Wecihi Bey

Osman Kibar tarafından yazıldı. Aktif .

WECİHİ BEY

I.

Değerli Hâzirûn,

Sevgilerimi sunarak başlıyor, doğrudan konuya giriyorum.

Burası normaldışı vahşi ve siyasi manyaklaşma süreci yaşamış bi garip ülke. Elbette edebiyatımız da bundan âzede değil.

İlk bakışta her şey normal gibi görünüyor, hatta sonraki anlamlı denebilecek bakışlarda da sonuç aynı; İzninizle Türk edebiyatının devirlerinden bahsedebilir miyiz!

İslam öncesi: (Eski Türkçe) Köktürk (çekinmeden göktürk diyenler var), Uygur; Kuman-Kıpçak, Karaim

İslam dönemi : (Orta Türkçe) Karahanlı, Harezm (çekinmeden harzem diyenler var); Selçuklu (EAT: Eski Anadolu Türkçesi), Osmanlı-Divan (batı)-Çağatay (doğu)

Tanzimat edebiyatı (batı etkisindeki Türk edebiyatı da denir, elhak doğrudur), eşzamanlı olarak Edebiyat-ı cedide (Servet-i fünûn), Fecr-i âti, Milli edebiyatçılar (Türkçü, ırkçı akım). Ardısıra 5 Hececiler, 7 Meşaleciler, Garipçiler (XIX.yy Fransız etkisi), I. Yeni, II. Yeni, Sosyalistler; artık ne demekse “modernciler, bağımsızlar” ilh.

Evet “nokta”.

İşin burada bitmesi ve sonradan ortaya çıkacak durum, akım ve eserlerin gerekirse (ve elbette bir disiplin olarak edebiyat’a göre) ayrıca adlandırılması beklenirken öyle olmadı.

Bilim ve sanat alanında çalışıyorsanız bu belli bir disiplin kabulü gerektirir. Disiplin TC’deki cari eğitim sistemindeki öğrencilerin korkulu rüyası disiplin kurulunu tedai ettirse de öyle değildir, bilim alanı/kuralı demektir. Buraya kadar dayanabilen siz sabırlı dinleyicilere teşekkür etmeden olmayacak ama arada yine o ünlü sabır taşınıza başvurmadan edemeyeceğiz.

İslam öncesi ve erken İslami dönemle ilgili bir öksürük kaydı bile bulunsa değerlendirmeye alındığı görülür. Bu vesileyle Allah kitap din imanla ilgili cümle, mısra zenginliğimiz şaşırtıcı hacimdedir. Keza Divan dönemi de öyle, öyle ki Allah din iman aşk dışında tek bir harf dil malzemesi yoktur, eğer olsaydı şimdiye kadar mevcut (milli) eğitim marifetiyle hepsi belletilmiş olurdu. Bî-lâmecbur dini metinler işlenmek zorunda (Ateist veya laikçi bir ed. hocasının Su Kasîdesi’ni hangi özel duygular eşliğinde anlatabileceğini ve duyduğu ruh azabını vb. şenlikleri aşağıda anlamaya çalışacağız).

Sanat sanat içindi, yok toplum için olmalıydı monşer, yok efenim Fecr-i âti falandı derken XX.yy’ın ilk çeyreği gelmişti kapıya, elbet bir şeyler yapılmalıydı, en uygunu için çok düşünülmedi, TC devleti devletler arenasının (ki arena, kum demekti) lütfeni olarak arz-ı endâm ediverdi. Niye böyle oldu, nasıl olup da oluverdi (Oğuz Atay’ın buyurduğu üzre ‘niye böyle yaptın, neden ansızın kuruluverdin’)? Evet, (b)öyle olmakla Milli mücadele dönemi ed. ve ruh ikizi uydurmasyonu Cum. dönemi ed. ile tanıştık. Aslında -bunca yıllık beyin yıkamaya karşılık- ilk elde bu adlandırmada bir tuhaflık aramak garip kaçabilir ama biz ‘dünya garipliklerle doludur’ diyen isimsiz bir bilgenin etkisinde kalmak istiyoruz.

