Osman Kibar

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

TİMUR’UN ZULMÜ

Ankara’da münteşir yarı-resmî bir gastenin ön yüzünde akşam üzeriye yakın şöyle bir haber belirdiği görüldü: Riyaset-i Cumhur Senfoni Mızıkası halkımızı tenvîr içün taşra turnesine çıkacak. 

Sivas’ta

Şehir, tamıtamına tam kır bir gündür kanım kanım kaynıyordu. Kırk bir kerre maşşallahtı yâni... “Bir bulut kaynar Sivas elinden” türküsü bile, ayyûka çıkmıştı. Müthîş, fevkâ’l-  âde ve hummâlı bir şeyler oluyordu veya olacak olan öyle bir şeye hazırlık vardı. Kasa kasa ‘clupracıa’lar, teneke teneke ‘gömme racıa’lar depolanmış, türlü türlü mezeler istiflenmişti. Her şey bitmiş gibi, kuşsütü eksikliği gözardı edilircesine ‘havyâr’ tedârikine bile düşülmüştü.

Şehir, tam-tekmîl, ilaveten, kazâ ve yakın köyler dâhil, kırk bir gün sonrasında Temsil’de olacak şekilde âyarlanmış, organize edilmiş, motivelenmişti. Herkes, olacak olan şeyin farkındaydı; bu, mutlaka mühîm ve önemli bir şeydi... Yoksa, bu işe ne vâli, ne memurlar, ne ‘pılis’, ne de ‘candırma’ ve dahî bucak müdürleri böyle asılmazlardı.

Nutuklar îrâd ediliyor, beyan-nâmeler neşrediliyor, âmir-memur ictimâları, sabahları buluyordu. Herkes vazîfesine müdrîk olaraktan, hummâlı bir gayret, hattâ ve nerdeyse seferberlik hâlindeydi. Âmir-memur karıları bile, mûtâdın aksine, sevgili eş ve evdeşlerine daha bir anlayışlı olmuşlardı. Kırk bir gün içerisinde yapılacak plânlı-plânsız bütün balolar, çilingir’ler iptâl edilmişti. Kırk bir gün çabuk geçerdi ve hattâ çabuk geçen bu günlerin sonunda olacak olan fevkâlâde hâdise, bir sene idâre olunacak bir balo müessiriyyeti icrâ edecek derecede mühîm addolunabilirdi ve dahî öyleydi.

Dekolteler, tuvaletler, süsler, takılar, kordonlar, donlar, fırfırlar, korseler, losyonlar, ojeler, telli cigaralar, tabakalar, ağızlıklar, köstekli saâtler... neler neler... Hepsi tedârik edilmişti bile. Hattâ, vali beyfendi’nin muhterem refîkalarının tâ İstanbullardan terzi ve berber getirttiği lafları dolaşıyordu. Hattâ ve hattâ, ricâlden üç âdet zâtın, yeni evli bir kâtip namzedinin beyaz tenli, üç aylık yeni gelin ve pek güzel, pek şûh, dâvetkâr bakışlı hanımıyla dans için, düellosuna münâkaşa ettikleri iddiâsı, gizlenmez bir şayiâ hâlini almıştı.

Hanlar, otel edildiler. Çevirmelikler, pilavlıklar, külbastılıklar, haşlamalıklar, kuşbaşılar, kızartmalar... vesâireler, cömertliğiyle temâyüz etmiş(!) köylerden ve köylülerden, o fedâkâr yurttaşlardan hayrına -ve/fakat candarma mâ’rifetiyle- devşirilmiş, kesilmeye hazır ve yenilmeyi bekler duruma getirilmişti.

Komşu vilâyetler hasetlerinden çatlayabilirlerdi! Telgıraf-hâne günübütün meşgûldü; hezerân(binlerce) te-le-gıraflar keşîde edildi(çekildi); hürmetler ve muhabbetler teâti olundu. Muhâberât memurları yorgunluktan bî-tâb ve bitkin düştüler. Hemen akabinde ise, ‘acabâ kendi vilâyetlerine de vâki dâvetin mümkün olup olamayacağı, varsa, dîger denenmesi gereken usullerin neler olabi-leceği’ yollu ricâların ardı arkası kesilmiyordu. Hepsine, usûlüne uygun ‘hayır’ cevapları, muzafferâne bir edâ ve uslûpla verildi. Bî-lâ-mecbûr teskîn oldular; bir ikisine tesellî kabîlinden, konsere dâvetli olma şerefi bahşe-dilmişti.

Halk ve ahâli önemli bir gelişme veya olay bekliyor ama, adını koyamıyordu. Adam asılmasına alışmışlardı; fakat bu hengâme, biraz daha farklıydı; daha önemli bir şey olacak gibiydi. Nihâyet, ağzı torba olmayan bir iki kâtipten duyulanlar, kahvelerde “Asrîyet geliyômuş” şeklinde söz kalıbına döküldü. Tedbirsiz, câhil, boşboğaz bir iki mürtecî, hemen boynuna davulu astı: “Çalgıcılar geliyômuuş... düdükçüler geliyômuuş... lan, bildiğin zurna-cıymışlar...” deyin, laflayınca, provakatör addolunup haklarında lâzımgelen muamelât derhâl tatbîk olunuverdi.

*

Beklenen gün, nihâyet geldi.

Dîger günler nasıl geliyorsa, o da öyle gelmişti. İlk önce horozlar ötmüş, sonra güneş doğmuştu. Güneşin ilk ışıkları her yeri; -özelliklegar’ı- pek tezyîn edilmiş, pek süslenmiş bir Sivas’ı ortaya serivermişti.

Beklenen tiren, nihâyet geldi.

Dîger tirenler nasıl geliyorsa, o da öyle gelmişti. İlk önce düdüğü ötmüş, sonra kendi görünmüştü. Tiren-dekiler, Sivas’ı, kendileri için, hazır buldular. Ve bir Anadolu şehri için düşünüldüğünde, karşılama, seremoni ve protokol de -lütfen- tatminkâr addolundu.

*

Konser üç gün tehîr edildi! Adamlar, herifler, şefler, kemanlar, viyolanseller ve dîgerlerinin dinlenmeye, kezâ istirahâte ihtiyâçları vardı. Mıntıkaya intibâk sarûreti hâsıl olmuştu.

                               Dağ gibi et yığıldı

Göl gibi rakı dağıldı

                               Kızlarla yatanlara kızıl keçe

                               Karılarla yatanlara kara keçe, serildi.

                               Attan beygir, deveden eşşek kırıldı

                               Yiyemeyenler birbirine darıldı

Nice cigaralar sarıldı

                               Eller elledi, beller yelledi

                               Zevk feryâdları göğe yükseldi

                               Her şey fevkâlâde güzeldi

                               Az zamanda çok hedeflere varıldı

                               Sanki, yer delindi de gök yarıldı

                               Hânım heeyy!

 

Salon konserinden vazgeçildi!

Binlercesi çarıklı san’ât ve asrîyyet âşığı yurttaşı orada zapt u rapt etmek mümkün görülmüyordu.

Alenî bir meydân konseri... Niye olmasındı!? Ve meccâne(bedâva)... Efendiler râzı oldu; bâğzı bây ve bâ-yanlar ‘eh’ dediler. 

ve... Konser’de

Potinli, iskârpinli ama, binlercesi çarıklı ve çarıksız ayak meydânı doldurdu. Pür-dikkât ve sükûnet... âcip bir sessizlik...

Mûtâd takdîm ve akord egzersizleri tatbîk olundu. Bir sürü siyâh elbiseli, bıyıksız veya tırtıl ya da dama bıyıklı; saçları geriye yatık; pancar benizli, çoğu tombul adam, ellerinde, kucaklarında, sırtlarında parlayan sarı, beyâz türlü âletle ahâliye cephe aldı. Yüksek bir kâide üzerinde oturuyor ve hiç konuşmuyorlardı. En sonunda, nihâyet, arkasındaki yarık sırtına değin uzamış, zayıf, uzun bir âdemoğlu çıkıp bu insan yığınına karşı iki büklüm eğilip ânîden arkasını dönmüş ve elinde bitiveren bir ucu sivricenek değnekle, bâzı garip hareketlere başlamıştı. Şaşırıp kalabalıktan da eğilip bükülmek isteyenlere ‘hööt lan!’ yollu, nâzikçe îkâzlar yapıldı. Eli çubuklu, palto-sunun etekleri sivri ve uzun boylu adamın, bir iki çırpın-masından sonradır ki, ilk ‘gürültü’ duyuldu. Sonrasında dîger gürültüler... Sesler, feryâdlar, inlemeler, ıkınmalar, tazyîkler; teneke, zil sesi; gıcırtı, bağırtı, anırtı... Bir vâveylâ koptu kim... Sonra, bu hengâme Sivas semâlarını bürüdü bürüdü...

Yırtık etekli adam, zaman zaman halka dönüyor, belden yukarısıyla eğiliyor, sağ eliyle yarım dâireler çiziyor, hemen yine sırtını çeviriyor... Geciken alkışları, müstehzî(alaysı) ve/fakat aflı nazarlarla kabûl ediyor... Bir heyûlâ, bir hengâme, canhırâş gayretler... İllâ-velâkin o gürültü... demir, boru, teneke sesleri...

Duyma özürlü, işitme engelli bâzı yurttaşların bile, bu gürültüye bî-gâne(ilgisiz) kalmadıkları müşâhede edile-biliyordu.

