği zamanlardı. Ahâli et nedir, kurbandan kurbana görürdü. Bir iki zengin, bayramda fukaraya sofra açardı. Arık Hasan kim kurban kimdi... Bir keresinde, içinden gelen eşeklik etme arzusuna karşı duramadı. Sırıtık bir yüzle kahveye girdi ve davet bekleyen sekiz on garibanı eve yahni yemeye götürdü. Yolda dudak ucuyla gizliden gülüyordu; yine hinliği üstündeydi. Avlu kapısından girenlere az beklemelerini, içeri haber vereceğini söyledi. Mırıldanır bir sesle ‘Çabuk sofrayı kurun, mari” deyip sözde kocakarıya seslendi. Sonra dizmelerin ardına sindi, emekleyen adımlarla yan komşu çitini aştı, öbür so­kağa ulaşıp yeniden kahveye gelip oturdu. ‘Ne o yahni bitti mi’ diyenlere boş boş baktı. Tek çay söyledi, yan cebinin dipsiz derinliğinden çıkardığı kuru üzümle kırtmaya başladı. Ziyafet bekleyenler sabırsızlanmıştı. Yükselen homurtuya dışarı çıkan Yenge ‘hayırdır’ dedi. Fazla söze gerek yoktu; iş kabak gibi meydandaydı. Kadıncağız “Hasan Agan sizi kandırmış. Bizde kurban ne gezer. Olsa da yesek’ diye söylendi, öf pof ettiler; küfürler yuvarlandı. Mübarek bayram günü ağızlarını bozdular.

Üç ayı geçiyor İsmail Ağa’yla anmaya değmez bir meseleden ötürü küstü. Evleri de çapraz karşıydı. Dargınlığı hayat tarzı haline getiren Arık Hasan’ın horoz öttü tavuk gıdakladı bahanesiyle sürtüşmediği komşu kalmamıştı. Bu da onlardan biriydi. İlk önce sıradan bir tedirginlik olarak başlayan bu durum gittikçe içinde kök saldı, dallanıp budaklandı. Tabiî rakip olarak gördüğü bütün hasımlarının vebâlini İsmail Ağa’ya yükledi. Okkalı bir gözdağı, burun sürtülmesi, gün göstermesiyle birlikte toplu bir hesaplaşma kabaran kinini -ancak- yatıştırabilirdi. İsmail Ağa’nın tütün içtiğini biliyordu. Malına mülküne, öküzüne mandasına, çoluk çocuğuna ve iki karısına güvenip uluorta tabakasını açıp sarma tüttürmek ne demekmiş görecekti.

Eli boş varmak olmazdı iki kalıp peynir çıkarttı, sepete otuz kırk yumurta dizdirdi ve Karantı’ya yola koyuldu. İyi karşılandı. Hesaplı bir mahcuplukla olanı biteni anlattı. Aslında bu iş kendine düşmezdi ama. komşusu muhtarı elde etmişti. Kolcularla da sıkıfıkıydı. Herif, resmen tütün tüccarıydı. Tâ Bursalara balya yıktığı söyleniyordu. Ambarlatın içi tütün doluydu. Faize verdiği borçları kırım zamanı tütünle ödetiyor, malı ucuza kapatıyordu. Bütün köy şerrinden bezmişti. Ağzı da hiç torba değildi. Kahve ortasında ‘Bu zulümler elbet bitecek, yeni parti kurulacak, kolcuları mapusa tıktıracağım. Uzatmalı’nın pırpırlarını söktüreceğim. Tütün yasağı da neymiş, Re-Ce de neymiş, hepsi yiyici, diktatör bunlar. Ağababaları da tepetakla gidecek. Allah’ın izniyle çok yalanda ezan gene Allah-u ekber diye okunacak. Hacıya da gideceğim, anasını satayım’ diye konuşuyordu.

Eğer doğruysa, dönen rüşvete yeşillenen Sivaslı Uzatmalı Çavuş, ezan lafı geçince yerinden fırladı. Bir ân irkilen Arık Hasan, bu hıncın din aşkına olduğunu anlayınca toplandı! Kendisine düşen haber vermekti, gerisi onlara kalmıştı. Bin bir temennayla kıçın geri çıkarken, Uzatmalı Allah kitap ayırmadan hedef mülteciye ana avrat düz gidiyordu. Genç cumhuriyet kaçak tütün gibi hayâtî meseleleri takip ederken irtica boş durmuyor, ilk fırsatta hortlamaya yer arıyordu. İşte buna izin verilemezdi. Hâdiseye bizzat el koydu.

