Eleştiri: Zindan Adası | Kültür&Sanat

Kültür-Sanat Editörü tarafından yazıldı. Aktif .

DELİLİK İLE SİNEMA TARİHİ BULUŞUNCA:

Shutter Island

Kara film denilince birçoğumuzun aklına baştan çıkaran femme fatale'ler, yoldan çıkmış iktidarsız erkekler ve onlara eşlik eden meşum mekanlar gelir. Dışavurumcu aydınlatma gibi çeşitli sinemasal yöntemlerle basit polisiyeler olmaktan fazlasıyla uzaklaşan kara filmlerin belki de en önemli özelliği yarattığı çıkışsızlık duygusundadır. Kime güveneceğimizi bilemediğimiz bu tekinsiz ortamda, ana karakterimizin düşüşüne ortaklık ederiz. Suç filmlerinin yaşayan efsane yönetmeni Martin Scorsese, Dennis Lehane'ın romanından uyarladığı Shutter Island'da bizi 40’lı yılların kara film evrenine geri döndürüyor; görsel üsluptan ziyade bir his, bir öz olarak başrolü oynuyor kara film.

Aslında daha en başından beri neyin ne olduğunu tahmin etmekte zorluk çekmiyoruz. Fight Club'tan bu yana izleme alışkanlıkları değişen, oyun mantığında işleyen filmlere alışkın olan seyirci için Shutter Island'ın gizemini çözmek zor değil. Ama bunun için yönetmeni suçlamak ne kadar doğru, bilinmez. Sonuçta bir roman uyarlaması olan Shutter Island'ın bilindik öyküsü için Martin Scorsese'ye kızmak oldukça yersiz. Aksine, böylesi alışılmış bir öyküyü, 2 buçuk saate yakın bir sürede hiç sıkılmadan izleyebileceğimiz bir filme dönüştürmüş olduğu için Scorsese'ye ve bugüne kadarki en iyi oyunculuk performansını gösteren DiCaprio'ya müteşekkir kalmamız gerekiyor. Yeri gelmişken, Leonardo bu kez çok iyi bir oyuncu olduğunu kanıtlıyor. Neredeyse tüm filmi omuzlarında taşıyor ve bunun altında ezilmediğini her daim hissettiriyor.

Michel Foucault'nun Deliliğin Tarihi adlı ünlü çalışmasından izler taşıyan Shutter Island'da, akıl hastalığına bakışın evrimini yalnızca diyaloglarla değil, aynı zamanda görsel olarak da anlatmayı başarıyor Martin Scorsese. Şiddet suçu işlemiş akıl hastalarını gayet modern yöntemlerle tedavi etme yüce gönüllüğüne sahip bu özel hastanede, Rachel Solando isimli bir kadın hasta kayboluyor. Dedektif Ted Daniels ve ortağı Chuck Aule'ın hastanedekilerle karşılaşmasındaki tuhaflığı tabii hemen hissediyoruz. Bundan sonrasında ise Scorsese tam anlamıyla yönetmenliğini döktürüyor. Ted Daniels'ın gel-gitleri ile beslenen, geriye dönüşler ve şimdiki zaman arasında gezinen film, bulmacasını yavaş yavaş, hiç acele etmeden örüyor.

“Kim yaptı” tarzı dedektiflik hikayelerinden, 40'ların film noir’ına ve özellikle Henri-George Clouzot filmlerine meyleden Scorsese, arada kendi filmografisine uğramayı da ihmal etmiyor. Taxi Driver'ın Travis Bickle'ı ile Ted Daniels’ın gördüğü bir düş esnasında karşılaşıyor, akıl hastanesinin koridorlarında dolaşırken Mean Streets'in arka sokaklarındaymış hissine kapılıyoruz. Gerçek bir sinema aşığı olan ve film sanatına tutkusunu hiç yitirmeyen Martin Scorsese, Shutter Island'da kendi kökenlerine dönüyor ve inşa ettiği muazzam suç sinemasının kaynaklarını izleyici ile paylaşıyor. Böylelikle Shutter Island, kendi öyküsünü aşarak sinema hakkında konuşan, izleyici ile bu şekilde diyaloga geçen ortak bir deneyim alanına dönüşüyor.

Öykü olarak John Fowles'ın Büyücü’sünden, ruh olarak da Edgar Allan Poe'nun yazılmış en tuhaf akıl hastanesi öyküsünden (Dr. Katran ve Profesör Telek’in Sistemi) izler taşıyan Shutter Island, hafıza, bilinç ve gerçeklik kavramlarını kendi oyununu kurmak için yüzeysel malzemeler haline getiren filmlere inat, modernist bir tavır benimsiyor. Olay örgüsünün gelişimi Identity gibi filmlerle eş tutulabilecekse de, bu tavır onu benzerlerinin önüne geçiriyor. Shutter Island uzun süredir sinemada unuttuğumuz bir değeri bize yeniden hatırlatıyor: Kendi anlatısını ciddiye almayı ve izleyicisine bu anlamda saygı göstermeyi. Shutter Island, iyi bir filmin nasıl olduğu konusunda hafızamızı tazeliyor.

Online dergiler Online dergiler