Osman Kibar

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

ASHAB KOMPLEKSİ

 Bu yazımızda eskilerin netameli dediği risk unsuru yüksek bir meseleyi anlamaya çalışacağız: Ashab-ı kiram kompleksi! Dini içerikli bu tamlamayı hepimiz biliriz. Peki, aynı kavram siyasi ve sosyal bir kimlikle ele alınabilir mi; işte onu yapma durumundayız ve yalnızca ashap diyeceğiz. Terkibi bütünüyle kullanmak saygıya ters hem de yakışık almaz diye düşünüyoruz. Ashap derken ‘öncü çevre’ demiş olacağız ve belli bir katagoriyi îma edeceğiz. Okuyucuya ‘ne diyeceksen de’ dedirten bu kısa giriş bile işimizin zorluğuna, alışılmazlığına belge olarak değerlendirilebilir.

 Konuyu iki aşama biçiminde ele almak istiyoruz: Rekabet ve takipçiler.

 Hazret-i Âdem insanlığın atası, ikinci ata ise Nuh Nebi’dir. Tufan sonrası, Allah tarafından korunan seksen üç adanmış inançlı ile insanlık tarihi devam edebilmiş. İkinci adam ve çevre kopleksini bu gerçekle temellendirmeyi yerinde buluyoruz. İkinci adam, nerdeyse bütün Allah elçileri için bir vazgeçilmez olarak karşımızdadır. Musa ile kardeşi Harun, Yusuf ile Bünyamin, İsa ve seçkin Havariler. Allah Rasûlü için Ebubekir. Yani her elçinin yanında onu rezerv koymadan, şart koşmadan onaylayan bir dost ve aynı kalitede bir çevre (ashap) bulunmuştur; Allah’ın dilemesi böyledir. Bu Allah’ın sunduğu yardım yanında, işin sosyal, siyasi mekanizmasını anlama (okuma) yönünden de ihmale gelmez bir veridir; bu işler böyle yürür! Yön farkı ise, insanlığın kaderini belirleyen en önemli unsurdur. Yani, kötüler de aynı ya da benzer (paralel) şekilde teşkilatlanarak kurum niteliği kazanır.

 Doping etkisiyle yeniden derlenip toparlanma kişilerin özel beceri ve mesleklerinde sıkça görülen bir durumdur; olumlu olumsuz biçimi vardır. Bu, bir tür müdahaledir. Siyasi düzenle(n)meye en iyi örnek olan devlet kurumunun da yine benzer tecrübeler yaşadığını söyleyebiliriz.

 İstanbul’un şehir olarak kuruluşu ve getirdiği sonuç itibariyle Roma’nın karşılaştığı (kazandığı) atılım gücü, sonra bölünme. Yine Roma’nın Hıristiyanlık etkisiyle yaşadığı dönüşüm. Köktürk devletinin yıkılıp VIII. yy’da yeniden kurulması da aynı benzerlik içinde düşünülebilir. 1402 Çubukovası savaşı yüzünden fetret (kaos) yaşayan Osmanlının Çelebi Mehmet tarafından yeniden derlenmesi, siyasi bunalım ve toparlanma sürecine örnek verilebilir.

 Ve öncüler... İlk kurucu(lar) ve yanında olmayı seçenlerin kalitesi -ki tabiî seçkinleşmenin temelinde bu yatar- çok önemlidir. Buna ‘ashap’ deniyor. Kuruluşu izleyen dönemde yaşanan şahsi-siyasi rekabet ise, nerdeyse kaçınılmaz tarihi bir tecrübe. İslâm tarihinde övgüyle anılmayan Sıffin ve Cemel vakaları için -mahiyet farkı olsa da şekil yönünden- çekinerek ‘ihtilal kendi evlatlarını yer’ tespitinde bulunursak, çizmeyi aşmış mı oluruz! Hazret-i Ali’nin haricilere (isyancılara) dediği gibi ‘söz doğru ama niyet bâtıl’ duruma mı düşeriz, tam güvenemiyorum.

 Osmanlının kuruluşunda bir Dündar Bey fitnesi yaşanmıştır. Osman Gazi’nin amcası olan bu kişi epey geciktirici, karıştırıcı iş yaptıktan sonra yeğeni tarafından sahne dışına itilmiştir. Komünist Rusya’nın kuruluşu aşamasında Maşeviklerin yok edilmesi, aynı süreçte Troçki vb. sürgünler ve sistemli cinayetler; TC geçmişinde istiklal mahkemelerinde uygulanan muhalif-rakip temizliği; şah sonrası İranında yaşananlar...

 Yukarıda Rusya demiştik; Lenin’in yerine geçen Stalin’in ikinci adamlıkta gösterdiği performans ve/fakat kendisinden sonraki zulümde ortaya çıkan kalite kaybı... Evet, Sovyet İmparatorluğu ashap yokluğundan yıkıldı. Lenin veya Stalin’in rahle-i tedrisinden geçen ya da başını okşama şeklinde de olsa temas kurduğu (el verdiği) kişilerin ölmek yoluyla siyasi hayattan çekilmesiyle, iş tâbiîn; ardından onlara tâbî olanlara kaldı. 1991’e gelindiğinde ortada 1917’de karılan hamur ve tutan mayadan mamul hiç kimse kalmamıştı; kaçınılmaz son böyle geldi.

 Devlet adlı kurum yıkılmaz, bitmez değildir. Bu yönüyle insanla aynı kaderi paylaştığı söylenebilir. Ama her şeyde olduğu gibi söz konusu oluş, belli şart ve kurallar dairesinde gelişir; buna siyasi kader diyebiliriz. Bu bağlamda Allah Rasûlü’nün kurduğu devletin bile ancak yirmi üç yıl ayakta kaldığını söyleyebiliriz. Hikâyeyi hepimiz biliyoruz:

Çoktan Ümeyyeoğullarına (Emeviler) geçen siyasi güç (iktidar) Hazret-i Hüseyin’in Kerbela’da şehit edilmesi sonucu, bütünüyle elden çıkmıştır. Ardınca gelen ve bugüne uzanan kalite kaybı ise kaderimizi belirlemiş bulunuyor. Şunu söylemeye çalışıyoruz: Ashaptan sonrakiler (tâbiîn) ashap, onları izleyenler (tebai’t-tâbiîn) de tâbiîn kadar olamamıştır. Buradaki ölçü siyasi konmakla birlikte, sosyal ve şahsi planda da ayrıca ele alınabilir ve bunun gelenekteki yeri (sıralaması) zaten bellidir. Boynuz kulağı geçer’in tersi bir tarihi oluşu iyi okumayı öneriyorum; bu Allah’ın devletlere uygun gördüğü kader cümlesinden olsa gerek! İhtilaftaki rahmete karşılık, çirkin siyasi rekabet ve ihtirasta yıkım vardır.

 Çizdiğimiz manzaraya yapılacak itirazlara anlayış kapımız açık; ortaya koyduğumuz okuma ve îma biçiminden rahatsızlık duyacakları da -şimdiden- anlıyorum. İnsan kalitesindeki kayba karşılık, İslâmın kıtalara yayılma sürecinden gelen teselliye de bir şey demiyoruz. Zaten amacımız dini hatırlatma veya İslâm tarihine bakış getirmek değil; oluşu (mekanizmayı) kavramak.