Eteği uzun yırtmaçlı herif, tam üç saâtin sonunda teskîn olunabildi. Ve son kerre san’ât-perver yurttaşlara dönüp ve yine sonreveransını yaptı. Korku ve şaşkın-lıktan afallamış kişioğulları, ancak o zaman ‘gürültü’nün dinmeye yüztuttuğunu sanabildiler.

                -Yurttaşlaa-AA-aarrr..!

                -???

                Ahâli, küşâd merâsiminden çok -bir daha- irkildi.

                -HHeeeyyy... Anadolu halkı!

                -???

                (Muhâtaplar, kime hitâp edildiğini anlamak için, sessiz bakışlarla etrâfı süzüyor).

                -... muhterem Hemşehrîlerim! Sayyın bâylar ve saygıdeğğer bâyan hanımlar! Bu san’ât ziyâfeti, bu müm-tâz konseerr... maâ’l-esef burada, şu saâtte hitâm bulmuş-tuurr... öh-hömsj... efem, Ankaralardan tâa buralara gelme tenezzülünde bulunuup... eeh... sânîyen, huzurlarınızdaa... nezîh hazîrûn... şimdii... bendeniizz... yaşşasıınn... binâen-aleyh... hatt-ı zâtındaa... hâl-i hazırdaa... öh-hömsz... sâye-i âlîlerii... zât-ı şâhânee... ebedî şeffimmiizz... niyâzî-mmiizz... gâzîmiizz... garb medenîyyetiylee... senfoniaa... konçertoo... orkestraa... baloo... tâ’zîmlee eğiliirriizz... hıcjkz! arzzss... edeerriimmsszzşşşhhııjjzzkccggğaarkjz...

                -...

                -!!!

Yüksek kâide üzerinde duranlar, pek çok hediyeyi, parlak kâğıtlara sarılmış çiçekleri ve kendilerine uzanan boyalı yanakları kırmayıp kabûl buyuruyorlardı. Mufassal tebrîk seansları yaşandı. Nice nice ‘bâyan-hanım’ öz bedenlerini takdîme varan sitâyişlerle(övgülerle), bu asrî müzik üstâdlarını kutlululayıp helecandan tir tir titreştiler. Tez güne yeniden beraber olmak temennî ve ricâları tecdîd ediliyor(yenileniyor), bir lütutkâr jest için ne diller dökü-lüyordu.

Kapanış konuşması ve lâzımgelen hitâm ve seremoni biraz uzun sürdü. Ama ya o alkışlar... Alkışlar, kesâfet kazanmış olarak hiç durmuyor, hatibi rahatsız edecek reddede âzamîleşiyordu. Nice gözler yaşardı ve nice yürekler medenîyyet aşkıyla çarptı da çarptı...

İşte, medenîyyet buydu...

İşte, asrîyyet buydu...

İşte, Anadolu buydu...

Bu necîp halkı Garbîyyete intibâkta kaâbiliyetsiz zannedenler, gelip de görsünlerdi. Garp müziği, ekümenik kilisia icrâsı, Şark’a galebe çalıyor ve alkışlar, hiç mi hiç kesilmiyordu; bu gerçek bir terakkîydi. Hayâl sanılanlar ümîd; ümîd zannedilenler hakikâtti; hakikât olanlar ise...

*

Mûsukîşinâs topluluk, dipçik ve copun verdiği müsaâdeyle ve hemen dağılıverdi. Konukları teşyî için, mülkî ve idârî erkânı, dahî ekâbirleri yeterli görmüş olma-lıydılar. Kimse yüksünmedi; âdâb-ı muâşeret cihetinden henüz kâfi terbiye almadıkları belliydi. Her şey yavvaş yavvaştı, bi’t-tabiî... 

*

Matbûât mensupları, harıl harıl halkın içine, ahâlinin üstüne üştüler. Bu mûsukîşinâs ve san’âtperver topluluğun mümeyyîz ve mümtâz intibâlarını almak istiyorlardı. Hepsi de hayretler ve gayretler içerisindeydi.

Fakat, o da ne!

Yurttaş duygularını gizliyor, yabancılarla paylaş-mıyor ve konuşmaktan imtinâ ediyordu. Amman

Tanrım, ne tevâzû, ne haşyet, ne vakâr... ve ne centilmenlik... Bu ve böyle vâ’zıyed ler Garp’ta bile ve hattâ Garp inteli-jansiyasında bile görülmezdi.

En sonunda...

İstanbullu hızlı, işbilir bir muhâbir, altmış küsür yaşlarında çarıklı bir dinleyiciyle râbıta te’sîs edebildi.

Bu, gerçek bir Anadolulu, hakîki bir köylü; bâkir bir mûsukî müptelâsı intibâı veren, alçakgönüllü, mapçûp, iddiâsız bir efendi; soru sorulabilir ve dahî cevap alınabilir bir yurt-taştı. Hızlı muhâbir daha beklemedi ve ona tevcîhen:

-Beyfendi, acabâ konseri nasıl buldunuz?

                -...

                Yurttaş, âlim değil ama â’rifti; zavallı adamcağız, sağını solunu tarassût edip ürkekçe bir göz gezdirdikten sonra, muhâbirin kulağına eğildi ve şöyle fısıldadı:

                -Dinle, Efendi! Sivas Sivas olalı, Timur’dan beri böyle zulüm görmedi.

 Osman Kibar 



* 1243, Kösedağ Savaşı’nda Selçuklu Hakanı II. Gıyaseddin Keyhusrev’in ordusu Moğol Beyi Baycu Noyan’a yenildi. Bu yenilginin sonuçları çok acı ve utanç verici olmuştur. Baycu Noyan hudutsuz bir sindirme ve soykırım yapmıştır. Bu katl-i âmların en dehşetlisi Sivas’ta yaşanmıştır. Olanların acı hâtırâsı günümüze kadar taşınmış ve/fakat yanlış olarak “Timur’un zulmü” biçiminde anılmıştır.

 

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları 

ÂLİMİN ÖLÜMÜ

Erol Beğ 24 Nisan 1983’te vefat ettiğinde kırk beş yaşındaydı. Kırşehir 1938 doğumluydu. Kırşehir âhi geleneğinin önemli merkezlerinden birisidir; dedesi Hâfız Osman, Âhiler Beldesi âhi tekkesinin son şeyhiydi. Erol Beğ’in yetiştiği âile ve çevre böyle olmakla birlikte, çocukluk dönemi Türkiyesi için güzel şeyler söylemek mümkün değildir. Selçuklu mirası bir câminin kitâbesini kazma ile parçalayan, Rum maşatlığından topladığı istavrozlu taşları şehir müzesinde sergileyen tarih öğretmeni kimliği karşısında dehşete kapılan bir çocuk... Erol Beğ’in sistemle doku uyuşmazlığını, yalnızca bu örneğe bağlamak -elbette- yeterli görülemez. Ama manzara ve tuvaldeki kan rengi kullanım oranı bununla sınırlı kalmadığından, belli bir fikir vermesi beklenir. Evet ‘beklenir’; bu ifadeyi uslup tarzında, temennî tadında ve Türkçe güzelliği sunumunda bize kazandıran Erol Beğ’di. Doğrusu, yirminci yüzyılı bekleyiş halinde bir kaybediş olarak yaşamış kara yazgılı millet, bu kelimeye hiç de yabancı sayılmazdı. Erol Beğ, cümleyi ‘...beklenir’ diye bitirirken ‘gerekir, umulur, doğrusu budur, yakışır, yapılmalıdır, görevidir’ diyordu; ‘beklemek’ fiiline kazandırdığı ve terim tanımına yaklaşan bu yükleyiş bile onun uslubu hakkında yeterince aydınlatıcıdır. Ayrıca o, okuru yücelten bir niyetle ‘aydın dili’yle yazmış; uslubunu ağır bulanlara ‘Okuyucularımıza sokak ağzıyla hitap etmemiz beklenmemeli” karşılığını vermiştir.

Erol Beğ “Bağdat’ın dışına çıkmamış Fuzûlî’nin eserlerinde bir tek Türkçe yanlışı görülmezken, (sözde) profesörlerin yazdığı makâleyi anlamakta güçlük çekiyoruz” derken, dil hassasiyetini ortaya koyuyordu. Ama o, kelimeden çok cümleyi öne çıkaran, cümleye yeni ifade kâbiliyet(ler)i kazandıran, dil hâkimiyetinin kimyâsını öğreten bilge kişiliğiyle temâyüz etmişti. Onda birikim itibâriyle eski yeni çelişkisi yoktu; oluş, oluşun içindelik ve oluşa yön verme biçiminde tanımlanabilecek bir iddiânın temsil kimliğiyle konuşuyordu. Haddimizi aşma pahasına, onun için Kur’an’da ifadesini bulan şekliyle bir âlimdi demek isteriz. Binâen-aleyh, “âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir” sözündeki hikmetin tecellîsi olsa gerek, onun ardından onun gibi -veya onu aşan- bir âlim çıkaramadık. Bu satırların yazarı -yine de- A. Tûran Alkan, Tâhâ Akyol, Mustafa Çalık, Prof. Dr. Mustafa Erdoğan gibi bir elin parmak sayısını bulmayan adı onun vârisi olarak görmüştür.