Yani olmayan şeyin ed. mı olur(du)! Ama oldu işte garabet burada; beklenen ucube, bize -zekamızla alay edercesine- “harika değerler, şaheser eserler” diye dayatıldı ve ne gariptir bu durum hiç sorgulanmadı. Sadece dinli-dinsiz ayrımı gözetmek yeterli görüldü. Oysa bir “katiller topluluğu” ve “yurttan hasta ruhlar korosu”ndan başka bir şey olmayan siyasi-askeri vurucu güç (dewlet: Chp/ordu) bile bu ölçüde bir kabulleniş ve kendi açısından bu tür bir başarı beklemiyordu. “Siyasi manyaklık” makyaja hiç başvurmadan sözde “edebi zevk”e(!) dönüştürüldü. Bu aptallaştırma operasyonu kabul edilemez; dünyadaki sözlüklerde ahlak diye bir kelime varsa bu sapkınlık protesto edilmelidir, mutlaka!

Evvelemirde (öncelikle) Tanzimat ve takipçisi yıllarda birden yeraltına inen Allah kitap din imandan bahseden eserlerin (cümleler, mısralar) durumu ilgiye muhtaç görünüyor. Birdenbire yok oluyoruz yok sayılıyoruz; sanki yazmıyoruz basılmıyoruz dağıtılmıyoruz... Dünyanın en yokedici sansürüdür gidiyor. Dönemin magazin uzmanları büyük romancı ve şeyhü’l-muharririn (yazarlar kıralı), monşerleri ise sultanü’s-şüara (şairler kıralı) olup çıkıverir. Kiminelikmincebinde romanları edebi sanat ve zevkin zirvelerinde at koştururken zavallı paryalar Balkanlar denen bir coğrafyadan batak içinde bataçıka amansız bir ricat halindedir. Evet, bu facia yaşanırken Pera’da (Beyoğlu) kadehler toplum için sanata kalkmaktan utanmıyordu. Ve o yılların telif eserlerinde anılan faciayla ilgili tek bir satır göremezsiniz. Kuşkusuz bu ahlaki bir tercihtir fakat içinde “edebi tanrı” olarak bize dayatılanların kimliği üzerine bol malzeme barındırmaktadır.

Biz n’aptık mı? Türküler yaktık fısıltımızı çoğalttık acımızı azalttık ölülerimizi gömdük (savaş artığı birkaç balta da gömdüğümüz söylenmiştir). Yeraltına çekildik, bunun meraklısı değildik ama başka n’apabilirdik!

Yazar ve şair olan değerli kişilerin esas mesleği devletlû olmaktı (sivil veya üniformalı memur). Sanat tercihlerindeki ketumiyetlerini sorgulayacak değiliz fakat mevcut zihniyet yapıları bizi yok saydı, bu da bir tercihti ve onlar bunu asla suç ve sâbıkadan saymadı!

Siyasi kadro ile edebi çevre aynı sosyolojiyi ima ediyordu, aynı şeydi. Türkiye için XX.yy’ı rakip tanımaz amanbilmez işte bu kafa şekillendirecekti (Potansiyel rakip yani bütün bir halk siyasi imhaya uğratıldığından ortada bırakın rakibi, çifte atacak merkep bile kalmamıştı).

Yeni sistem dünyadaki “kardeş örnekler”e uygun davrandı, ton farkı barındıran renkleri tektipleştirdi, bu iş için de en uygun renk olduğu ispatlanmış kanrengini kullandı. Aslında çok basit bir yol seçti, hiç de sofistike davranmadı, zihin konforunu bozmak istemedi, beynini daha önemli ilan buyurduğu balo faaliyetlerine teksif etti. N’aptı, şunu yaptı: Zavallı halkın birbirine nasıl hitap edeceğini, hangi desen çorap giymesi gerektiğini yasa güvencesine aldı (Henüz fabrikasyon üretim gelişmediğinden halkın hangi marka bisküvi yiyebileceği ilerleyen yıllarda belirlenecekti).

Bu kısa giriş sonrası sadede gelmek uygun olur.