 İslâmın ilk dönemi (asr-ı saadet, reşit halifeler) ertesinde yaşanan ashap kompleksi belli bir üzüntü ve yakışmazlık duygusu uyandırsa bile kötülerin (zalim devlet) de aynı kader yasasına bağlı olması içimizde umut çiçekleri yeşertiyor!

 Yukarıda Komünist Rusya’nın yaşadığı ashap kompleksine değinmiştik. Bu ülkeyle aynı dönemde kurulan, pek çok tarihi ve siyasi benzerlik gösteren TC ile ilgili acaba neler söylenebilir; öngörümüz nedir ve bu çerçevede yakın siyasi geçmiş için uygun ve isabetli yakıştırma(lar) yapabilir miyiz? İşte, sabırlı okuyucularımızın beklediği şey bu olsa gerek! Kendi sorumuza evet diyerek kısa cevap vermekle kurtulamayacağımızı biliyorum; öyleyse uzun süsü verilmiş birkaç söz edebiliriz.

 Çoğu Anatolia, azı Avrupa toprağı olan söz konusu ülkenin kuruluş ve kurucu hikayesini -yanlış doğru- bilmeyen yoktur. Adı üstünde, hikaye! Yakın tarihi ultra-hayal, fantezi, çarpıtma, spekilasyon ve akıl almaz bir sanallık üzerine inşa edilmiş başka bir devlet bulunduğunu sanmıyorum; külliyen yalan! Diğer yazılarımızda işlediğimizden, tavır ve tespit meselesini bu cümleyle sınırlı tutuyorum.

 İkinci adamın kimliği için meraklısı Şevket Süreyya’nın aynı adlı kitabına bakabilir. TC ilk dönemi adına (1920-1950) oluşturulan ashap modelini bilmeyen yok; eğitim sistemi bu model ve maceraları üzerinden şekil kazanmış bulunuyor. Ayrıca amplaya domestiq (besleme bürokrat) geleneğini de iyi tanıyoruz. Cari sistemin kalite kaybı başlangıcı ashap döneminin sonu olan 1950’dir. Tâbiîn, o gaz ve military serumla 1980’lere gelebildi. Geldi ama ortada ashap döneminden eli öpülecek, saygılar sunulacak canlı kimse bulunmadığını gördü; ölülerle nereye kadardı... Tâbî olanlara tâbî olanlar (ya da suyunun suyu) ile pişirilen zehir zıkkım katkılı yemek ise ortada kaldı; tatmaya çeşnigir dahi bulamadılar. 28 Şubat darbesinde cepheye yedekleri sürmekle -beklediğimiz- en büyük ve/fakat kaçınılmaz yanlışı yaptılar. Ve ilk defa sonuç alamadılar; kan kaybı durmadı. Hastaları ölüyor ve onlar seksen altı yıl önce Kur’an’ı yasakladıkları için fatiha da okuyamıyor. Acaba hiç utanıyorlar mı?

 Pişmanlık duyup nedamet edip bizim safa geçmeleri düşünülemez bile. Hayat tarzı, kemikleşmiş tutum, edinilen kimlik, statü, inat ve inkardan kaynaklanan kibir... Artık dinsizliğin sunduğu avantajları da kullanamıyorlar. Şartları (gerçeği) kabul noktasına gelseler ya da gönüllü sürgün için hazırlansalar iyi ederler. Sistemli bir intikam düşünmüyoruz ama her toplulukta acısı heyecanına vurmuş tipler bulunur ve onları kontrol sadedinde isteksiz veya gevşek davranıp muhtemel linç furyası karşısında ‘A-a inanmıyorum, hiç tahmin etmezdim. Vallâ olay sırasında heladaydım’ benzeri gülümseten mazeretler üretebiliriz! Hidayete ermelerini isteriz elbet, ama sözlüklerden suç ve ceza kelimelerini silmeye kalkışmak ne derece ahlakîdir, bilemem. Çocuklarımız ve özellikle şehitlerimize bu aptallığın cevabını nasıl verebiliriz? Peki, Allah sorduğunda -ki mutlaka sorulacak- ne diyeceğiz!

 Devletlerin benzer kader paylaştığını ve şartlar tamam oldukta tarih sahnesinden çekileceğini söyleyen ibni-Haldun’a Allah rahmet etsin, cennette bal kaymak yedirsin.

 Roma ve Osmanlı siyasi ashaba dayanmıyordu; köklü devlet geleneğine sahiptiler. O yüzden yıkılma sebepleri farklı oldu; ashap kompleksinden değil! Komünist Rusya ve TC ise siyasi ashaplaşma temelinde yükseldi. Ortada temel kalmayınca yapıyı ayakta tutmak zordur; becerilse bile bedel gerektirir ve artık o yapı değil, belki de tava sapı gibi bir şeydir.

 Aşiret veya mezhep üzerinden devlet kurabilirsiniz; çete ve cuntalara istediğiniz kadar kurum makyajı yapın, sırıtır. Hep at hırsızı, sıradan katil olarak kalırlar. Bu tespitteki kaderi yaşamamız ne talihsizlik!

 

Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları 

TÜRK DİLİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

Türk dili belli çağlarda yabancı dillerden etkilenmiştir. Türkler hiçbir zaman kul köle ve sömürge hayatı yaşamamasına rağmen, böyle bir duruma düşülmesi çok garip ve düşündürücü­dür. Dilimiz Köktürkler döneminde Çince, XII ve XX. yüzyıllar arası Farsça ve Arapçanın etkisi altında kalmıştır. Günümüzde ise, Batı dillerinin ve özellikle İngilizcenin ağır baskısı söz konusudur. Bugünkü tehlike hepsinden büyüktür; çünkü, eskiden büyük, üstün ve güçlü millî yapının ve ona dayalı bir millî kültürün temsilcisiydik ve dünyayı yöneten devletlerin sahibiydik. Türkçe böyle bir güce dayanıyor ama, aydınların yanlış tavırlarından -bazen de ihânetlerinden- ötürü, Çin, sonraları Fars kültürü benimsenmeye/benimsetilmeye çalışılıyordu. Bu yanlış tavır, bizden yüzyıllarımızı çal­mıştır. Bugün ise, eskisine göre çok küçük ve daha zayıfız. Aydınlarımız, yine başka bir kültüre gönül vermişlerdir; Batı kültürünü, dil olarak da İngilizceyi yüceltmektedir.

Türkçe, köylülerin konuşmalarında, garip ozanların koşmalarında, ninnilerin sıcaklığında kendisine barınak arıyor...