Erol Beğ, kıymeti kendinden menkûl Z. Gökalp için “Türk kültürünü en yanlış anlayanların başında gelir” tespitiyle bir tabuyu daha yıkıyor ve anılan kişinin kitabına ad yaptığı ‘yeni hayat’ın aslında ne olduğunu cesur bir tavırla ifşâ ediyordu (Fakir, buradan hareketle ve/fakat ancak ikinci okuma sonunda hocayı anlayabilmişti: Yeni hayat ‘yeni din’ demekti!). O, sistemle ilgili olarak Osmanlının tasfiyesi ardından batı taklidi bir hayat tarzının vâdedildiği bilgisini verir. Devamla, herhangi bir sosyal-siyâsî sistemin başarı ve başarısızlık tartışması için ise, elli yıllık bir sürenin yeterli ve mâkul sayılması gerektiğini söyler.

Erol Beğ, her şeyde olduğu gibi yine çerçevesini İslâmın çizdiği, kültüre dayalı bir milliyetçilik görüşünü benimsemiş ve bu görüşün esaslarını kuran birisi olmuştur. Salt milliyetçilik (nasyonalizm) düşüncesine ise muhâlefet etmiştir.

Erol Beğ, ilmî kimlikli cesur kaleminin yanında velûd (üretken) bir yazardı. Değişik dergi ve gazetelerde çıkmış pek çok deneme ve makâlesi vardır. Günümüzde pek erbâbı kalmamış ölüm ardı (nesirle mersiye) tarzındaki yazısı, hocası Mümtaz Turhan’ın ölümünden iki yıl sonra yayınlanmıştır. Dündar Taşer’i anlatan deneme ise, vefâ borcunu edâ olmakla birlikte türünün en seçkin edebî örneği kabul edilmiştir.

Erol Beğ’in kitapları 1975’ten itibâren yayınlanmaya başladı: Türk Kültürü ve milliyetçilik, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, Dünden Bugüne, İslâmın Bugünkü Meseleleri, İslâm Tasavvufunun Meseleleri; ölümünden sonra yayınlanan Sosyal Meseleler ve Aydınlar; akademik çeviriler ve sayısız deneme, makâle... Ama biz âcizâne- en önemli eserinin Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik olduğunda ısrarlıyız.

Üniversite yıllarında Osmanlıca okuyup yazmayı öğrenen; 12 Eylül rejimine rağmen rektörlük görevi üstlenen; âlim sıfatıyla mümeyyiz; üstün bir cesaretle cârî sistemin ilmî tenkıydini yapmış, tabuları yıkmış; fakirin gıyâbî öğrencisi olmakla övündüğü Erol Beğ’in ruhuna fâtiha...

Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

YARIM ŞEYLER

Yarım kalmış aşklar yarım kalmış mektuplar yarım kalmış intikamlar yarım kalmış uykular (bölünmüş de olabilir) yarım kalmış generaller (albay, miralay cinsinden) yarım kalmış doc.dr.’lar yarım kalmış lise öğretmenleri... ve hepsi yarım: Yemekler, inekler (buzağıyken kesilenler) ama yarım nefret yoktu, yarım (azıcık) hamile yoktu, yarım elma vardı (o da sırf gönül almak içindi), yarım kilo domates biraz biber iki yumurta vee gelsin melemen! (Atgm. Kubilay mı, o da kimdi lan!) Yarım inşaat, Yarımcalı Yusuf (Kuyucaklı da olabilirdi), yarım yangalak (nedense hemen arkadan akla dangalak gelir) yarım kat çıkanlar, yarım yamalak iş yapanlar... Yarım işe karşılık yarım çiş zordur. Yarıyarıya, yarıcı (galiba ortak demek oluyor). Yarıcı ile Arıcı, Yarıcı ve Karıcı, Yarıcı & Darıcı Holding… Yardılar beni âbi... tam dört yerimden. Oysa intiharım sonrası yarmasınlar beni, otopsiden korkarım diye not bırakmıştım, dinlemediler. 

-Lan yarma!

-Efendim âbi?

-Töbe töbe... ancak bu kadar olur bi adam.

-Sizi anlıyorum.

-Hoppalaa bu da ne şimdi... Hani kendine saygı, hani kişilik, hani izzet-i nefis?

Aman arpa buğday yarmalar / Amman zeytinyağlı sarmalar

Sevdadan vereme karmalar / Madalyalar apoletler armalar

 

-Balak diyôm Balak... bildin mi?

-Gerçi malak gibi teleffuz ettiniz ama Elazizli Balak Gazi oluyôdu dî mi o.

-Yook, bak bunu ben değil siz dediniz. Hemi de hemen az önce demin şincik ramak kala ânında elan bir ân nâgehan... Ama haklısınız isabet kaydettiniz, kutluyorum.

-Hani bizim sokakta bi Nagehan Teyze vardı, hatırlar mısın?

-He yaa... hiç unutur muyum, hükümet gibi karıydı walla.

-Bi de kızı vardı Ayla diye bizim yaşlarda, bi assubayla mı ne evlenip gittiydi.

-Geçmiş gün yâhu, pek çıkaramadım. Neyse...

*

İşleri yarım bırakırdı, işlerini de öyle. Başladığı iki üniversite de bitmeden yarım kalmıştı. Yazıları kazıları yarım, bazıları da yarım. Bazıları yarımsever olur denmiştir, hem de yardımsever olmak varken. Bir elmanın iki yarısı, Dimitri’nin de karısı derdi, bir tekerlemeydi ve (b)öyle demeyi seçmişti. Bilir misiniz tekerlemelerin seçme ve seçilme hakkı vardır, sanılanın aksine bu durumu pek bilen yoktur, tekerlemeyi tekerlek bile sananlar da çıkmıştır zaman zaman.

Vecihi Beğ son günlerde gene düşünür olmuştu. Durmadan düşünüyordu, yalnızca düşünüyordu, vazgeçilmez bir düşünce düşkünü olup çıkmıştı. Bazen düşünme üzerine de düşündüğü oluyordu, yorulmuyor düşündükçe düşünüyordu. Yarım kavramı üzerine düşünmesi yarım kalmıştı. ‘Olsun, sözkonusu düşünme türünün adı bile yarım, yarıda kalması -bu yönüyle- kabuledilebilir bi şey oluyor’ diye de düşünmüştü.

Vecihi Beğ son günler olan o anki zaman diliminde düşünme’den akıl yürütmeye, faraziye nazariye tahmin teori önerme yakıştırma öylesanmaca arasında mekik dokumaya başladı. Sekiz ev ötede oturan emekli assubay bir Alpay Yılmaztaş vardı. Emekli albay adını andıran bir adı, üstüne tapulu evi, hepsi de kız iki çocuğu, sekiz yıl önce boşandığı eski karısı (karı kurtuldu diyenler de olmuştu), iyi bir emekli aylığı, dolgun bir çevresi... Kahvesi kumarı yoktu. Haftada bir, perşembeyi cumaya bağlayan gece mutlaka rakı içerdi. Büyük kız İzmir’de öğrenciydi, küçük için ise pek de iyi denmiyordu. Lise iki terk, onyedi yaşında, iyi yemek yapar, mükemmel sofra donatır, iki cep telefonlu, olgunlara ve biraya düşkündü. Bu gidişle otuzuna varmadan biragöbekli bir karı olup çıkacaktı. Karşı komşu Bahire Hanım’a bakılırsa bakire de değildi. Zayıfçana ama dolgun göğüslüydü ve bir gözü şehlâ. Etek giyerken görülmemişti. Kot ve tişört, saçlar kısa, makyajı yok ama rastladığı herkese söyleyeceği bir sözü vardı: İyi günler, nassınız Hayriye Hanımteyze, ayy sizin torun görmeyeli ne kadar da büyümüş, bak lazım olunca çekinmeyin, bi deniizz demeniz yeter, hemen koşarım, ayy yeni bi pasta tarifi öğrendim, bak itiraz istemem, Ebru’nun (torun adı galiba) doğum gününde yapçaam, bak unutursanız gücenirim walla ölümü görün baak n’oolur...