Biz Milli mücadele dönemi ve Cum. dönemi edebiyatı yakıştırmasını gayet yakışıksız buluyoruz, çekinecek utanılacak bir şey yok (hele bunca yıl sonra), şu işin doğru adını söyleyelim: Chp dönemi edebiyatı!

Chp dönemi edebiyatı (1920-1950) tek parti diktası kontrolünde, onun zevk, ihtiyaç ve tatmin unsurlarına bir cevap üretmek üzre tarihteki seçkin yerini almıştır. Chp nesir ve şiir türünden yarışmalar düzenlemiş, uygun bulduklarını -ki çoğu propaganda amaçlı siparişti- ödüle boğmuştur (Boğma demişken, bu işlem devletin eli uzun olduğundan pek çok koldan eşzamanlı icra edilmiş, boğmanın uygun olmadığı şartlarda dârağacıyla iş/ler bitirilmiştir). Kadrolu yazar ve şairler dönüşümlü olarak ödül sağ***ğı altında inlemiştir! Bir ara nüans soslu aynıadlı bir dergi çıkarıldığı dahi görülmüştür (Şevket Süreyya ve Kadro’suna saygıyla).

Yukarıdan buraya Chp dönemi edebiyatı ve onun sözdeaydın tipolojisi verilmeye çalışıldı, elbette yetersiz ama hiç dert değil, çünkü biz başka bir şey anlatmaya çalışıyoruz.

Sadece Halide Edip örneği üzerinden giderek bile belli kanaat sahibi olmak mümkündür ama biz öyle yapmayacağız, onu sıradan bir figür diye niteleyip geçeceğiz. Evet, yukarıda geçti, Chp yarışmaları önemliydi, heyecan yanında para ün seçkinlik statü mebusluk yarı-tanrılık lâyüsellik sunuyordu; bundan özge tatmin mi bulunur. Eli kalem tutanlar bilir, bu işte mutmain olmak acayip iç gıdıklayan afrodizyak pozisyonlar yaşatan bir olgudur.

 /.../

II.

Yaban, Chp dönemi edebiyatındaki yerini muhkem tutmuştu, Chp roman yarışmasında birincilik az şey değildi. Servet-i fünûn romanlarındaki ortak özellik nasıl meslek ve para kaynağı belirsizliği ise bu Chp dönemi edebiyatında da sürer ve ortak payda yabancılaşma düşmanlık ve nefret olarak belirir: Halktan ve onun kutsallarından nefret! Öncesi selef edebiyatın halkla fazla bir derdi olmamıştır. Hatta onlar zaman halk ve gerçeklerden öyle kopuktu(r) ki, İstanbul’u terk edip Madagaskar’a (başka bi rivayete göre Yeni Zelanda) göçüp klan/komün hayatı yaşamak istemişlerdi. Sonradan hedef küçültüp Manisa dolayında bir çiftlik edinip oraya yerleşmede karar kıldılar. Bu tasarı yoğun iaşe temini ve rakı tedariki noktasında akim kaldı. Kurulan yeni devlet onları muhkem istihdam etti, sayısız ünvan verdi, el üstünde tuttu, yani bizden uzaklaşmalarına gerek kalmadı, bizi köleleştirip ülkeyi çiftlik eyleyip efendi oldular.

/.../

Efenim, halk denen cahil kitle onca kan ve cesede rağmen ne uzakatalar dinine dönüyor ne de dinsizleşmeye pirim veriyor... Pervasız cahiller hâlâ sahura kalkıp vaktinde iftar ediyor, Allah demeyi unutmuyor. 

Nefret odaklı yazı çizi dünyasında özellikle çocuklardan nefret dikkat çekiyordu. Ne Yaban ne Çalıkuşu’nda tek bir güzel sevimli çocuk bulamazsınız  (Yeşil Gece’de ise sövgünün kurumlaştığı görülür). Bütün çocuklar sakat, sümüklü, yara bere içinde, hayvanlarla aynı karpuz kabuğunu kemiren uzaylı ucube yaratıklar gibidir. Bu noktada Chp dönemi edebiyatında çocuk nefreti konulu doktora tez(ler)i beklemek hakkımız saklıdır.