 

türk diline kimesne bakmaz idi

türke hergiz gönül akmaz idi

türk dahi bilmez idi bu dilleri

ince yolu, ol ulu menzilleri

Âşık Paşa, yüzyıllar önce diğer dillerin baskısından ve aydınlanmızın bilmezliğinden böyle şikâyet ediyordu. Ondan önce Bilge Kağan, Kaşgarlı Mahmud ve Yusuf Has Hâcib, bu türlü bir ‘son’dan kaçınmak için uyarmış, eser vermiş, ama aydınlar yanlış yoldan dönmemiştir. Ali Şîr Nevâyî’nin îtiraz çığlıkları da karşılık bulamadan eriyip gitmiştir. Nevâyî, Muhâkemetü’l-Lûgâteyn (iki dilin yargılanması) adlı eserinde yükselen Fars değerlerinden, Fars hayranlığından ve aydınlardaki yoz­laşmadan bahisle, meseleyi ciddî ve ilmî olarak ortaya koymuş, fakat yak­laşan tehlikeyi önleyememiştir. Çünkü, gereksiz ve çirkin bir Farsça konuşma yazma hastalığı beyinlere işlemiş, gönülleri karartmıştı. Türkçenin inceliklerim bilen şâir ve yazar kalmamış gibiydi.

Amacımız Türk dili tarihinin bir eleştirisini yapmak olmadığından, aydınların dile bakışını, yanlışlarını ve bu kötü işteki sorumluluklarını konu edineceğiz. Firdevsî’den sonra yıllardır ciddî bir eser ortaya koyamamış Farsçanın ve Hârun Reşid döneminden sonra -sanki- yeniden çöle dönmüş bir Arap edebîyâtının Türkçeye baskısı(!) üzerinde yeterince durulduğunu sanmıyoruz.

Bu dönemde Arapların ‘yâlelli’den başka canlı bir kültür üretememeleri, Farsların en büyük şâirlerinin bile Türk olması, bu devrin tahlili için ilgi çekici verilerdir. Dünyaya hükmeden bir ulu devletin aydınları olması gereken kişiler, nasıl olup da Türkçeyi bırakıp diğer dil ve kültürlere hiz­metçilik edebilmiştir? Ortada bir aşağılık duygusu da yoktur (bugünkülerde vardır). Herhalde Fars ve Arap kültürüne acıdıkları için, bu dilleri yücelttiler denemez. Öyleyse, bunun sebebini zamana bağlı âmillerde aramak yerinde olacaktır. Bize göre, buradaki oluşun seyri, Türkün meşhur hoşgörüsü ve kimi zaman da millî iddiâsını terketmesi biçimindeki bir zihnî sapmadan ibârettir. Bunun sosyal ve târihî ifâdesi: Türkün sosyal eritme yapmaması, fakat kendi bünyesinde bu zayıflığı taşımasıdır. Çekildiğimiz yerlerde ‘evlâd-ı fâtihân’ olan soydaşımız dışında dilimizi konuşan Türk olmayan unsurların bulunmaması, bunun çarpıcı örneğidir.

Sözde aydınların yaşayışları her yönüyle Batılılar gibidir; kendilerini, Batı kültürünü Türk milletine -zorla da olsa- benimsetmekle görevli sayarlar ve bu ayıplı işe ‘çağdaşlık, ilericilik, modernlik’ gibi süslü adlar takarlar. Türk milletini ve Türk kültürünü savunanları da ‘gericilik’le suçlarlar! Onların bu âzat kabul etmez, parya yaftalı kölelik isteklerini, Türk milleti -her zaman yaptığı gibi- reddetmiştir. Bu bağışlanmasız günahlarına mürid bulmakta eskisi kadar rahat değildirler ve zorlandıkça da hırçınlıkları artmaktadır. Erimeye ve silinmeye mahkum bir kaderleri vardır; onların bu durumu, bize hiç de acı vermiyor! Milletin onlara kestiği en büyük ceza ise ‘unutulmak’ olmuştur. Sahte şöhretlerini belki bir süre daha sürdürebilirler, ama yakında Batılı efendileri de onları kaderleriyle başbaşa bırakacaktır; fırlatıp atılmış paçavraların sonunu ise, sen rüzgârlar belirleyegelmıştir. Esen ‘global’ ve AB rüzgârı, bu cümleden iyi bir sürükleyici olacaktır!

Bu noktada günümüz dil meselesine kısa bir bakış getirebiliriz. Dilde sâdeleşmenin yön değiştirmiş biçimi olan tasfiyecilik (diğer adıyla uydurmacılık) bugünün ‘tarzanca’ ve ancak üç beş yüz kelimeyle konuşabilen (söyleşen!) üniversite mezunlarıyla onulmaz bir yara biçiminde, Türk­çenin bağrında sinsi bir hançer olmayı sürdürüyor. Türkün, Türkçenin, din ve millet -milli­yetçilik- kavramlarının amansız saldırıcıları, sanki Türkçe sevgisindenmış gibi gösterdikleri örtülü -bazen açık-  bir saldırıyla, gerçek anlamda dilimizi öldürüyor. İçinde insaf bulunan her yürek, bu hâin hü­cumun dehşetinden ürpermiştir. Yalnız kötülüğe îman etmiş gibi, iyi olan herşeye düşman bu kötü kişiler, İngilizceyi öne çıkarmakla birlikte, dilimizi bozmayı sürdürmekten hiç vazgeçmeden kinlerini kusuyor. Yakaladıkları uygun vasatta, milletin tepkisizliğini de fırsat bilip cür’etlerini arttırıyor. Ama, Türkçe direniyor; eski gücünü ve bu güçteki sırrı kolluyor.

  Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

 

 

ÖLÜM VE RİTÜEL

Ölüm mutlak bir gerçek ve en etkili sınavdır. Ölüm aynı zamanda en etkili silahtır ve insana öğüt almak için de ölüm yeter. Ölümü ölen yaşar ama, yasını yakınları ve sevenleri tutar. Kültürler yas geleneğinin değişik ve renkli yansımalarıyla örülüdür. Öyle ki, sevinçten çok, yas ve üzüntü ifadesi daha belirgindir. Doğumla gelen sevinç yanında ölümün verdiği acı daha ağır basar. Her doğum sevinçle ve her ölüm de üzüntüyle karşılanmayabilir. Nikah dışı istenmeyen çocuk doğumu üzüntü ve sıkıntı getirebileceği gibi, kötülerin ölümünden de mutluluk duyulabilir (Allah Rasûlü ebu-cehil’in öldürüldüğünü duyunca beş kere şükür secdesine kapanmıştır).

Bu niye böyledir?

Niye sevinir, neden üzülürüz? Buna akıl yoluyla bir açıklama getirmek zordur; ama bu tavırlar akıl dışı da değildir. Çiçekleri koklamak, çocukları sevmek, bıyık bırakmak vb. gibi doğrudan aklî olmayan ama akla da ters düşmeyen davranış ve tepkiler, kişinin veya topluluğun moral değerlerinin günlük yaşayışa yansımasıdır. Bu türlü davranışların yaygınlık ve süreklilik kazanması durumunda kültür tanımına ulaşırız. Bu noktada, bizim bir ölüm ve yas kültürümüzün varlığından söz etmek mümkündür.