O gezme dönüşü sokak başında göründüğünde nerdeyse her kapı ve pencereden de bir baş görünür ‘deniizz’ seslenişi başlar, kız o kapı senin bu cam benim şu denizlik onun (öbür balkon Vecihi Beğ’in) zikzak çize çize, sözler vere vere, temenni ve dilekler suna suna evine varırdı, henüz izi gitmemiş vücuduna sinmiş orta yaş erkek kokusu eşliğinde. Üstünde her zaman parası olurdu. Babasının üçaylığını o yiyor, İzmirdekine bi şey kalmıyor, n’apsın zavallı kıredi mıredi ile okuyor gurbet ellerde, hem yurtta mı ne kalıyormuş (Aslında bu yanlıştı, kız anasıyla birlikte ve bir çatı katında yaşıyordu, içgüveyinden hallice, nafaka falan dümenleri tıkırındaydı). O biraz anasına benzer, ramazanda oruç bile tutuyômuş, adı da Sabriye. Aylânım (Ayla Hanım olmalı, assubayın karı) ille de rahmetli ninemin adı konacak diye diretmiş (yok bi de ninenin örekesi) assubay o sıra tatbikata mı ne gitmişmiş, kızın adı öylelikle böyle olmuş, yoksa dünya ters dönse koydurmazdı derdi. Aylânım küçük kız için bir şey yapamamış, çocuk altı Mayısta doğunca assubay ille de deniz diye tutturmuş (mâlum ya anarşitler o gün asılmış). Deniz Gezmiş’i pek severmiş, ne yani Hıdrellezde doğdu diye kızıma hıdıriye mi deseydim, zaten başımızda bi Sabriye var (Büyük kızı bi türlü tam sevememiş). Anam Vasfiye, teyzem Nuriye, kızım olacak haspa Sabriye... hepsinde var bi ‘iye’, yeter be iyelik ekine çevirdiniz evimi, bulmaca mı çözülüyô burda! Bu kadar Müslümanlık çok bile, Sabriye annesiyle beraber cennete uçacak biz de kanatlarına tutuncaaz... çabuk getirin nerde kaldı rakım bee! Haftada bi çilingirimiz var onu da çok görüyônuz, ille de sirozdan ölecêm var mı itirazınız? A-be seviyôm içmeyi rakı (Lüleburgazlı galiba, böyle cümleye öyle assubay) mayamız böyle karıldı bizim nice operasyonda içimiz yarıldı bizim. Sirozdan ölmek ama önceden siroza yakalanmak istiyôm, normal ölüm haram bana. İlk İttihatçı son Kemalist olmak istiyôm, Saroz Körfezini seviyôm çünkü Saroz’u ve siroz’u sevengiller familyasına mensubum, ille de yây-lâ-laar yây-lâ-laarr... raağt... zzrooll... uygun adım marrşş... (ii)leri! Beni bi de teğmen kompleksi bitirecek zaten yedi bitirdi ya... o kadar pırpır diziliyô kolumuza etmiyô bi yıldız, bu ne aşılmaz eşik bu ne sallanmaz beşikmiş, resmen tabu yâhu. Adıma bakan da beni albay emeklisi sanır, oysa yarım subayım yetersizim, az’ım, azsubayım. Oysa adım tamsubay adı, bi düşünün: Albay Alpay Yılmaztaş! Tam albay olacak adamım. Ama olmazdı gene de tamalbay yerine yarımalbay, yarbay geçidi var, hem de aşılmaz cinsinden. Ezcümle, sirozdan ölmek ardından Nirvanaya ermek, işte yaşam felsefem bundan ibaret. Nirvana dolaylarında ilk önce teğmen, Enver gibi rütbe atlayarak çabucacık (rakının yanında cacık ohfs...) hemencecik albay, sonra general o da yetmezse ordinalyus general mareşali olmak ve hep orada durmak, işte doyuma ermek budur ama reankarne riski beni ziyadesiyle ürkütegelmiştir. Ya yeni yaşamımda gene assubay olarak çıkarsam dünyaya? İşte o zaman papaz eriğini yedin demektir Em.Asb. Alpay Yılmaztaş Hazretleri! Çekemem dayanamam katlanamam tahammül edemem eririm biterim tükenirim olabilemez olmamalıdır, ölürüm yoksa. Yok, zaten bi kere ölmüştüm, öyleyse intihar ederim harakiri yaparım putuma taparım, binaenaleyh batsın bu dünya!

Kız zillii... sabrımı taşırma, zaten adın da Sabriye, bunlar hep anan olacak o karı yüzünden. Âh o gün tatbikat olmayacaktı, bilirdim ben yapacağımı. Tam yirmi gün sonra dönebildim, ipne yüzbaşının haberi olmuş tabii, telsizden bildirmişler ama bana gıcıktı çağırıp bi şey demedi. Zaten assubayları adamdan sayan subay çıkmaz. Ee isim tashihi için dava açmak mahkeme kapısı dolaşmak ha yarın ha öbür gündü falan derken kız oldu eşşek yarısı... Bak Ayla, a-ha buraya yazıyôm (parmağını yalayıp havada gezdiriyor) bu kız çook başımızı ağrıtacak, hiçbir sosyal yönü yok, neerdeki sosyalist olsun, çok beklerim ben çağdaş kızımla övünecek günleri. Yakında namaza niyaza da başlatırsın sen bunu. Bilirim ben seni, elaltından belletirsin Kuran okumayı falan. A-ha bak şuraya yazıyôm (bir buraya bir şuraya yazıp duruyor, ne kültürlü kahramanmış) askerlik şerefim ikiparalık olacak, bu gidişle orduevinde azbiraz itibarımız ve masamız vardı o da elden gidecek. Bi Allahın günü eline bi kadeh alıp da bana tokuşturmadın, bi gün bile mini bi etek giymişliğini görmedim, assubay dinlenme kampının yolunu bilmezsin. Tamam teğmen değilim, albay malbay olacağım da yok ama çağdaşım, modernim, ilericiyim... sen ve Sabriye olacak kızın heppiniz mollasınız mollaa... Âh hata bende yanlış kişiyle evlendim, baştan olmazı belliydi bu işin ama Deniz’i size bırakmııcaam!

Bu lafların edildiği günün ertesinde Aylânım, Sabriye’yi de alarak evden ayrılıp halasıgile gitmişti (Ana baba öleli yıllar vardı). Resmen ayrılık için yine de bir iki yıl sabretti. Bu arada kız İzmir’de okul kazanınca nafaka falan bağlanınca kadın kendi ve kızından ibaret dünyasında kozasını örmeye başladı (Bir rivayete göre Kozpınar Sokak’ta oturuyorlarmış).

*

Her zaman olduğu gibi bir zamanlar münasip bir yerlerde bir padişah ile onun bilge bir danışmanı varmış. Adam bi gün eldeki veri ve bilgilere dayanarak “padişahım, pek yakında içeni aptal yapacak bir yağmur yağacak, kaynaklar toynaklar dereler tepeler bu yağışla dolacak, yani kim, yağış o yağış... bi daha düzgün sağlıklı su bulunmayacak. Önerim şudur kim sarnıçlara, cıbırlara tiz temiz ve sağlıklı su istifleyelim. Hem biz içeriz hem sevgili halkımıza dağıtır bu beladan yırtarız” demiş (Rakı yok muymuş, rakı?) Öneriyi makul ve âkil bulan padişah aynen öyle etmiş. Durum, halka gaste ve tv’lerden duyurulmuş, birifinkler düzenlenmiş, afişler vb. canlılar asılmış. Çok geçmeden aptalıslatan yağmur sağanağı başlamış. Uyarıya kulak asmayan sevgili halk, yağmur sularından “iç babam iç” yapmış. Akabinde de cümbür cemaat kafayı yiyip küllüm edip cümlesi mâaile sıyırmış. Temiz su içmeyi sürdüren saltanat adresine “padişah ve bir zamanlar bilge biri olan danışmanı aptaldır, delidir ondan nâşi ne yapılsa yeridir” deyu saldırı düzenlenmiş. Durum kabak gibi apaçık ortada olunca padişah “needeceğük leng dânişmendbaşu” didikte ol âkil û ecell dânişman “pohu yimektense aptaleden suyundan nûş itmek ewlâdur, sevgili pirezandtım menim” dimiş. Gazaba gelen padişah “ülen dânişmentbaşu, men de senü bir adam belledüydüm, son önerin bu mu leng. İçmiyôm, teslim de olmuyôm anasını satiim. Biz bu tahtı bubamızdan miras bulmaduk (!)” demiş. Deyiş o deyiş...

Sulhi’ydi bu. Hep böyle yapar ‘deyiş o deyiş gidiş o gidiş veriş o veriş yiyiş o yiyiş’ diye bitirirdi.

Bi kadının beş tene bebesi varımış, onları çok severmiş, hep suda pişmiş yumurta yidiriyômuş ‘Hani ananıza yok mu, hepiniz yarımşar yarımşar virsengiz de ben de doysam’ diyômuş, analarına acıyan bebeler de tike tike bölüp veriyômuş. Kadıncağız ardından ‘Âh analar taş yising, yarımşar yarımşar beş yising’ diyômuş. Görüyông mu yılmazgüneyim, vaktiyle ne fidakar analar varımış. Genç cumhuriyet böyle analarıng omuzlarında yükseldi.

Sık fıkra anlatırdı ne de çok şey bilirdi bi assubaya göre. Kayseriliydi, dediğine bakılırsa anada atada vaktiyle ulemâlık varmış. Sık sıknöörüyông lan derdi. İşte biz de (hangilermiz?) silah arkadaşım toprağı bol olasıca Sulhi’yle -ki kendisini bi ateşsuyu partisi akabinde yitirdik- bu destandaki gibi Köroğlu ve Ayvaz misal ikimiz kalmıştık vaktiyle tee dağın başında, tatbikatta unutmuşlar almaya bizi tam beş gün altı gece... ama yanımızda sekiz büyük rakı ve bol meze vardı, gene de ayıp olmasın diye sözde aç bîlaç kıvranmış ayağına yattık, hem günlerce namıkkemal’den seçmeler dinledik Sulhi’nin ağzından (önemli şeyler anlatırken ağzını kullanırdı). Ödül mödül plaket şilt milt takdirname gırla gitti, subay milletiyle obiççim dalgamızı geçtik.

*

Yusuf, Yarımcalıydı ama irikıyım değildi, fakat yine de yarma bursa şeftalisini pek severdi.

Yusuf’un çolak kalması, yanaşma olarak büyütülmesi, herifin kızına tutulması, kızın da ona sokulması, halvet ve kâtip olması, herifin ölümü, kızından fettan kaynana dırdırı, hareketli yaşam arzusu, tabii Yusuf’un maaşı az, kafası da epeycene kaz. Genç karı taze gelin aç tabii, asılan kesilen bikerecik diye yalvaran çook... Hadi bakalım Yusuf’a köy tahsildarlığı yolları görünmüş, günlerce o köy senin bu köy benim, kaynanayla erkekaçı gelin evde vur patlasın çal oynasın, çilingir sofraları, sazlar kemanlar bi odadan öbür kucağa yığılmalar, hediyeler mecidiyeler... Derken bi gece vakitsiz eve dönen Yusuf manzarayı görünce... çekiyô altıpatları tabii, basıyô kurşunu veriyô dumanı hepsine, konak dönüyô harman yerine, oluyô bi eşkiya...