Yakup Kadri, Yaban’ı İncil’e göre mizanpe etmiş, her bölüm başına muharref İncil ayetleri koymuştu.  Halide Edip ise anadan atadan Yahudi idi -ve şüphesiz Osmanlı geleneğinde asla aşağılanmamıştı- bu yüzden olsa gerek eserlerinde Tevrat dizaynı takip edilir ölçüde belirgindi. “Ateşten Gömlek” giydirme gayretleri, doğrusu halk için pek yerinde bir benzetmeydi ama hakkı teslim bir erdemdir, erken dönem ve ellili yıllardaki sistem muhalifi tavrıyla göz dolduracaktı.

Chp dönemi edebiyatı yeni rejime bir güzelleme olmakla beraber kalite (edebi değer) yönünden kardeş rejimlerdeki paralelliğe hiç de denk düşmeyen düşük bir grafik ortaya koymuştur. Bu meyanda Behçet Kemal vb. kadrolu “sofra” müdavimlerini satırlarımıza konuk etmek tahammülfersa bir davranış olacaktır, özellikle kaçınıyoruz.

Cahit Sıtkı, Chp şiir yarışmasında birincilik kazanan Otuzbeş Yaş Şiiri’yle bize buz gibi bir korkudan başka ne söylüyor olabilir? O değil ama sözde mısralar sökülüp getirildiği kaynağı iyi söyleyecek (aşağıda bakacağız).

Yeri gelmişken... Chp dönemi müntesipleri ve öncekiler nasıl/niye bu ölçüde pervasız olabildi? Hayır, bize kustukları kini konuşmuyorum; intihal (çalıntı) ve ölçüsüz iktibas (alıntı) diyorum. Eskiler bu duruma düşüldüğünde utanıp en azından ilham’dır, tevârüt’tür  denmesini beklerdi ama adıgeçen suçlular anılan utancı başlarına tâc etmekten çekinmedi. Bizce bunun basit bir sebebi var ve her basitlik gibi onları bitiren şey bu oldu: Bizim bu bilgiye hiçbir zaman ulaşamayacağımızı öngördüler, bizler de (bugünün yabancılaşmamış aydınları) dedelerimiz gibi cahil köylü fakir parya kalacak onlar hep efendilik yapacaktı... Evet basit hesap buydu. Hiç arşivleri inceleyemeyecek, kitap mitap yazamayacak, dünyayı tanımayacak, kıyas nedir bilmeyecek, insanlaşmayacak, zenginleşmeyecek teknoloji kullanamayacak ve akademik kariyer yapamayacaktık! Doğrusu bu uzun yıllar aynen onların sandığı ve istediği gibi gitti. Köyden devşirilen saf çocuğu masum anadolunun  mahreçli az sayıdaki seçme sabî, onların mahir ellerinde dönüştürülüp amplaya domestique  kalıba uygun sivil ve üniformalı memur halinde halkın üzerine salınmıştı (Köy Enstitüleri tam da bu amaç içindi). Bu akış yetmişli yıllarda değişmeye başlayacak ve onlar için “en istenmeyen senaryo” ortaya çıkacaktı.  Sistem kendine aşırı güven ve rakının verdiği sahte mutluluk arasında gelip giderken Üsküdar’da sabah olmuş ve tavşan bayırdan aşma sahneli film, çoktan vizyona girmişti...

Aslında “bilinç üretimi” sanıldığı kadar yaygın değildi ve “düşünme”yi bilmiyorduk. “Bizden aydın”ın düşünmeyi öğrenmesi ve düşünmeyle ilgili tasarrufu yirmi otuz yıl önceye falan gider. Eşzamanlı olarak imdada teknolojinin yaygınlaşması yetişmiştir. Ancak bu destek sayesinde “kültür üretimi”ne geçebildik, siyasi ve ekonomik alanda görünürlük elde ettik, talepler dillendirdik. Karşı taraf, kaybettiğini ancak yeni fark ediyor, karşıönlemler geliştiremiyor, zamanın dışına düşüyor (aslında hep oradaydılar) ve sistem(leri) nihayet çöküyor.