Eski Japon kültüründeki ölüm karşısında gülme geleneği bir yana bırakılırsa, insanların ölümle yüzleştiklerinde üzülme, ağlama gibi ortak tepkiler verdiğini söyleyebiliriz. Ölü bunların dışında olarak, ayrı bir boyut, değişik bir zaman ve bilinmez bir ‘durum’u yaşar. Bilindiği kadarıyla, ilk insandan bu yana ölümü paylaşmanın mümkün olmadığı, bunun denenmediği söylenebilir. Hint kültüründeki kadını eşiyle birlikte yakmada bile bu gözetilmemiştir. Yâni, birisiyle ve birisi adına tam veya yarı yarıya ölmek mümkün değildir; hastalık da böyledir; paylaşılamaz. Doğum için de aynı şey söylenebilir; yine birisi adına doğamazsınız. Ve’l-hâsıl, yalnız gidilir ölüme… Bu noktada, ölümün kesin şahsîlik özelliğine sahip, mutlak bir gerçek olduğunu anlarız.

Yas kültürü, merhamet kaynaklı ağlayıp üzülmekten, ağıtlar yakma ve türlü âyin (ritüel) sergilemeye kadar geniş bir alana yayılır. Ağlama, üstünü başını yırtma, başına toprak serpme, çatlatırcasına at veya araba sürme, kanlı gözyaşı dökme, vücuduna veya çevresine zarar verme, kara renkli giyinme, beraber gömülmeye yeltenme, intihara teşebbüs… Kısaca isyân!

Ölüm kabulü kalbin durması, başın kopması, soluk alıp verememe, hareketsizlik, soğuma, katılma, kokma, çürüme ve bekleme ile gelir.

Bekleme, mâkul bir süreyi pek aşmaz. Birisinin öldüğü diğerlerince çabuk anlaşılır; yâni, diri ölünün halinden anlar! Kara haber dağlar aşıp ırmaklar geçip kişinin ocağına düşer ve ateş düştüğü yeri yakar.

Uzakdoğu kültürlerinde gerçek ölüm için aradan uzun yıllar geçmesi beklenir. Bu arada ceset evin üst katında ve yarı mumya bir durumda bekletilir. Yirmi yıl sonra cenaze töreni düzenlenir. Giysileme, makyaj, süsleme, katafalk, sergileme, bekletme, mumyalama; öptürüp koklatma, elletme, müzik, dans, alkış, takla ve benzer âyinler…

Ceset saklamanın yaygın olanı toprağa gömmektir (Hristiyanlar ‘topraktan geldik, toprağa gideceğiz’; Müslümanlar ‘Allah’tan geldik, O’na döneceğiz’ derler). Bunun yanında suya bırakma, yakma, uçurumdan atma, kadavra olarak kullanma, ranza biçiminde kazıklara oturtma, katafalka koyma, camekânda tutma, mumyalama, anıt inşâ etme, piramit, türbe yapma, taş dikme, beton atma, resim yapıştırma, kavanozda saklama gibi insanlar değişik saklama biçimiyle karşı karşıyadır. Gömme pozisyonunda esas, uzadılı biçimdir. Hititlerde küp içine oturtma şekli tespit edilmiştir. Aranırsa, birkaç biçim türüne daha rastlanabilir (Amut biçimi belirlenememiştir). En sâdesi İslâmdadır. Ölü basit bir beze (kefen) sarılarak gömülür. Yanına para, âlet, eşya, çorap, şarap şişesi, gerdanlık, bilezik, hayvan vb. gibi herhangi bir şey konmaz. Bu sayılanlar putatapıcı geleneklerde görülür. Gömme yönü İslâmiyette Kıble’ye karşı olur. Bunu enlemesine düşünmek gerekir. Yâni, ceset dik olarak değil enine ve başı sağa çevrildiğinde Mekke yönüne gelecek biçimde gömülür. Hristiyanlarda ise doğudan batıya şekli uygulanır.

Görüldüğü üzre, insanların çoğu bir kimseye sağlığında esirgedikleri ilgiyi ölümünden sonra göstermektedir. Bu, elbette sağlıksız bir tutumdur. Bunun mâkul ölçüleri aşması ise, sapkınlık olarak değerlendirilir. İslâm geleneğinde insan sağken de ölüyken de saygıdeğerdir. İslâm insanları moderniteye değil normaliteye çağırır; bunun Kur’an’daki karşılığı ‘orta yol’dur; İslâm olumlu olumsuz bütün aşırılıkları yasaklar. Bilindiği kadarıyla günümüz gerçeğinde Müslümanlar Müslüman gibi yaşayamasalar da (En azından TC için) geçen yüzyılın ilk yarısından sonra ezan, Kur’an, cenaze namazı ve Müslüman gibi gömül(ebil)me hakkı kazanmışlardır. Kefen ile gömülebilme hakkının ellili yıllarda elde edildiğini hatırlatarak, bu utançlı yakın geçmişi fazla anmayalım.

Günümüz TC’sinde saygı duruşlu ve alkışlı cenaze örneklerine rastlamak kimseyi şaşırtmıyor… Müslümanların bir zorlaması(!) olmamasına rağmen, N. Hikmet, Y. Güney, A. Nesin, A. Kaya, H. Şimşek gibi sayılı örnek dışında ateist tören gözlenmemiştir. Bu kişiliklerin yurt dışındayken, geleneği daha rahat dışladıkları anlaşılıyor. Yurt içinde ise -gereksiz yere de olsa- örfî bir ağırlıktan söz edilebilir. Oysa bu anlamsızdır. Müslümanlar Müslüman gibi gömülmek istemeyenlere bir yaptırım uygulamaz; kendilerinin Müslüman gibi yaşabilme ve gömülebilme dertleri ortadayken, bunu düşünmek abestir. Bu noktada yabancı bir aydının TC’deki garâbeti anlatan şu tespitine kulak verebiliriz:‘Türkler Müslüman olarak doğar, Avrupa yasalarına göre yaşar, Müslüman gibi gömülürler’.

Cenaze namazı bir duâdır; rükû, secde yoktur. İslâmda canlıya olduğu gibi ölüye de tapılmaz. Diğer din ve inançlardaki nekrofilist ve fetişist eğilimler ise, apayrı bir inceleme konusudur. Cenaze namazı Müslümanlar içindir. Ateist, zındık, kâfir, canı istemeyen, zevkine uymayan vb. gibiler buna zorlanamaz.

Bilindiği üzre, bizdeki ilk mızıkalı cenaze töreni (Chopen’in köpeği için bestelediği ölüm marşı ile) Berlin’de bir Ermeni tarafından öldürülen eski Selanik telegrafhâne kâtibi, cunta üyesi ve İttihat başnâzırı Tâl’at Paşa için düzenlenmiştir.

Cenazede alkış modası ise, tabulu paganist geleneklerde bile belirlenememiş, enterassante bir sapmadır! Ateist Türk aydınının dâhîyâne bir buluşudur ve yüz elli yıl sonra (Tanzimat’tan bugüne) ortaya koyabildiği tek orijinal ‘şey’dir. Devamlı veya yaygın olup olmayacağı şu ân ölçümlenemez.