Yarımcalı, bunlardan âzadeydi, Kuyucaklı Yusuf’u falan bilmezdi okumayı sevmezdi. İşini de sevmezdi ama Em.Asb. Alpay Yılmaztaş’ın takıldığı meyhanede başgarsondu. ‘Yarımcalı... heyy Yarımcalı’ diye seslenirler, o da bunu duyunca hemen ‘buyruun efeemm’ diyerek masalara süzülüverirdi. Lâkabının adamı değildi, kimsenin adamı değildi. Evde ise tam bir cellattı, karısı da sanki bir attı, at gibi karıydı, hakkından -tahminlerin aksine- ancak Yarımcalı Yusuf gelirdi, pek mutluydular.

Suzan Hanım (Yarımcalı’nın karı) üçüncü çocuğa hamile olduğunu deyişinin yirminci gününün gecesiydi (yine bir cuma akşamı) masa donatımına nezaret eden Yarımcalı’nın çekilmesi ardınca Em.Asb. Alpay Yılmaztaş ‘Âh ülen âhh şu Yarımcalı’nın yarısı kadar olamadım be’ diye iç geçirdi, geçirir geçirmez aç karna bi bardak rakı daha salladı.

Deniz Yılmaztaş, sabun ve şampuan kullanmadan yıkanmıştı şimdi kendiyle ilgileniyordu. Nedense, omzundaki ben’i ovuşturmaya fazla zaman ayırdı. Babası içmedeydi. Üzerinde bornoz saç dağınık (ve târumâr, tenlerinde nem) havlusuz salona yürüdü mutfağa uğradı elinde bir elma belirdi kütürdeterek ısırdı, uzandı, bağı çözülen üstlüğü toplamaya gerek görmedi üçlü koltuk azıcık ıslandı tv açtı (dizifilim daha başlamamıştı) bir eliyle sol uyluğunu kaşıdı, ardından elmasından kocaman bi ısırık daha kopardı.

Vecihi Beğ, karısının durmakbilmez itirazına rağmen türlü tavizle besleme imtiyazı elde ettiği Minnoş’u gece doyurması için balkona çıkardı. Hava aşka çağıran ve ancak erbâbının sezebileceği binbir kokuyla bezenmiş gibiydi. ‘Evet, Naciye her dâim sevilmeyi hak ediyor ama iş aşka gelince hep kendime sakladığım bazı tereddütlerim var ve ne derse desin n’aparsa yapsın yarın marketten iyi marka bi mama alacağım, yetti be! Şöyle usulünce bi kedi de besleyemeyecek miyiz yani’. Bizli konuşmasına karşılık yalnız olduğunu fark etmekte gecikmedi ve bir ânlığına cüretinden ürktü.

 Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

 

ACILARIN ÇOCUĞU

Biliyor musun çok acı var ve dünya türlü acıyla dolmuş, acı çekiyorum anlıyor musun acı. O yüzden pastaneye gitmem gerekiyor. Yakınlarda uygun bir nalbur bulunsaydı oraya dalardım. Niye böyle oluyor, diş çektirmek için de kuaföre götürüyorlar (oysa sapına kadar erkekim ben). Pastanede ne mi yapçâm, işte buna gülünür, ilaç bakçâz herâlde. İlacın pastalısı, pastalı ilaç, ilaç şeklinde pasta, pasta biçiminde ilaç (hap da olabilir ama şurup bizi bozar, almayalım). 

*

Acı çekiyodum da acı

Doktur bulamadı ilacı

-Aslında var ya, inciri de pek bi severim eskiden beri

-Nasıl yani

-Doktorlar nerde bulunur hastanede diğ mi

-Evet de bu mabetteki kalite ne iş

-Onu bi geç öyleyse ne demek oluyomuş

-Ne bileyim n’oluyo... çıldırtma adamı da söyle.

-Şu demek oluyo: Hastane önünde incir ağacı, diye başlayan bi türkü

-Anlaşıldı, sen bir ördeksin

-Ne ilgisi var

-Hava bulutlu, yağmur yağacak, göller oluşacak ve sen yüzeceksin, ördeksin ya!

-Hâlâ anlamadım ne ilgi...

-Hemen konuya girsen incir ördek vb. gibi nesneleri çıkarsan aradan, hem yukarıda geçen acılı dokturlu iki mısra da pek zavallı, dost acı söyler

-Yapma yaw... Peki anlıyor ve giriyorum

*

Hiç unutmam (daha dün gibi) yedi falan yaşlarında olduğum için ve dişim ağrıyordu. O akşam babam bana dedikine senin dişini çektirtelim dedi. Geçmiş gün, insan unutuyo(!) tabi gecenin bi vakti kalkıldı herkes kendine göre giyinildi en yakın pastaneye gidildi (hani kuafördü) tam içeri girilecekti ki derkeenn... Kıştı galiba ve hava da soğuk ama kaldırımlarda terlem terlem bi sıcak, ortalık kavrulmakla kalmıyor aynı zamanda tütem tütem tütüyordu. Tanımsız korkular üşmüştü şehrin karanlık dehlizlerine, kertenkelebekler yuvalarında titrem titrem titreşirken bir bekçi düdüğü keman çaldrıyordu otuziki dişine birden o yüzden ve âniden tıslayan bir ses duyuldu: Gecenin sesidir diyen oldu, karanlığın nefesidir, dedemin fesidir, ney’in inlemesidir, acep neyin nesidir diye düşünüldü. Gece -o tarihlerde- herhangi bir düşünceye imtiyaz tanıyacak anlayış ve berraklıktan henüz çok uzaktı. Tıslayan ses bu sebeple tanımsız ve adsız kaldı. Oysa şifreler deşifre, gardiyanlar başgardiyan olabilirdi. Evet, bunlar mümkündü ama mümkünü imkansız kılan bir şey veya pek çok şeyler olmalıydı ve vardı. Gecenin dehlizlerinde (şehrin karanlığı mıydı) gezinen dolaşan uçan kaçan kıvrılan sokan sürtünen tıslayan hırlayan ısıran atılan dolanan sarkan kemiren koparan yutkunan yalanan tutunan sıkan acıtan nice çalınan tırnak, abanan pençe, sallanan kuyruk, süzülen kanat, sürünen gövde... hepsi birleşmiş olarak geceye vücut vermiş, beden kazandırmış gibiydi. Evet, kesinlikle (b)öyleydi. Yoksa gece tek başına nasıl cüret etsindi ödümü patlatmaya!

Gecenin karanlık emzirdiği bi çocuktum ama mutluydum (korkunun memelerinden ise çikolata damlıyordu muttasıl).

Evet (yine mi evet) kabul ediyorum o gece (diş çektirmeye pastaneye gittiğimiz gece) kertenkelebekler yalnız değildi. Gecenin karanlık renginin kıyı köşe ve bilumum kuytu dehlizlerinde nice nice kaplumkurbağa çekirgeyik yarasaka dobermanda gergedana zürafare pelikanguru filamingoril akbabaykuş sansardalya... hareket halindeydi. Bunu bilen -ve her şeyi bilen- babam bana dönerek ‘korkma sevgili yavrucuğum, yanında ben varım hem bak pastaneye gelmek üzereyiz’ deme nezaketini gösterdi. Ve girdik ve dişimiz çekildi pastalar yenildi çıkılıp eve dönüldü (vurulan iğne, ağızda ‘sanmaca’ bir şişme, sarkan çene, tükürülen kan, çukura kaçıpduran dil, peltek bir konuşma ve ille de o koku).

Evi umduğumuz gibi bulduk, iyiydi daha n’olsundu.

Bu evin canlı olduğuna yüksek ölçüde inanıyordum, kesinliğe varan yüzlerce delil ortadaydı. O gece umduğumuz gibi bulduğumuz ev asla bıraktığımız gibi bir ev değildi. Sözde geceye emanet ettiğimiz ev benzeri bu nesne hıyanetin kollarında utanmaz bir dansın esrik kıvrımlarıyla kendinden geçmiş, geceye inat ışıkların ışıllığında parım parım parlıyordu. Gece ve onun gizlediklerini bilmezden gelircesine korkularımla alay ediyordu. İşte o ân onu sevmekten vazgeçtim artık sevmeyecektim daha öncekinin de sevgi olduğundan ciddi kuşku duydum. Sevgimi dövdüm ezdim ufaladım parçaladım ve onu hiç çekinmeden gecenin av bekleyen açılmış kollarına doğru fırlattım. İyi bir atış olduğunu ertesi gün görecektim: Eriyen kar yığınları arasında pörsüm pörsüm pörsümüş bir kâlp duruyordu, hareketsizdi ve bundan böyle hayatını ancak bir barsak artığı olarak devam ettirebilecekti (sevgi denen bu şey korkmak nedir ölüm nasıldır bilmiyordu).

Sonra ve bir ara dişim yeniden kanadı (evdeydim ve hâlâ sevgisizdim).

Salon perdesinden bir kıymık keserek tampon yapıp arasına koydular ve dediler ki Adana’da pamuk tarlaları iflas etmiş o yüzden ve mecburen kanayan diş aralarına perde kesintisi boca edilecekmiş, son çıkan bazı kanunlar ve Sinop sıkıyönetim komutanlığının otuzbir numaralı bildirisi böyleymiş. Kabullendim tabi fakat Sinop işini tam kavrayamadım, sibop desem olmadı boşa koydum dolmadı.