Arık Hasan gelişmeleri tokat kapısı aralığından seyrediyordu. Silahlılar gecikmeden gelip evi sarmıştı. Karı kızan çil yavrusu gibi ağlaşıyordu. Kimse seyir niyetine bile olsa sokağa çıkamamıştı. Adamlar elleriyle koymuş gibi ambar altındaki tütün çıkınını bulmuştu. İsmail Ağa türlü itirazla yalvarıp aman diliyor ‘İftiraya uğradım, bu tütün benim değil’ diyordu. Yediği dipçiklerden ağzı burnu kan çanağına dönmüştü. Adamlar acıma, insaf nedir bilmiyordu. Herifi çoluk çocuk ve iki karısının gözü önünde falakaya yatırdılar. ‘Ötekiler nerde lan?’ deyip veriyorlardı küsküyü... Bayılmazdan önce içerde bir parça tütünü daha olduğunu itiraf etti! Babasının doksanüç göçünde Razgrad’tan getirmeyi başardığı iki fincan yanında duran tuz kabağındaki sekiz on sarımlık tütünü de zapta geçtiler. Acıkmışlardı. Ağlaşan feraceli kadınların kurduğu sahra yemeği bitmeden İsmail Ağa ayıldı. Bağlayıp yedekte Karantı’ya doğru yola çıktılar.

Karakol faslı herkes için üç dört gün iken, irtica sorgusu işi uzattı. Sivaslı Uzatmalı’nın tatmin olmaya niyeti yoktu. On iki gün sonra karakolun önüne attılar. İlk günden beri nöbetleşe bu ânı bekleyen iki yeğen, tedbirli bir ürküntüyle amcalarını öküz arabasına uzatıp Hamidîye’ye getirdi. Uzatmalı, her şeyi kirli pencereden seyretmiş ve sızan bir sesle ‘Geberesin yezit. Haddini bilesin. Tuz kabağına bile tütün saklamak hâ, ezan hâ!’ demişti. Ardından palaskasını çekiştirip kapı önünde susta bekleyen candarmaya ‘Bak hele, kahvem nerde kaldı lan!” diye bağırdı.

Eye kemikleri kırıktı, göğsü acıyordu, insanlıktan çıkmıştı. Karın ağrısından kıvranıyor ‘Sidik içirdiler’ diyordu. Başka ne yaptılar diye soran bakışlara eziliyor, yan dönüp hıçkırıyordu. O zaman ziyaretçiler her şeyi anlamış olarak helâlleşip ayrılıyordu. Çıkma üstünde çarıklarını çekiştirirken ağırdan alıyor ‘Te be, erkek adama bu da yapılır mı’ deyip baş sallıyorlardı.

Tam yirmi gün cebelleşti; inat etti, ölmedi. İki büklüm kendi başına helaya çıkmaya başladı, bir iki kere camiye gitti. İki kadın ise aralarındaki sürtüşmeyi erteleyip üzerine titremişti. Gizlemeye uğraştığı bir utançla ‘iyiyim’ demeye çalışıyordu. ‘Allah düşmanıma vermesin. Bunun yanında gâvur eziyeti hiç kalır. Kim yaptıysa bu kancıklığı. Allahından bulsun’ diye ileniyordu. Dışardan iyileşmiş görünüyordu, ama ezen bir utanç içini kemirdikçe kemirdi.

Tıkırtıyı ikisi de duydu. Tembihli olduklarından dışarı çıktığına yorup kalkmadılar. Aysız bir yaz gecesiydi. Küçüksu döktü, sonra ev önündeki yarım ibrikle abdest aldı. Dama girip çıktı. Elinde sarkan bir şeyle tokat altına yürüdü. Gözü tütün çıkınını buldukları ambara kaydı. İtici bir gülümsemeyle yüz ekşitti.

İlk önce Küçük Yenge uyandı. Hayattaki bozulmuş yatak boştu. Sakın düşüp kalmasın deyip dışarı seyirtti; helada yoktu. Açık dam kapısını örttü. Yine namaza gittiğine kanaat getirmişken, tokat altında sallanan bir karaltı fark etti.

 O sabah atılan ölümcül bir çığlığa uyanıldı.

Osman Kibar 

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

Online dergiler Online dergiler