Dünya kuruldu kurulalı hiçbir sahte peygamber, diktatör (tâğut, mütekebbir), dinsiz faaliyet, kişi ve ideoloji ‘ölümü yasaklama, engelleme, ölüm gerçeğine son verme’ gibi bir hayırlı girişimde bulunmamıştır. Yasak ve yasaklama işini çok seven bu tipler, iş ölüme gelince, acayip bir yasaksavar kesilmekte ve vakti geldiğinde kuzu kuzu ölmektedirler.

Doğuma sınırlama getirme, nüfus planlaması yaptırma, doğan erkek çocukları öldürme gibi târihî bir akıştan gelen kötülerin, ölüm karşısındaki aptallıkları ilgi çekicidir. Onlarla tek ortak yanımızın yalnızca ölüm olması, sonrası (öteki dünya) için de umut verici görünüyor! Oralarda bir yerde biraz fazlaca eşit bir ortamda paylaşabileceğimiz kozlar aklımıza geldikçe, îman katsayımız arttıkça artıyor…

Ülkemizde doğup yaşayıp sonra da ‘vaktidir deyip’ ölmüş kişiler için, sağlıklarında hiç uğramadıkları bir câminin masalla taşında (namaz taşı), âyetlerle bezenmiş yeşil bir örtü altındaki sandıkta uzadılı olarak yatarken, yakınlarının hem yan tarafta cigara içip hem de câmi cemaâtinden ceset için cenaze namazı talebinde bulunmaları, garip ötesi bir tuhaflıktır (Terbiyesizlik tanımlaması için hiçbir itirâzımızın olmadığını ayrıca belirtmeliyiz).

TC’de yaşayan her dereceden dine uzak yaşayışı tercih edenler ve her renkten ateistin cenaze kaldırma işini Müslümanlara benzetme çabası, kültür Müslümanlığıyla açıklanabilecek bir tutumun ürünü olabilir. Eğer ölme işi(!) İstanbul’da gerçekleşmişse, cenazenin öğle namazını müteâkip Teşvikîye Câmiî’nden kaldırılma ısrârını ise, bir türlü anlayabilmiş değiliz. Dini dışlayanların da bazı ‘bâtıl’ inançları olduğu anlaşılıyor!

Câmi cemaâtinin ömürlerinde görmedikleri bu sandıklı ceset için ‘iyi biliriz’li tanıklıkla biten bir cenaze namazı kılmaları ve Allah’tan onun için bağışlanma dilemeleri falan filan… Evet, bu ancak ‘falan filan’ ile geçiştirilecek bir gariplik hikâyesidir.

Görüyorsunuz, ölümle ilgili yazmak ne kolay! Peki, ya ölmek? Yazınız güzelse, ölümünüz de güzel olur, diyerek işi tatlıya bağlayalım.

Güzel Allahım, yazımızı da güzel yaz (âmin)…

Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

 

EĞİTİM VE KALKINMA  

‘Eğitim’ terbiye karşılığı TT’de yeni sayılabilecek bir kelimedir. ET (Köktürk) ‘igitmek (beslemek)’ten günümüze taşınmıştır. ‘kalkınma’ ise, dünyada altmışlı yılların en popüler terimidir. Özellikle, geri kalmış -sistem tarafından geri bırakılmış- ülkelerin altyapı çalışmalarını ifade eder. Türkiye’de de aynı dönemde ‘inkişâf’ karşılığı, ama daha çok sanâyî alanındaki gelişmeleri tanımlama anlamında işlerlik kazanmıştır. O günleri hatırlatan ‘kalkınma hamlesi, kalkınmış ülke, kalkınma projesi’ vb. gibi terminolojik zenginliğimiz var. Günümüz iktidar partisinin iki adından birinin kalkınma olması biraz yadırganmıştır. Anlaşıldığına göre, adtan çok, adalet ve kalkınma terimlerinin kısaltması olan ‘AK’ klişesi öne çıkarılmak istenmiştir.

Eğitim ve kalkınma arasındaki ilişki inkâr edilemez; fakat yanlış anlaşılabilir! Bu yanlışlığa en çok da Türkiye gibi ülkelerde rastlanır. Buradaki temel çelişki, sebep-sonuç ilişkisinin iyi kavranamamasıdır. Belki doğrudan eğitim diyemeyiz ama, ‘eğitimin yaygınlaş(tırıl)ması’, kalkınmanın sebebi değil, sonucudur. Özellikle okulların açıldığı günlerde kasaba caddelerini süsleyen ‘ilköğretim kalkınmanın temelidir’ yazılı bez afişler, mâsum bir iyi dilek (salaklık) gösterisinden ibârettir! Ayrıca, bizdeki öğretmen kalitesizliğinin de göstergesidir. Bu söze inanan öğretmen tipinden insanlığa bir katkı umulabilir mi?

Bunun cevabı çok açık...

Kalkınmış ülkelerin hiçbirisi kalkınma işini eğitimi yaygınlaştırarak başarmış değildir. Kalkınmayı başarmış ve ardından eğitimi yaygınlaştırma güç ve irâdesini ortaya koymuşlardır. Formül ve hâl böyleyken, nâziklik olsun diye ‘gelişmekte olan ülke’ denilen ve/fakat düpedüz ‘geri’yi temsil eden ülkelerde, hâlâ en büyük mâlî payın ilköğretime ayrılması pek gariptir. Daha utançlısı, özellikle askerî darbe dönemlerinde dipçik eşliğinde uygulanan okuma-yazma seferberliği kâbusudur). Bu konuyla ilgili atılan nutuklar ise, utanç sınırını bile zorlayan bir aymazlık ifadesidir.

Yukarıda temas ettiğimiz mâlî pay konusu da yine yanlış değerlendirme kurbanı bir tamlamadır. Bütçeden eğitime ayrılan payın artmasıyla, eğitim kalitesinin de yükseleceğini sanmak gibi bir zihniyet sapmasına delâlet eder.

Tekelci zihniyet, üniform ve plancı ideoloji gözlüğüyle bakıldığında, bu duruma hiç şaşılmaz. Aksine, aksini söyleyenler yadırganır... Oysa, gelişmiş bir ülkede eğitime ayrılan mâlî payın yüzde on civârında olması beklenir. Yüzde meselesi, o ülkenin demokrasi çıtasıyla ters orantılıdır! Ama bir ülkede rakıdan ıspanağa, sıvı yağdan fındığa kadar her şeyi ‘devlet’ üretip pazarlıyorsa, o zihniyetin okulları (eğitimi) boş bırakacağını düşünmek hayâldir. Bu durumda, orada hep bir ‘yüzde yükseltme’ problemi yaşanacak demektir; yüzde yükseldikçe tatmin olanların sayısı artacaktır. Ama eğitim ne olacaktır? Aslında, bu soru temelli cevapsız bırakılmış değildir; meraklıları için Türkiye’nin mevcut eğitim manzarası, epey ufuk açıcıdır!