Beni yatırdılar. Bir ses ‘yarım saat içinde süzülüp gitti yavrucak, yedi kere okudum ama olmazsa yarın üstüne bi de kurşun döktürtelim’ dedi. Kapanan gözlerim sesin sahibini aradı, yarı açık kulaklarım ‘ninem’ tahmininde bulundu. O iyi bir ninedir, bu evin kapı pencere döşeme badana gibi bir şeyidir. Hep aynı divan üzerinde ve benzer biçimde oturur elde tespih. Hiç değişmiyor bildim bileli aynı yaşı sürmekte. Sabun gibi kokmayı nasıl başardığını ayrıca merak ediyorum. Hele ille de sesi... Kuran okur gibi konuşuyor mevlit dinler gibi uyukluyor. Bir zamanlar ne yürekler yaktığına kim inanır; yatak yorgan demeden ceviz kestane yemeden, bu endam şu süzülüş o naz, gülüşler... mümkün değil bi yere konmaz; dünyaya nine doğmuşlardan olduğu çok açık, hatta kesin, şüphe eden kuşku duyan çarpılır.

Yatırdılar yatağa bırakıp gittiler, yastık kıyısınca kıvrılmış beni bekleyen hareketli bir iplik yumağının kolları arasına. Örttüler üstümü divan altında kıpraşan yüz gözlü masal hayvanıyla yüzgöz olacağımı bilmeden. Uzun ve çalı kirpikliydim, açınca gözkapaklarımı kısınca gözlerimi değiyordu kaşlarıma bazen ve belinliyordum üstten birileri çekiştiriyor diye alnımı. Yumdum, çok sıkı kapattım gözlerimi, acır gibi oldu göz kıyılarım ve çömdü karanlık bütün dehşetiyle içeriye. Öteki odaları tütsülemiş olan serinlik de soğuk kılığında kapı aralığından aktı yorgan altından sızdı ve titretti beni bir anlığına, bir üşüme geldi bir yalnızlık bastırdı bir korku göründü bir boşluk belirdi... Bağırmışım, çığlığıma koşmuşlar ateşler içinde yanıyormuşum. 

Eh artık iğne kaçınılmazdır veya iğneden kaçılmaz. Yedi ev öteye varılacak, kapılara vurulacak, üç beş dakka içinde dışarı don gömlek bir baş uzanacak sonra çıkacak. Elde çanta bir şey konuşmadan yürünecek bizim eve gelinecek, bu operasyonu yine ve elbette baba yapacak. Bu, dünyanın en sessiz, konuşmasız -nerdeyse mimiksiz- yedi ev öte gidip yedi ev beri gelme işidir. O saatte niye kapı çalındığı bellidir gelen bellidir hastanın kimliği bellidir hangi iğne vurulacağı bellidir (çünkü başka iğne yoktur) öyleyse Sıhhiye Bekir Efendi niye konuşup da yorsun kıymetli cancağızını... Evet, bilindiği ve beklendiği üzere oldu her şey. Bekir Bey (az önce Efendi değil miydi) kendinden beklenen şeyleri yapıyor: Çanta açılıyor çelik kutu çıkarılıyor (o da açılıyor) şırınga iğne şişesi odaya dolan ilaç kokusu, birkaç şakırtı üç beş şıkırtı bir iki sürtünme fışkırtma sesi (adamdan hâlâ tık yok). Kimliği belirsiz eller beni yüzüstü uzanmaya davet ediyor, eh istediğiniz oldu işte kıç meydanda öylece bekliyorum. İlk önce ve geçen birkaç yıldabir olduğu gibi pamuk, eşliğindeki kolonya serinliğiyle ürpertiyor (Hani pamuk tüccarları iflas etmişti ve Adanalıydılar, yalan bal gibi hem de. Gerçeği en münasip biçimde hissediyorum beni kandıramazsınız). Gene ağlasam mı acaba... ama kaç zaman geçti bi yararını görmedik, ilk fırsatta hemen iğne, öyleyse bu sefer dişler sıkılacak (bir eksi yirmisekiz halinde, baş zaten çatlıyor) ve beklenen acı temas geliyor iğne sol buduma giriyor e-ee bitti gibi fakat o da ne... esas iş şimdi başlıyor, içime doğru duman duman akan yakıcı acı eşliğinde koyveriyorum yaygarayı. Bekir Efendi’de gene tık yok ama imana gelip iğneyi acıtmadan çekiyor ve kolonyalı pamuğu bir daha aynı yerde gezdiriyor, bu sahte bir serinlik ve beni aldatmaya yetmez. Her şey gibi bu da bitti iğnemizi vurulduk. Adam geldiğine benzer madeni sesler eşliğinde gidiyor, yine ağzından (başka neresi olabilir ki) tek söz duyulmuyor, bu efendi konuşmadan nasıl yaşıyor acaba, pamuk yudumlayarak iğne yiyip şırınga çiğneyerek falan mı?

Acı yasaklanmalı tohumları yok edilmeli dalları kırılmalı kökü kurutulmalı ya da bütün acılar bir havuzda toplanıp derdest edilerek (enterne de olabilir) herkese eşit üleştirilmeli ve bir daha asla katiyyen acı fidanı dikilmemeli ama hal-i hazırda açmış varsa acı çiçeklerine dokunulmamalı ne de olsa çiçektir o da bir can taşıyor, çiçeğe kıyılır mı hiç...

Şimdilik acı işi tatlıya bağlanmış gibiyken önümüzdeki yıl önüm’le ilgili bir acı mevzusu daha ortaya çıkmış bulunuyor: Acır macır demeden ailecek sünnet olmama karar verildi. Bakalım yastığımın kıyısı ve yatağımın altında hangi öcüler ne tür böcüler kıpırdayacak... Hem de temmuz sıcağında her yer buz kesmişken.

  Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

DÜŞÜNME EVİ

 

‘Selin ile Cem pek yakında düzenleyecekleri düşünme gününde sizleri de aralarında görmekten mutluluk duyar. Adres, gün ve saat telefonla bildirilecektir. Çelenk gönderilmemesi, isteyenlerin Lacivert Yıldız Modaevi’ne bağışta bulunmaları; çocuk getirilmemesi veya Pembe Panjur Çocuk Yuvası’na emanet bırakılması rica olunur. Toplantıya günlük giyimle gelinecek, tören giysileri evde değiştirilecektir’.

Davetiye ulaştırılmış kişiler, geçen üç günün ardından gelen telefondan adres, gün ve saat öğrenmiş, gerekli ön hazırlığı yapmış ve istenen vakitte orada toplanmıştı. Özel dikim elbiselerini giyinmiş olarak düşünme gününe, düşünmeye hazırdılar. Çelenk göndermemiş, yanlarına çocuk almamış, yalnızca kendilerini getirmişlerdi. Bu durumda Lacivert Yıldız Modaevi yapılan bağışlardan memnun, Pembe Panjur Çocuk Yuvası artan çocuk sesleriyle mutluydu. Emanet ücreti -her zamanki gibi- çocuklar alınırken ödenecekti.

Her şey iyi bir düşünme gününe göre düzenlenmişti. Düzenleyenler Selin-Cem ikilisiydi. İnsanda düşünme isteği uyandıran bir renk olan sarı, evin bütün duvarlarına ağmıştı. Düşünmeye hizmet ettiği ispatlanmış siyah ev terlikleri kendilerini ezen çoğu etli, bir kısmı biçimli ve taraksız (iki tane düztaban var) ayağı gezdirmekten zevk alıyor gibiydi. Naftalinli ağır perdelerin verdiği loşluk, evin eşyasız boşluğuna aldırmadan düşünme için gerekli havanın sağlanmasına katkı sağlıyordu. El sıkıştıktan beri ellerini kavuşturarak oturan bazı davetliler vaktin geldiğini bildiren çın sesiyle düşünmeye başlamak üzere toparlandılar. Derli toplu adam ve kadınların toparlanmasını izleyen Selin, evsahibi olmanın getirdiği düşünülmüş bir özenle ve sakin hitap etti: Dostlarım, bununla on üçüncü günümüzü tamamlamış olacağız. Düşünce üzerine düşünmek amacı, amaçlanan düzeye geldiğinden, bugün tersine mühendislik yöntemi ve zıtlık ilkesi uygulanarak karşı tarafı çözmeye çalışacağız. Evet, düşünme ve ev konulu yeni bir düşünmeye başlıyoruz. Aramızda yabancı yok, herkes ne yapacağını biliyor. Vaktinizi almamak için kuralları tekrar etmiyorum. Fikir versin, ipucu olsun diye konuyla ilgili kısa bir yazı okumak istiyorum. Hâ bu arada… Hepiniz hoş geldiniz.