Yukarıda bir cümle halinde temas ettiğimiz “ruh azabı”nı açmak gerekirse şunlar söylenebilir: Baldan nefret eden arı, çizgi’den nefret eden mühendis, rakamlardan nefret eden matematikçi, haritadan nefret eden coğrafya uzmanı... Bir düşünelim, ne azap olurdu ama! Peki, tarihinden nefret eden tarih prof’u, Türkçeden nefret eden bir edebiyatçı, kurbandan nefret eden ama derisine acayip bir ilgi besleyen THK, oysa aynı iş (operasyon) EBK’na yakışmaz mıydı, en azından adında et geçiyor! TTK yalan ve hatta absürd ve sahte tarihle, TDK Sümer ve Mayalarla... enteresan bir kabile manzarası olabilirdi ama hayır, bunlar Önasyada kurulmuş bir devlet ile ilgili sıradan alışılmış bilgi kırıntısı ve öğrenilmiş cahilliğimize dair türlü itirazla karşılanmaya hazır veriler topluluğu...

III.

Bu kısa “dokunma” sörfü olmaksızın aşağıdakilere edebi cenahta uygun yer rezerve etmek mümkün olmayabilirdi. İşte şimdi kısaca o acıtıcı temasta bulunup muarızlarımızı tarihin çöplüğüne göndereceğiz, sifon çekmeye de kimsenin itiraz edeceğini sanmıyorum ki “barsak boşaltmak” bile siyasi hata ve cinayetlerin tasfiyesiyle ilgili üretilmiş bir deyim olarak sıkça kullanılmaktadır. Ayrıca ortada edeple ilgili pek bir şey görünmediği için söz konusu övgü(!) yüklü kelime terim ve deyimleri kullanmak hiç de yadırganmamalıdır.

Ömer Seyfettin, sadizm, ırza geç(il)menin sunduğu şehvet ve müstehcenliğin dehlizlerinde ölüseviciliğin (nekrofili) zirvelerini oynayan Beyaz Lale adlı “seçkin” eserinde, Radko’nun kişiliğinde bize başka şeyler de tedai ettirmeyi başaracaktı. Tamam da bunun daha namuslusu G. Flaubert’in Kartopu’nda vardı! Tamam, eşzamanlılık özdeşlik olabilir, iktibas, esinlenme (ilham), etkilenme, tevârüt vs. de olabilir. Hatta apaçık “nazire” olamaz mıydı? Ki nazire “daha iyisini yazdım” iddialı bir edebi küstahlığının adıdır ve Divan ed. vazgeçilmezleri arasındadır.

Cahit Sıtkı, Otuzbeş Yaş Şiiri’nde ürperten soğuk korkutan şeyler söylüyor. Tamam da Valery zaten  “ne bu çakılan tabut ölen kim” diyordu (Kıtanın biri olduğu gibi intihaldir).

Yahya Kemal, Açık Deniz’i, Hugo’nun Okyanus’undan uyarlamış desek, çok mu kalp kırarız!

Ahmet Hamdi, “kurt nasıl ölülerle / tırtıl nasıl meşeyle beslenirse / biz de besleniriz”i olduğu gibi Wogner’den esinlenmiş. Ama o daha çok serpiştirme yöntemiyle temaları şiire yedirmiştir.

Ahmet Muhip’in Luis Aragon ile olan intihal teması da pek meşhurdur. En masum belki de Fahriye Abla’da anlattığı hikayedir.

Orhan Veli, Edeuward’tan “dağ başındasın /.../ içmeyip de ne yapacaksın” diye aynen almış.

Oktay Rifat ise Rambolt’tan takılmış. Perçemli Sokak, Tufandan Sonra şiirleri bu yolla mısralanmış (çarmıha gerilmiş kişi imajı ve onun geri dönmesi).

Melih Cevdet ise daha çok Jak Prever çalışmış gibi... Garip Aile adlı şiir, Prever’in Lui I.- Lui XIII’teki gibi I.Osman... III.Mehmet... II.Osman biçiminde sunulmuş.