Türkiye tipik bir örnektir; TC’de -nerdeyse- bütün okullar devletindir. Öyle ki, devlet kendi kurumlarının (Sağlık Bakanlığı gibi) açtığı okulları bile MEB’na bağlama kararlılığındadır. TC’nin ‘özel şartları’ gereği, askerî okullar henüz bağla(n)ma kapsamına alınmamıştır! Bu uygulamada öne çıkan total yaklaşımın ardındaki zihin faaliyeti tevhid-i tedrisât tabusuyla ilgilidir ve aşılması, bugün için pek mümkün görünmemektedir. Ama yakın gelecekte -AB uyum sürecinde- daha veya ‘tam’ liberal uygulamalar beklemek durumundayız.

Eğitim özelleşip özgürleşince, bütçeden pay ayırma ve yükseltme problemi de kendiliğinden ortadan kalkacaktır.

Eğitimi devletin temel işlerinden sanan beyin yapısıyla, bir arpa boyu yol dahi gidilemeyeceği apaçık belli olmuştur. Hem eğitim (okullar) niye devletin işi olsun ki... Bu görevi ona kim verdi? Devlet becerebiliyorsa, öğretim yapsın; öğretecek şeyi varsa; bilgi gibi! İşin garibi, öğretmenlerin de kendisini eğitim vermekle görevli sanmasıdır. TC gibi dayatmanın esas olduğu kapalı rejimlerde buna ‘saymasıdır’ demek, daha uygundur. Yâni,  bir algı sapkınlığı bu kadar olur... Mevcut öğretmenlerin eğitimle ilgili gördüğü ‘eğitim’ seviyesi -veya kalitesi- nedir ki, böyle ‘özel’ bir alana müdâhil oluyorlar? Ama haklılar; birikimsiz ve öğretecek bilgisi olmayanların yansıma psikolojisiyle davranmaları ve hedef şaşırtmak istemelerini anlıyoruz! Sistemin militanı olmak kolay değil; az çok maaş da alıyorlar; sayıları da kabarık; bunca adam bir araya gelmişken, eğitim denilen nesneye ‘bir el atıverme’den geçmek olmaz...

Yeri gelmişken, ‘eğitimin amacı’ üzerine birkaç söz edelim... Bu konu ‘görgüden, okur yazarlığa; ara elemandan bilimadamı’ yetiştirmeye kadar epey geniş bir yelpâze içerisinde tartışılabilir. Özellikle TC gibi ülkelerde eğitim, bilim dışında bütün saygıdeğer amaçlara yönelik kurumlaşmıştır! Sisteme sâdık ‘bende’ yetiştirmek, öncelikli hedef olarak belirlenmiştir; pâye ve ünvanlar hep bu şablona göre dağıtılır. Ekmeğinizi eğitimden kazanma durumundaysanız ‘liyâkât, beceri, başarı, bilim, teknik, okuma, buluş; beyin kullanma’ vb. gibi zararlı faâliyetlerden uzak durmalısınız. Sistem, sizden sadâkât beklemektedir; çizmeyi aşmanız durumunda, postallarını harekete geçirmeye hazırdır!

Öğretim mi; o da ne?

Öğretmen mi; o da kim? 

Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

KUTLU DOĞUM

“Misafir” Arapça bir söz; sefer’den geliyor, sefer eden kişi demek. Bu yönden bakıldığında Türkçe “yolcu” karşılığıdır. Ama dilimizdeki kullanımı hâl’e değil sonuç’a göre şekillenmiş ve yolculuk sonrası konukluğa kabul edilen anlamını yüklenmiştir; “konuk, konak, konakçı, oturmakçı” Türkçede misafir yerine kullanılan diğer kelimelerdir.

Hepimiz bu dünyada kısa süre eğlenen misafiriz. Doğru yol (sırât-ı müstakîm) tutup iyi bir yolcu olmak ve yolculuk sonrası öbür dünyada ağırlanmak isteriz. Cennet, bu yönüyle hak edenler için ne güzel duraktır.

Bu dünyadaki ilk misafirler Hazret-i Âdem ve ona eş olarak yaratılmış Hazret-i Havvâ’dır. Dünyamızın kutlu misafiri ise adı güzel kendi güzel Muhammed (as)’dır. O dünyayı şereflendirdiğinde bütün âlem -bizim tam bilemeyeceğimiz biçimde- sevinmişti. Bu Kutlu Yolcu’nun değerini takdir edemeyen Mekke müşrikleri, onu çağların akışını değiştirecek zorlu bir yolculuğa mecbur ettiler; hicret böyle gerçekleşti. Ensâr (yardımcılar) adıyla şereflenen Yesrib halkı, gelmiş geçmiş en güzel konukseverliği göstererek ona kucak açtı. Yesrib bu güzellikle taçlanınca, Medîne (medeniyetin beşiği) ünvanını kazandı.

Allah Rasûlü ne güzel konuktur; konukların en güzelidir... O, aynı zamanda en seçkin konukseverdir. Ve Yüce Allah misafir ağırlayanı ne kadar da sever... Misafirin duâsı ev sahibi için nîmettir.

Kutlu Yolcu’nun dünyayı şereflendirdiği Mevlid (doğum) gecelerini kutluyoruz. Türkçemiz son yıllarda yeni bir güzellikle tanıştı: Kutlu Doğum...

Leyl-i velâdet (doğum gecesi) veya kısaca Mevlid adlandırması, yakın gelecekte “kutlu doğum” ifadesiyle yer değiştirecek gibi... “Kendi kalarak değişme” ve dilin ifade imkanlarından yararlanmanın çok güzel bir örneğine tanıklık ediyoruz.

Şimdi bunun hayata yansımaları üzerinde durabiliriz. Bu anlamda ve şehir (Biga) özelinde ortaya konan anlam dünyasına bir göz atalım. Nisan ayı içerisinde gerçekleştirilen Kutlu Doğum faaliyetleri, mânâ yönü yanında madde planında da yeni ifadeler kazanmış olarak hayata geçirildi: Kutlu Doğum Misafirhanesi, Kutlu Doğum Çocuk Bahçesi, Kutlu Doğum Bahçesi, Kutlu Doğum Salonu, Kutlu Doğum -sevgi ve barış- Çeşmeleri, Kutlu Doğum Aşı, Kutlu Doğum Mâşallahı…

Gelin, bu adlandırmaları “okuma”ya çalışalım:

İlk önce kelimelerin seçilişindeki özen dikkat çekiyor. Bunu hayata aktaran iradenin ardındaki gönül ve kültür üretimi kutlanmayı hak ediyor. Hepsi güzel; özellikle “Kutlu Doğum Misafirhanesi” tanımındaki isabet, gönüllerde titreten bir heyecan uyandırıyor. En Kutlu Yolcu’ya adanmış bir yerde onun misafiri oluyorsunuz! Zamanın cilvesi gereği bedenen ona misafirlik şerefine ulaşmamız mümkün değil, ama mânevî bir iklimde bu hazzı yaşayan ve yaşatanlar var. Lütfen, buna mânevî bir terennüm dememe izin veriniz. Hangi inanmış ruh, Allah Rasûlü’ne konukluğu istemez... En güzeli de cennette ona komşu olmaktır. Konukluğu kabul edilenin -inşallah- komşuluğu da müyesserdir.