Gecikmişlik izlenimli bir gülümseme kadının yüzünde beş on saniye görünüp konukları uğurlama sırasında çıkmak üzere dişlerinin arasına gizlendi. Hiçbiri bu ayrıntıyla ilgilenmedi; düşünmeye hizmet etmeyen basit bir şeydi. Hepsi, basit olmayan hattâ ciddi olan bir amaç için buradaydı. Çok geçmeden Selin’in okurken kullandığı ses duyuldu:

‘Kimileri dinin Tanrı’yla  kişi arasında bir mesele olduğunu ve sözkonusu meselenin çözümü için de adresin yine o kişinin beyni -veya kalbi- olması gerektiğini söylemiştir. Aynı yolla düşünülürse, şu da öngörülebilir: İnandırmak isteyen madem Tanrı’dır; öyleyse çözüm için adres onun bulunduğu yerdir! Görüldüğü üzre, her iki iddiada mantığa aykırı yer ve akıl boşlukları vardır. Din yalnızca inançtan ibaret olsaydı, birincisinde gerçeklik payı aranabilirdi. Ama bu pay, insanların sosyal varlık olduğu gerçeğini inkar etmekle sağlanabilir. Din bize öbür dünyada nasıl yaşayacağımızdan çok, bu dünyada nasıl yaşanması gerektiğini söyler. Ve din, bir düşünce değildir; düşünce zaman mekan kalıplarıyla sınırlanabilir, fakat din bütün yerleşik kavramları zorlama, alternatif üretme gücüne sahiptir. Düşünce için iman gerekmez; ama din inanç ve uygulama bütünü halinde ifade edilen bir sistemdir. Bu duruma askerlerin pek sevdiği basit bildirim-yaptırım ilkesinde benzerlik arayabiliriz. İki buyuru arasında susarsanız, hareketsiz kalırsınız. Peki, kişi inancı ve onu uygulama arasında tarafsız bırakılırsa acaba ne(ler) olur? Bu noktada, ilgili kişileri kâlplerinin içine hapsolmaya davetten başka elimizden -şimdilik- bir şey gelmeyecektir. Ne dersiniz, düşünme evi olarak esaslı bir adres değil mi?’

Okumayı bitiren Selin, içlerinde eşi Cem’in de bulunduğu topluluğa ‘Evet’ dedi. Bu, düşünme zamanının başladığına dâir uyarıydı. Düşündüler… Ev, bir ân (uzun bir ân) ıssızlık ve sessizlik benzeri bir durumla karşılaştı. Alışkın olduğundan ve kimseyi rahatsız etmemesi gerektiğini bildiğinden o da şartlara uydu: Musluk damlamadı, pencere çarpmadı, vazo devrilmedi, kül düşmedi, sinek uçmadı, kapı gıcırdamadı, böcek geçmedi, bardak kırılmadı… Ev düşünmüyor, düşünmeye gerek duymuyor, onu insanların yapmasından memnun kafa dinliyordu. Düşünme konusu yeni kendileri eski düşünen olduğundan, düşünme süresi alışılmışı biraz aştı. Çoğu yere eğik yüzü, bir kısmı yukarı bakan gözüyle düşünmeye kenetlenmiş oda dolusu insan, kısa aralıklarla yoğun beyin trafiğinden çıkmaya başladı. İlk Haşmet Bey tavandaki moda avizeye dikili gözlerini yere paralel çekmiş, sağına soluna birer bakışla ilk ayrılanın kendisi olduğunu anlamıştı. İkidir böyle oluyor, kendini ilk bitiren buluyordu. Bunun bir sakıncası yoktu, fakat üst üste gelmesi dikkat çekebilir, ilgisizlikle suçlanabilirdi. Yüzüne denmez ama hissetmesi beklenirdi. Ayrıca, vazgeçemediği tavana bakarak açık gözle düşünme yüzünden yakın gelecekte susta bekleyen boyun fıtığı riskini -yine bir ânlığına- düşündü. Çok geçmeden diğerleri de güne ve yaşanan gerçeğe, Selin ile Cem’in evine döndü. Yoğun bir düşünme zamanı yaşanmıştı. Bazen böyle oluyor, topluca transa geçip aynı düşünceye kilitleniyor ve zihni yorgunluk günlerce hiçbirini bırakmıyordu. İçlerinden Osman Nuri Bey’in oğlu genç cerrah Yüksel de çabuk yorulanlardandı. İlk yorum ve değerlendirme için söze girerken yorgunluğunu belli etti. İyi bir denemeydi der demez, bir daha yoruldu. Cem’in ise bugün konuşmayacağı ve seans yönetimini Selin’e yıktığı anlaşılıyordu. Bu durumda dinlendirici işlerin ona kaldığı belliydi. Ev (evin salonu) ağır cümleler, derin düşünceler, farklı kavramlar ve yeni terimlerin yüküyle ağırlaşırken, Cem çoktan mutfağa geçmiş viski, beyaz şarap likör yanında kuşburnu ve rezene çaylarını hazırlamaya başlamıştı. Evin düşünme yoğunluğuna karışan bayıcı buhar tütülü bardakların sehpadaki yerini almasıyla günlük, sıradan konuşma konularına geçildi. İşler, borsa, yatırım, tahviller, piyasa, siyaset, açılış, kokteyl, tatil…

Nedim Bey, düşünme öncesi dinlenen yazıya sinmiş yabancı bir koku, aykırılık, rahatsız edicilik üzerine konuşmak için fırsat kolluyor, zorlanan sabrı harekete geçmek istiyordu. Kararsızlığı yüzünden gecikti. Kalkılmak üzereyken Avukat Cenap Bey -yenice aklına gelmiş gibi- Selin Hanım okuduğunuz makale, dedi. Soru yeterince açıktı, ‘kimin’ denmesine gerek yoktu. Bilmiyorum, dün kargoyla geldi. Yaa karşılığı, içinde barındırdığı kuşku dozunun hepsi tarafından anlaşılmasına yetip artmıştı. Sizce bu normal mi sorusu, kuşkudan geçip suçlayıcı yeni kimliğiyle Selin’e abandı. Dişleri arasına gizlediği gülümsemeyi yuttuğunu farketmedi; anlaşılan uğurlama falan olmayacaktı. Cenap Bey’in bakışı değen hiçbiri ben gönderdim demedi. Öyleyse… İşte bu tespitli tereddüt, mevcut düşünme estetiğine vurulan ilk darbe oldu. Selin, Cem’in kaçınılmaz kayıtsızlığı altında, daralan insan çemberi ortasında yalnızlık ve çaresizlik denen şeyin düşünceden ibaret olmadığını anladı. Bağışlanma umudu mümkünü zorlamaktan başka işe yaramazdı. Yarım düzine kadın ise, çemberin dışında yalın gözlerle bekliyor ve/fakat hemcinslerine yardım düşünmüyordu. Selin de hiçbir şey düşünemez oldu, sonra düşünmeyi unuttu. Ağzında biriken yalvarma sözleri ve beyninden korkunç bir hızla geçen ihtimal arasında bocaladı. Artık gırtlağına bile söz geçiremiyor, ama hırıltısını ilk kendi kulağı duyuyor ve beyni bunun kesinlikle bir düşünce olmadığını söylüyordu.

*

İki ay sonrasının bir pazar günüydü.

Selçuk Bey geçen ay da geç kaldığı toplantı için iki ayağı bir papuçta kapıyı çaldı. Açılır açılmaz da ‘gecikmedim ya’ telaşıyla içeri girdi. Selin Hanım ‘bu adam hiç değişmeyecek, hep aynı şey’ diye mırıldanarak salona değil de mutfağa yöneldi ve Cem’i tedirgin bekler buldu.Ve derli toplu adam ve kadınların toparlanmasını izlemek, evsahibi olmanın getirdiği düşünülmüş bir özenle ve sakin hitap etmek ve ‘Dostlarım, bununla on üçüncü günümüzü tamamlamış olacağız. Düşünce üzerine düşünmek amacı, amaçlanan düzeye geldiğinden, bugün tersine mühendislik yöntemi ve zıtlık ilkesi uygulanarak karşı tarafı çözmeye çalışacağız…’ demek üzere salona geçmeye hazırdı. Gözü bir an yandaki boy aynasına ilişti, kendini bakımlı ama sanki kırklı yaşlarda gibi gördü. Bunu anlayan aynada ilk önce bir dalgalanma oldu ardından da hafif bir çıtırtı duyuldu!

Osman Kibar

 

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

ATLI GÖL

Tuğrul Beğ’in adına hutbe okutup hanlık toyu verdiği, Çağrı Beğ’in akından akına koştuğu günlerdi. Artuk adlı kocamış bir seyis vardı, hanın tavla tavla atlarını gözetirdi. Oğlunu da kendisi yerine büyütmüştü. Sungur, yeniyetmeliğinden beri her yıl belli günde uzun bir yolculuğa çıkardı. İz değil giz dolu gidip gelirdi. Anaların kurt doğurduğu iklîm-i rûmun yurt olunduğu çağdı. Hânım hey!

               Yorulduğunu belli eden biniciye karşılık at hiç de öyle görünmüyordu. Atlı bir ara hızı dörtnaldan eşkine çevirdi, sahipsiz bir köprü kalıntısı yanından tırıs geçip dağlara doğru yön tuttu. Bir zamanlar öyleymiş de sonradan dikliğini yitirmiş, son birkaç yüzyıldır balkan görünümüne bürünmüş gibi duran dağ sırası yaklaşan konuğu karşılamaya hazırlandı.

Kekik yığınları, boy vermiş nâne, toprağı yarmaya uğraşan çiğdem... Koku ve renk cümbüşü yalnız onlarla sınırlı değildi. Sayısız desen; kıpırdayan, abanan, atılan, sürünen, uçan, yürüyen türlü varlık biriken sesini manzara daha da büyüleyici olsun diye cömertçe yere yaymış; hava, elinde olmadan dört yana bin bir renk silkiyor. Eteğini yamalı bohçaya çevirmiş yükseklik, dinlenen bir heybet halinde serinliğini koruyor; kardelenler vedalaşmadan gitmiş, beyaz örtüsü eriyip yitmiş, yalnızca dorukta namaz takkeliğine özendiği belli dantel örgülü bir ağartı var. Bezenmiş güzellik, fışkıran kaynak, gürleyen çağlayan, akan dere, taşan pınar olarak altına yayılı duran ovayı besliyor.