İ. Berk, doğrudan Tevrat ve Rambolt’a gidiyor: “beni kendi ağzının öpüşleriyle öp” (Tevrat), “bağırıyordu bir kadın” (Rambolt).

Cemal Süreya,  “her şey geçti bende hah ha ha” (Aragon’dan nakarat, aynen). “günlerimle akşamlarımla / rim’le... rim’le seni beklerim”.

IV.

TC kısa tarihi kendi yanında edebiyatıyla da manyakça bir şaka gibi, tarihin bir şakası gibi, mahsusçuktan oluvermiş bir şey gibi... Bizimkisi de sosyal karşılığı bulunmayan(!), sırf tarihe kayıt düşmeye yarayacak son solukta şekillenen bir itiraz gibi... Adamlar alternatif Mevlit  dahi kaleme alabildi, Anti-Qoran (Kuran’a Reddiye) bir Türk tarafından Paris’te yazıldı, teknik sebeplerle İstanbul’da basılamadı.

Seçki, güldeste, antoloji; “yararlı kitaplar, seçme eserler, ...eserlerinden seçmeler, ilk yüz eser, bin temel eser  vb. Bunun öğrenci sosyolojisine yansıması basitçe şöyle olmuştur: Yaban romanını yıllık ödev olarak yapmadan orta ve liseden mezun olamazdınız! Rejimin özel günlerinde aldığınız ödül eğer tükenmez kalem değilse, mutlaka Yaban veya Çalıkuşu olurdu. Ondan sonra gelsin bilmemkaçıncı baskılar, ençoksatanlar, acayyipokunanlar bestseller listesi! Yine buradaki ajan-provakatör “kutsal meslek” icra eden ve aslında rejimin militanı olmak dışında bir özelliği bulunmayan öğretmen tipolojisidir.

TC coğrafyasında kitap listesi hazırlama ölçü ve mekanizması yukarıda değinildiği gibidir (İnsanın bir anlığına “şekil-a’daki gibi” diyesi geliyor). İşte bizim kısa, alçak ve manyakça kotarılmış edebi hikayemiz bundan ibarettir. “Edep bunun neresinde külliyen edepsizlik yâhu” vb. tepkileri de anlayışla karşılamaya hazırız. Bilindiği üzre Arapça bir kelime olan edeb, Arap kültüründe sofra kurallarını bildirir, sonradan sözde ve yazıda edep halinde ıstılah (terim) kimliği kazanmıştır. Bizdeki edebin ise nasıl ve hangi yollarla (aslında ordu/Tekparti yolu) neye karşılık geldiği, nelerin ifadesi olduğu -yine- yukarıda anlatılmaya çalışıldı. Aslında inanca sövgü ve bizden nefret dışında “onlar”ı bağışlamamız mümkündü ama onlar ortaya koydukları yerin dibine giresi performansla bu şansın dışında kaldı. Neydi o; şuydu o: Kalite!

Onlar her tür mesleki yetersizlik, dünyadışılık yanında bununla atbaşı giden bir kalitesizliğin de biricik temsilcisi olmakla kendilerini “hiçlik”e mahkum etmiş bulunuyor ve biz de onları cezaların en ağırıyla tecziye etmiş bulunuyoruz: Unutulmak! Evet, yüzyılımızı çalanlara ruhumuzu parçalayanlara beynimizi boşaltanlara “unutulma” cezası verdik.

Artık her alanda üstün eserler ortaya koyma zamanıdır, zaman bizimdir mekan da bizim olmalıdır.

 

V.

Mesela...

S.A.Enstitüsü (içerdeki İrlandalı tepkisi olarak) kaleme alınmıştır (demokrasi özlemi-anlayışı milli kültür falan söz konusu değildir). Mesela Bursa’da Zaman, daha çok nev-Yunanilik temellidir (bkz. “ilah uykusu” vb. temalar). Aynı şiirin benzerini (tema ve işleyiş olarak) Lord Byron’da da görebiliriz (Y. Kemal de Byron’a hayrandır).