Allah Rasûlü’nün çocukları ne kadar çok sevdiğini biliyoruz. Torunlarını kucağına alır, omzunda gezdirir, şefkâtle öperdi. Namazda üstüne çıkan çocuk için secdesini uzattıkça uzatırdı. Kendisine binek almasını isteyen Hüseyin’i sırtına bindirip deve taklidi yapması üzerine bütün melekler Müşfik Elçi’yi seyir yarışına girmişken, Cebrâil (as) gelmiş “Ey Rasûl, bu kadar da yapma. Allah nerdeyse imtihanı kaldırıp rahmetiyle tecelli edecek” diye uyarma ihtiyacı duymuştu. İşte, Kutlu Doğum Çocuk Bahçesi’nde oynayan çocuklar koruyucu (hafaza) melekler eşliğinde bu iklimi yaşıyor; oyun kurucuları da -sanki- o Şanlı Rasûl oluyor...

Kutlu Doğum Bahçesi...

Allah Rasûlü’nün yaşadığı bahçeyi hatırlatan bir ifade... Ya da Ravza-yı Mutahhara (temiz bahçe) olan Medine’deki kabrini diyebilirsiniz. Evine uğramış, bahçesini gezmiş veya Ravsası’nı (mezarını) ziyaret etmiş gibi olabilirsiniz.

Kutlu Doğum Salonu...

Mescid-i Nebevî’de yapılan sohbet ve toplantıları hatırlatan bir güzellik ve doyum (istiğnâ) tadındaki bu adlandırma da gönül dünyamızı aydınlatan, ufkumuza genişlikler sunan bir yer olmaya heveslenmiş! Ne güzel...

Kutlu Doğum -Sevgi ve Barış- Çeşmeleri...

Ol Rasûl’ün elinden içer gibi onun doğumuna adanmış çeşmelerden suya kanıp serinlediğimizi düşünmek... Müthiş bir şey. Sözün burasında yeri geldi; en güzel nâtlardan birini yazan Fuzûlî’nin onun elinden su içme isteğini dile getirdiği Su Kasîdesi’den şu beyti okuyalım:

dest-bûsi arzusiyle ger ölürsem dûstlar

kûze eylen toprağum sunun ânınla yâre su

Koca Şâir “Dostlarım Hazret-i Muhammed’in elini öpme arzusuyla ölürsem mezar toprağımdan yapacağınız bir kadehle ona su içiriverin” diyor. Böyle seçkin söyleyiş, içtenlik ve anlam derinliği karşısında insanın dili damağı kuruyup “su” diye haykırası gelmez mi?

Bu çeşmelere uğrayan yolcu, her yudumda adı güzel Muhammed’in elinden su içtiğini san, olur mu! O zaman kendini “su gibi azîz”lik makâmının kapısı önünde bekler bulabilirsin.

Kutlu Doğum Aşı...

Kutlu doğum adına, Muhammed Mustâfa yüzü suyuna adanan ve Allah rızası için yapılan bir ikrâm... Onun mübârek ve bereketli sofrasına oturmak... Bu güzel uygulamanın da her yıl sürmesini diliyoruz.

Kutlu Doğum Mâşallahı...

Süleyman Çelebi’nin “doğdu ol saâtte ol sultân-ı din, nûra gark oldu semâvât û zemîn” dediği eşref vakitte doğan bebeklere mâşallah dileğiyle takılan altınlar... Böylesi güzel tevâfuk için sevinen ana babalar... Ve bu kutlu anıyla dünyaya merhaba diyen cennet meyvesi çocuklarımız...

Yukarıda küçük bir şehirde yapılan faaliyetler üzerine konuşmaya çalıştık. Kutlamalar bununla sınırlı değil: Öğretim üyelerinin verdiği iki konferans, Kutlu Doğum Kitaplığı’nın açılması, fotoğraf sergisi, Vedâ Hutbesi ve kitap hediyesi, yoksul bir ailenin ev ve gıda ihtiyaçlarının karşılanması, hafta boyunca binlerce gül yanında, çocuklarımıza üzerinde “Doğum günün kutlu olsun gül yüzlü Peygamberim, seni çok seviyoruz” yazılı balonların dağıtılması ve yaşanan sıcak gönül temasları...

Yolumuz düşerse... Hazret-i Muhammed’e misafir, onun elinden su içip toplantısına katılan, bahçesinden meyve devşirenler -gibi- oluyoruz... Çocuklarımız da onun kucağında seviliyor, oyuna koşuyor... Ses ve gülücükler -sanki- ondan emânet elle tutulur bir güzelliğe dönüşüyor... Karşımızda Yâ-Sînlere karışmış gül renginde ilâhî bir iklim beliriyor.

İşte, hayatın mutlulukla yer değiştirdiği kutlu zamanlar...

 Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

TANRI SÖZÜ ÜZERİNE

Tanrı’, Eski Türkçe metinlerde teñri biçiminde geçer. Başkurt şîvesi dışında bütün Türk lehçe ve şîvelerinde kullanılan bir sözdür. İslâm öncesi Türklerde tanrı, tek yaratıcı Allah yerine, İslâm döneminde ise ilâh karşılığı olarak kullanılmıştır; put adı olarak geçmez. teñri sözü, budist dönem Uygur metinlerinde ‘efendi; kral’ anlamında sapmaya uğramışsa da bu geçici olmuştur.[I]

Eski metinlerde geçen ‘teñri, teñri-teālā; çalap (yalvarılan) tanrı; bayat(güçlü, nîmeti bol) tanrı, bayıķ (doğru sözlü), bayrı (ezelî), bayan (zengin, cömert), bayar (ulu, yüce); iti>idi (kutlu, yüce); uġan>oġan>oğan (övülen, güçlü); bengü>bengi>mengü>mengi (sonsuz, ebedî); ayzıt, yaratġan’ biçimindeki adlandırmalar tek yaratıcı tanrı’yı anlatır.

‘teñri>tanrı’ :

teñri küç birtük için’[II] (tanrı güç verdiği için)

‘üze türk teñrisi’[III] (üstte türk tanrısı)

‘üze teñri basmasar asra yir telinmeser’[IV] (üstte gök basmasa/çökmese altta yer delinmese)

‘anda kisre teñri yarlıķazu kutum bar üçün’[V] (ondan sonra tanrı bağışladığı kutlu olduğum için)

‘üze teñri erklig’[VI] (üstte tanrı güçlü)

‘kene künlerde bir kün oġuz ķaġan bir yirde teñrini çalbarġuda-irdi’[VII] (gene günlerden bir gün oğuz kağan bir yerde tanrı’ya yalvarıyordu/yalvarmakta idi)

‘kök teñri birdi tüşümde kiltürsün’[VIII] (yüce tanrı verdi düşümde güldürsün)

‘kök teñrige men ötedim’[IX] (yüce tanrı’ya ben borcumu ödedim)

‘ögmek tanrı’nundur’[X] (övgü tanrı’yadır)

‘şol tanrı āyetleridir’[XI] (şunlar tanrı āyetleridir)

‘bāri ne hācet kılavuz sözi çok

birdür allah andan artuķ tanrı yok’[XII]

(işin özü -sözü uzatmaya ne gerek var- allah birdir ve ondan başka tanrı yoktur)

tanrı emrin ķılmayalar hîç fevt

tā irişince bulara vakt-ı mevt’[XIII]

(tanrı emrini yapmayanlar ölüm vakti erişince neleri elden kaçırdıklarını anlarlar)

‘çalap’         :

çalbar-mak>yalbar-mak>yalvar-mak fiilinden türemedir. Yalvarılan tanrı anlamındadır.