Atlı karar aldığı bir uzaklık sonrası yavaşlıyor, durup iniyor, uyuşan bedenini ovuyor. Günlerdir yüzünü yalamış rüzgar izine karışmış terini siliyor. Atın terkisinden çektiği heybeyi yokluyor. Eline değen kuru ekmek ve peksimeti buz soğukluğundaki dere suyuyla katık ediyor. Omzuna dökülen kurt yelesi saçını, birden orda bitiveren bir esinti okşuyor. Çenesine dek uzamış kumral bıyığı, ela gözleri, yalnızken hilalleşen kaşları, pembeleşmiş şakak ve ölçülü aralıkla şişip sönen avurtlarıyla sıradan bir yol yemeği yiyor. Atı yemiyor, binicisini bekliyor. Tersiz ve onca yola rağmen yorulmamış. Kişnemeden duruyor ve doru bir hilkat harikası halinde dağın doruğunu kolluyor, bir ara ve bir anlığına gözleri aradığını bulmuş gibi ışıyor, tâ uzaklardan beliren bir serinlikle sağrısı şişiyor. Binici, kaftan eskisi üstlüğünü çekiştirip kalkıyor, yere savurttuğu dağınık sarığını bağlıyor, şişen ayaklarına aldırmadan sağ çizmesini üzengiye iliştirip bismillah gayretiyle sıçrıyor, elde yular atı gemliyor. Göz açıp kapayana dek hiç durulmamış, ara verilmemiş gibi at ve atlı tek varlık sanılacak uzaklığa erişiyor. Diz boyu yükselmiş uzayan yeşillik, yassıltan nal darbeleri ve çınlatan bir kişneme altında eziliyor.

Gözün yakın dediği ama bozkırın uzalttığı aralık dörtnal hızına daha fazla direnemiyor, ara gittikçe kapanıyor. Uzaktan sözde yassılmış duran dağın hiç de öyle olmadığı, bunu bilerek böyle yaptığı yalçın, hırçın bir şey olduğu anlaşılıyor.

Be-hey ulu dağ! Her dem yamacına düşülmez, serinliğinde yüzülmez, derinliğine erilmezdin. Bazen de bağrında bir içen bir daha üzülmez su, bilinmez nice sır saklardın. Yaylana yiğitler konardı, deli sular göğsün yonardı, güz olunca zirven donardı, çamlıbellerin hal hatır sorardı. Şimdi hiç adın anılıyor mu, dillerde yâdın söyleniyor mu, güzellerin yine murâdın alıyor mu?

At, atlısıyla beraber artık son durak ve ayrılık olacak erime yaklaşıyor. Geldikleri görülüyor. Yaşlı değirmenci, nur yüzlü evdeşi ve nasibini bekleyen on altıyı henüz yaş eylemiş ve bir şekilde buranın büyüsüne tutsak olmuş kır gülü, yaban çiçeği, tavlı kısrak benzeri torun... Üç insan sevinen altı göz olmuş, uçsuz bozkırın son konak yerinde unutulmuş eski bir değirmen önünde yaklaşmayı sürdüren karaltıyı karşılıyor. Güneş son ikindi gölgesi yayıyor. Konuk atından usta bir inişle sıçrıyor, kızın gözlerinde beliren, göğsünde seyiren kıpırtıyı, nine düşünülmüş bir yan dönüşle örtüyor. İçindeki kımıldanıştan utanç değil sevinç devşiren kısrak bozması güzellik, zamansız, uygunsuz ama yakışan bir sesle ‘buyur’ diyor. Dede ancak o zaman oluşu kavrıyor ve hatununa bakmak istiyor. Engel tanımaz cüret azalacağına artarak kapı aralamaya koşuyor. Atılışıyla sergilediği allı yeşilli savruluş çağrının en karşı konulmazı oluyor.

Issız değirmen sanılan yapı, bir zamanlar han niyetine sıcak aş ve yatak gözeten kervanların uğrak yeriydi. İki günlük uzaklıkta varlığı yokluğu seçilmez bir obanın durduk yere şehirleşmesiyle çekiciliğini yitirdi. Alışılmışı değiştirmek istemeyen yeni evli hancıoğlu inadına kıskançlık da katarak burada kaldı. Çocukları günü gelince aşağı indi. İlle de birisi denince, ortanca oğul dur duraktan anlamayan küçük kızı yoldaşlık olarak onlara bıraktı. O da burasını çok sevdi. On üçüne erince deliliği dişiliğe, yalnızlığı sıkıcılığa döndü ama hanı bırakamadı. Yere değil bütün gününü onlara verdiği atlara kıyamadı. Son iki yılını daha önce dikkatini çekmeyen bir yolcunun özlemine ayırdı. Bırak ikiyi fazladan bir yıl daha beklemeye gücü kalmamıştı. Beş yıldır gördüğü oyun gene olacaktı: At yılkıya bırakılır gibi salınacak, binicisi konuk kalacak, dedesinin bitmez at konuşmasına katlanacak... Eğer o demezse, kendisi de söyleyemeyecek ama eyeri bulunmaz bir gediğe saklayacak, oyun içine oyun katacak ve bu kere atlıyı yalnız göndermeyecek... Beklediği her şey bir bir yapıldı: Atın gemi çıkarıldı, kayışları çözüldü, eyer indirildi, artık huysuzluğunu iyice belli eden hayvan bırakıldı. Ancak o zaman kız atın niçin hiç terlemediğini düşündü.

Kurulan sofraya oturuldu. Tarhana, soğuk et yenildi, ayranlar içildi. Atlı, dedeye ‘At inince size diyeceğim var’ dedi. Kulağına bin delik açılı kız söyleşmeyi duydu, yürek atışını serbest bıraktı, yüzünü fettan bir gülüş, yeşil gözlerini kayan bir bakışla süsledi. Verdiği soluk kararmayı seçen havayı iteledi. Uyku tutmayacağını bile bile üstünde aynı giysi uzandı. Kabarıp yeniden çekilen göğsü bu coşkuya fazla dayanamadı, uykunun çağrısına uyup eski ama diri biçime döndü. O da yan dönüp yüzünü dağınık saçlar arasına gizledi. Bir ara ürperdi. Uykulu eliyle yorgan aradı, eremeyince uzanmaya üşendi. Ay, ışığını içeri sokamadı ama sabaha kadar kırık kiremit aralarından aşk uykusuna yatan bir vücut seyretti.

Doru at sabahla birlikte göle vardı. Dağın yassılmaya izin verilmiş tepesinde ve henüz buzu çözülmüş su önünde durdu. Yaratılma amacını haykıran kişir kişir kişneme sonrası göle girdi. Yüzdü yüzdü, suyun ortasında yeniden kişnedi ve bir süreliğine görünmez oldu. Başını çıkarmasıyla yüzeye okşayan bir mahçupluk yayıldı. Beliren halkalar köpürdü ve o kıyıya doğru bir daha yüzdü. Sanki ağırlaşmış gibi yavaş geliyordu. Sonunda bütün bedenini dışarı alabildi. Silkinip başka türlü bir kişneyiş ardından şımartılmış adımlarla aşağıya yöneldi. 

Bekleyiş uzun sürdü ya da öyle oldu sandılar. İki kadından birisi sözde ev işiyle uğraşırken, dede ve atlı gözleri dağlara çevrili bakıyordu. İlk önce umulan kişneme geldi, ardından kendi göründü. At utanmış gibi sahibine yaklaştı, okşayan ellerin dokunuşunda gururlandı. Her şeyin yolunda gittiği belli olmuştu, mâşallah dediler, o da anlamış gibi bir daha kişnedi. Sonra yeniden eski uysal tavrını takındı, acıktığını belli etti, boynuna dolgunca bir torba astılar. Tavlada bekleşen atların yanına salınmadı ama geçen yılın meyvesi bir tay dün görüp koklayamadığı anasına yaklaşmak istedi, o kadarına izin verildi.

Atlı dedeyle bir kıyıya çekilip diyeceğini dedi, dede şaşmış gibi yaptı, sonra bir şey sormak üzere eve girdi. Torun atılıp boğazında yumruk ettiği heyecanıyla sorular sıraladı. Yaşlı adam sözü uzatmadı.

-Seni ister, balam gönlün var mı?

-Atam baba, gönlüm onundur.

-Bizi darda koyup gidersin.

-Her yıl bu çağda geliriz.

-Hayırlısına duam gerek.

Kız hiç gecikmedi. Bu ân için hazırlandığı belliydi. Alışkın bir atılışla terkiye oturdu. Tavladan anlamı açık ama isimsiz bir kişneme duyuldu. Atın sağrısına okkalı bir şaplak indi, hayvan bir daha şımardı. Balçiçek, iki yıl önce atlıya gönlü yanında bir tutam da perçem vermiş, alnından öpülmüştü. Şimdi de yükünü almış at üstünde beline sarıldığı aynı kişiyle gidiyordu. Sungur’a ilk olarak nerede duracaklarını sordu. Duyduğu yer adıyla sevindi. Esrik bir gülüş eşliğinde kollarını daralttı. Güneş kuşluk için yükseldiğinde, altında eşkin giden iki yolcu gördü. Çok geçmeden, şimdilik baharı yaşayan bozkır ufkunda bir top gölge olup eridiler.

Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

Online dergiler Online dergiler