Sait Faik, zevk için ve yaşadığı bohem hayata uygun yazdı; yaza yaza yazmayı öğrendi. Ateizm Chp arası gelgitleri de olmasa daha iyi eserler verebilirdi.

Fakir Baykurt, Bekir Yıldız, Erol Toy ve saz arkadaşları komünizm-Chp anaforunda III. sınıf yazıcılar olarak kaldı. Sövgü ve Müslüman köylüyü aşağılamayı yol eylemişlerdi, öylece erimek kaderleri oldu.

Sistem-rejim eleştirisi olarak daha gelişmişi ve en kalitelisi-samimisi “Tutunamayanlar”dır keza “Tehlikeli Oyunlar”; Oğuz Atay saygıyı hak ediyor.

Refik Halid tavizsiz muhalif olarak üstün eserler verdi. Bir “Eskici” nelere yetmez! İşçi haklarını ilk yazan da o oldu.

Ve Kemalettin Tuğcu... düzenin seçkinleri vur patlasın çal oynasın yaparken o, bizim çocuklarımızı yazdı; vefa, sevgi, yoksulluk, ezilmişlik, dışlanma, tutunma gayreti vb. ama en çok çocuk ruhunu yansıttı.

Peyami Safa’ya gelince... elbette büyük yazar. Onun da iki dönemi var, yani o da sonradan toparlayanlardan.

Cemil Meriç, ihtida sonrası ulaşılmaz birikim ve uslubuyla geldi, ufuklar açtı.

Y. Kemal o kadar da büyük şair değildir, ayrıca özel ve siyasi yaşamı bizim çok uzağımızdadır. Newyork’ta yaşasa aynı mısraları orası için de yazabilirdi; bu da doğrusu “new-yunanîlik”e pek yakışırdı.

Kemal Tahir için -kısmen- sistem-rejim eleştirisi ama daha çok komünist bakış-propaganda (tabii en naifinden) amaçlı cılız gayret denebilir. Yorgun Savaşçı ve Kurt Kanunu’yla milli(!) tabuları yıktı.

Memduh Şevket (MŞE) on sekiz yıl Chp sekreteri, karaladığı her basitlik şaheser diye sunulup basılabildi.

Orhan Kemal tamamen Chp (laikçi) yanlısı basit romancı ve kötü hikayeci (Eskici ve Oğulları, külliyen aparmadır).

Yaşar Kemal için bir şey demeye gerek yok; primitif (ilkel-yetersiz) bir okuryazardır. /.../

Tek istisna 1932’de(!) hidayete eren ve üstadlığı hak eden Necip Fazıl’dır.

Nihal Atsız’ın şahsında Türkçü-ırkçıların durumu, İttihatçılar (Milli ed.) gibidir, Ö. Seyfettin, Z. Gökalp vb. devamıdır.

Arif Nihat, bir şiir, kelime canbazı halinde bilgeliğiyle temayüz etti; Nât-ı Şerif günahlarına kefaret olmaya -herhalde- yeter!

“Aylardan ağustos günlerden cuma” diyen Niyazi Yıldırım ruhumuzun tellerini titretmiştir. Güçlü mısra, baskın bir şiir dili, heybetli kelimeler başlıca vasfıydı; ne yazık şair olarak hakkı teslim edilmedi.

Selim İleri, birikimli ve kalemi güçlü biridir. Liberal ihtida ardınca daha iyi yazmaya başladı.

İsmet Özel de öyle... İhtida sonrası fırtınalar estirdi. Son günlerde işi Selefiyeciliğe dökmüş gibi ve tam olmasa da ırkçılık vb. zırvalar döktürdüğü söyleniyor.

Turan Oflazoğlu, tiyatroya getirdiği dil ve tema ile temayüz etti, ideolojiden uzak durdu.