‘şol tanrı çalabunuzdur anundur pādişahlık’(o tanrı çalabınızdır ve pâdişahlık onundur)

‘iy çalabumuz’[XIV] (ey çalabımız)

‘bayıķ/bayat/bayan/bayrı/bayar’    :

Zengin, cömert, güçlü, ulu, büyük; yücelik ve bolluk bildirir.

‘iy çalabumuz bayıķ biz inandıķ’, ‘bayıķ sen tevbe viricisen rahmat kılıcı’[XV]

‘umay/uġan’         :

u-mak’ fiilinden türemedir. Her şeye gücü yeten, kâdir tanrı anlamındadır.

umay teg ögüm ķatun’[XVI] (umay gibi güzel annem)

‘teñri umay ıduķ yir sub basa birti-erinç’[XVII] (tanrı umay kutsal yer su üzerine çöküverdi herhalde)

‘bengü>bengi>mengü>mengi’          :

Allah sözünün ebedî/sonsuz sıfatını karşılar.[XVIII]

bengü taş toķıtdım’[XIX] (ebedî taş yontturdum)

‘idi’     :

Kutsallık, mübāreklik bildirir.

ıduķ yer’[XX] (kutsal yer)

‘yalavaç>yalvaç’ :

‘tanrı yalavacı ardınca’ (tanrı rasûlü ardınca)

‘..tanrı daķı yalavaç...’[XXI]

uçmaķ>uçmag>uçmağ(cennet) tamu(cehennem):

uçmaġa erti’[XXII] (cennete gitti; öldü)

‘ānun içün oldı bu varlıķ ķamu

ay u yıldız yir ü gök uçmaķ tamu[XXIII]

(onun için yaratıldı bu varlıkların hepsi: ay ve yıldız, yer ve gök, cennet ve cehennem)

‘adn uçmaķları’[XXIV] (adn cennetleri)

*

Yukarıda tanrı sözünün târihî akış içerisinde, birkaç  Türkçe metinde kullanımını göstermeye çalıştık. Aslında örnek çoktur; fakat bu çalışmanın hacmini zorlamak istemedik. Ayrıca, kimi itirazcılar, bilgi eksikliği ve kimi zaman da kötü niyet gösterisi olarak bu sözün kullanımına karşı çıkar. Bu, doğru bir duruş değildir. Aynı kişilerin Farsça dinî terimlerden habersiz olarak söyledikleri bu sözler çok yanlıştır. Şöyle ki: hüdā, sâhib anlamına Farsça bir sözdür; Allah karşılığı kullanılır. Osmanlı Devleti’nde ket-hüdā (ev sâhibi) biçimi resmî bir terimdir. Yine, Arapça olan ve din anlamına gelen bir hüdā sözü daha vardır. Ayrıca, eski metinlerde Farsça olan yezdān[XXV] sözü Allah karşılığı olarak geçer. Günümüz Türkiye Türkçesinde de tanrı sözü yaygındır: ‘tanrı misāfiri; her tanrının günü; tanrı selâmlarını sunmak’ gibi.

Kimi kötü kişiler allah dememek için tanrı sözünü seçmektedir. Bu, sapkın bir yoldur. 18.Eylül.1932’den 1952 yılına kadar Türkiye’de ezan okumak, Kur’an öğrenmek, öğretmek, hacca gitmek yasaklanmıştı.[XXVI] Türkçe ama uydurma ezanda allah yerine tanrı dendiği için, halk tanrı sözünden soğumuştur. Bu türlü moral bozucu, din yıkıcı uygulamalar ve sapkın yönlendirmeler sonucu, tanrı sözünün Yunanca; uydurma; putperestlik olduğu gibi söz ve duruşlar yaygınlaşmıştır; bunlar ilmî değildir; yönü iyi belirlenmemiş haklı bir tepkinin eseridir.

Aklı başında hiçbir Müslüman allah yerine -ille de- ‘tanrı diyeceğim’ veya ‘diyeceksiniz!’ diye baskı ve dayatmada bulun(a)maz. Allah yerine veya allah dememek için tanrı demek, Müslüman işi değildir. Bunu yapanların da İslâmla ilgi ve mesâfe(sizlik)leri zâten bellidir. Allah adını -asla- bırakmadan, ilâh karşılığı olarak sözde, yazıda tanrı sözünü anmak ve kullanmakta ise, bir sakınca olmadığını bu kısa incelemede göstermeye çalıştık

En doğrusunu ise, Allah bilir.

 

Osman Kibar



[I] Saadet Çağatay, Eski Türk Lehçeleri-I, s. 66, DTCF Yay. Ankara-1976, ‘teñrim meni niçük seversiz (efendim beni ne kadar seversiniz)’

[II] Muharrem Ergin, Orhun Âbideleri, Boğaziçi Yay., Kül-tigin, doğu, 12

[III] Kül-tigin, doğu, 10

[IV] Kül-tigin, doğu, 22

[V] Kül-tigin, doğu, 28-29

[VI] Bilge kagan, kuzey, 12

[VII] Muharrem Ergin, Oğuz Kağan Destânı, Hülbe Yay. İst.-1988, s. 31

[VIII] Oğuz Kağan Destânı, s. 43

[IX] Oğuz Kağan Destânı, s. 46

[X] Muhammed bin Hamza, Kur’an Tercümesi, s. 1

[XI] Kur’an Tercümesi, s.31

[XII] Muharrem Ergin, Mevlid -vesiletü’n-necât- MEB Yay. İstanbul-1990, s. 90

[XIII] Mevlid, s. 71

[XIV] Kur’an Tercümesi, s. 15, 38, 352

[XV] Kur’an Tercümesi, s. 127, 128

[XVI] Kül-tigin, doğu, 31

[XVII] Tonyukuk II. Taş, batı, 3

[XVIII] Efe geleneğinde ‘bengi’ diye nâra atılır.

[XIX] Bilge kagan, kuzey, 15

[XX] Tonyukuk, II. Taş batı, 3

[XXI] Kur’an Tercümesi, s. 64, 149

[XXII] Kül-tigin, kuzey, 22

[XXIII] Mevlid, s. 15

[XXIV] Kur’an Tercümesi, s. 354

[XXV] ‘kur’an’da zafer vādediyor hazret-i yezdān

[XXVI] 1947 yılında Umum Matbûât Müdürü (Basın yayın genel müdürü) Vedat Nedim Tör imzasıyla yayınlanan bir genelgede ise gazete ve dergi yazılarında ‘Allah ve ahlâk’ kelimelerinin kullanılmasının yasaklandığı duyuruluyordu

 

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

Online dergiler Online dergiler