Mehmet Akif, sonradan “bizden” kabul edilmiş bir kişilik, aslında öyle bir iddiası yok. Tamam şiiri biliyor ve aruz canbazı ama önce İT’in (ittihat ve terakki) sonra cari rejimin borazancıbaşısı ve tam bir adam aparma ajanı olarak sivriliyor, rejimin türküsünü (marş) /.../  yazan adam oluyor /.../ kahraman orduya falan ithaf ediyor! İskilipli ve kader yoldaşları sözde meclis önünde, bütün bir halk takke, çorap rengi vb. gardrop malzemesi yüzünden ve yasakyayın Kuran nüshaları bulundurmaktan ev önlerinde asılırken o regime liberty’e methiyeler düzme peşinde taban yalıyor. Beş yüz lira ödülü almadığı falan da süper bir şehir efsanesi.

En sevdiğimiz Sokakta’da bile romanın /.../ yarısı “adılazımdeğil”e yazılacak çocuk mektubunun tasviriyle süslüdür! Köse Kadı ise ruhumuzun kimyası halinde cümle, uslup ve kurguda biricik yerini koruyor. Bahaeddin Özkişi’yi seviyoruz; uslup ve kurguda çığır açtı.

Ama şöyle ama böyle... Bizim derdimizi ilk söyleyen romanları Hekimoğlu İsmail yazdı; Minyeli Abdullah çok önemli bir eserdir.

M. Necati Sepetçioğlu’nun tarihi romanları bile “tam bizi” anlatmaz; muhayyel hamaset yolundan gider.

Yavuz Bahadıroğlu’nun, tarih alanında gençleri okutan bir kalemi vardır.

Ama... Tarık Buğra sağlam çocuktur! Romancı olarak doğanlardandır. Gerçi Küçük Ağa’da azıcık zırvalamıştı, neyse ona da rüşvet-i kelam diyelim, Allah affetsin.

Yeni nesilden Hasan Kayıhan vardır, iyi romancıdır. Halen Almanya’da olmalı, oradan yazıyordu ama iyi yazıyor(du)! O da bozulduysa bilemem...

Yusuf Atılgan, Anayurt Oteli’nde ortaya koyduğu tiplemeyle kendini gösterdi. Aylak Adam’da ise Servet-i fünun roman kalıntısı olmaktan öte gidemedi.

Sebahattin Âli, Kürk Mantolu Madonna’da ideolojik kaygıdan uzak üstün bir edebi değer üretti.

Metin Kaçan, Ağır Roman’da fırtınalar estirdi, nasıl yazılırmış aykırılık absürdlük neymiş nasıl olurmuş gösterdi, içerik bir yana ironi, dil ve uslup olarak zirveyi tuttu; cidarları zorladı.

İdeolojik saplantıyı aşmış görünen İhsan Oktay (Anar), günümüzde tarihi romana farklı bir ufuk açmayı başardı.

Orhan Pamuk tu-kaka edildi, hem de eski sosyal çevre ve siyasi hempaları tarafından; kıskançlığı apaçık yapmaktan utanmadılar, hepsi adamyer makinesi gibiydi. Nobel almak çok şeydir, beyler! Adam bunu Türkçe yazarak yaptı.

Şevket Bulut, bizden biri olarak Alkarısı ve Kefensiz Ölüler’de hikaye nasıl yazılır gösterdi.

Osman Çeviksoy iyi yazan biri ama daha velut olması beklenir.

Murat Menteş, Dublörün Dilemması’nda kurgunun kitabını yeniden yazdı, övgüyü hak etti.

Ve İskender Pala, roman ve deneme nasıl yazılır gösterdi. Divan ed. sevdirdi.

Elbette ad, kişi, eser sayısı ve mevzu bu kadarla sınırlı değil ama meramdan öte kirli çamaşırları ortaya sermeye yettiğini düşünüyorum.

Hepinizi gönülden duygularla selamlıyorum.

Hâmiş

Genç olduğu anlaşılan bir dinleyicinin mevzudışı bir sorusu üzerine Wecihi Bey’in şöyle dediği görülüyor:

Yükseklerden düşme ihtimali -hep- vardır, ben yerdeyim oturuyorum ve bir ayağım çukurda, binaenaleyh düşme riskim yok ama bu derinleşmeme mâni değil.

Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

Yazar Hakkında

Osman Kibar

Online dergiler Online dergiler