Acıların Çocuğu

Osman Kibar tarafından yazıldı. Aktif .

ACILARIN ÇOCUĞU

Biliyor musun çok acı var ve dünya türlü acıyla dolmuş, acı çekiyorum anlıyor musun acı. O yüzden pastaneye gitmem gerekiyor. Yakınlarda uygun bir nalbur bulunsaydı oraya dalardım. Niye böyle oluyor, diş çektirmek için de kuaföre götürüyorlar (oysa sapına kadar erkekim ben). Pastanede ne mi yapçâm, işte buna gülünür, ilaç bakçâz herâlde. İlacın pastalısı, pastalı ilaç, ilaç şeklinde pasta, pasta biçiminde ilaç (hap da olabilir ama şurup bizi bozar, almayalım). 

*

Acı çekiyodum da acı

Doktur bulamadı ilacı

-Aslında var ya, inciri de pek bi severim eskiden beri

-Nasıl yani

-Doktorlar nerde bulunur hastanede diğ mi

-Evet de bu mabetteki kalite ne iş

-Onu bi geç öyleyse ne demek oluyomuş

-Ne bileyim n’oluyo... çıldırtma adamı da söyle.

-Şu demek oluyo: Hastane önünde incir ağacı, diye başlayan bi türkü

-Anlaşıldı, sen bir ördeksin

-Ne ilgisi var

-Hava bulutlu, yağmur yağacak, göller oluşacak ve sen yüzeceksin, ördeksin ya!

-Hâlâ anlamadım ne ilgi...

-Hemen konuya girsen incir ördek vb. gibi nesneleri çıkarsan aradan, hem yukarıda geçen acılı dokturlu iki mısra da pek zavallı, dost acı söyler

-Yapma yaw... Peki anlıyor ve giriyorum

*

Hiç unutmam (daha dün gibi) yedi falan yaşlarında olduğum için ve dişim ağrıyordu. O akşam babam bana dedikine senin dişini çektirtelim dedi. Geçmiş gün, insan unutuyo(!) tabi gecenin bi vakti kalkıldı herkes kendine göre giyinildi en yakın pastaneye gidildi (hani kuafördü) tam içeri girilecekti ki derkeenn... Kıştı galiba ve hava da soğuk ama kaldırımlarda terlem terlem bi sıcak, ortalık kavrulmakla kalmıyor aynı zamanda tütem tütem tütüyordu. Tanımsız korkular üşmüştü şehrin karanlık dehlizlerine, kertenkelebekler yuvalarında titrem titrem titreşirken bir bekçi düdüğü keman çaldrıyordu otuziki dişine birden o yüzden ve âniden tıslayan bir ses duyuldu: Gecenin sesidir diyen oldu, karanlığın nefesidir, dedemin fesidir, ney’in inlemesidir, acep neyin nesidir diye düşünüldü. Gece -o tarihlerde- herhangi bir düşünceye imtiyaz tanıyacak anlayış ve berraklıktan henüz çok uzaktı. Tıslayan ses bu sebeple tanımsız ve adsız kaldı. Oysa şifreler deşifre, gardiyanlar başgardiyan olabilirdi. Evet, bunlar mümkündü ama mümkünü imkansız kılan bir şey veya pek çok şeyler olmalıydı ve vardı. Gecenin dehlizlerinde (şehrin karanlığı mıydı) gezinen dolaşan uçan kaçan kıvrılan sokan sürtünen tıslayan hırlayan ısıran atılan dolanan sarkan kemiren koparan yutkunan yalanan tutunan sıkan acıtan nice çalınan tırnak, abanan pençe, sallanan kuyruk, süzülen kanat, sürünen gövde... hepsi birleşmiş olarak geceye vücut vermiş, beden kazandırmış gibiydi. Evet, kesinlikle (b)öyleydi. Yoksa gece tek başına nasıl cüret etsindi ödümü patlatmaya!

Gecenin karanlık emzirdiği bi çocuktum ama mutluydum (korkunun memelerinden ise çikolata damlıyordu muttasıl).

Evet (yine mi evet) kabul ediyorum o gece (diş çektirmeye pastaneye gittiğimiz gece) kertenkelebekler yalnız değildi. Gecenin karanlık renginin kıyı köşe ve bilumum kuytu dehlizlerinde nice nice kaplumkurbağa çekirgeyik yarasaka dobermanda gergedana zürafare pelikanguru filamingoril akbabaykuş sansardalya... hareket halindeydi. Bunu bilen -ve her şeyi bilen- babam bana dönerek ‘korkma sevgili yavrucuğum, yanında ben varım hem bak pastaneye gelmek üzereyiz’ deme nezaketini gösterdi. Ve girdik ve dişimiz çekildi pastalar yenildi çıkılıp eve dönüldü (vurulan iğne, ağızda ‘sanmaca’ bir şişme, sarkan çene, tükürülen kan, çukura kaçıpduran dil, peltek bir konuşma ve ille de o koku).

Evi umduğumuz gibi bulduk, iyiydi daha n’olsundu.

Bu evin canlı olduğuna yüksek ölçüde inanıyordum, kesinliğe varan yüzlerce delil ortadaydı. O gece umduğumuz gibi bulduğumuz ev asla bıraktığımız gibi bir ev değildi. Sözde geceye emanet ettiğimiz ev benzeri bu nesne hıyanetin kollarında utanmaz bir dansın esrik kıvrımlarıyla kendinden geçmiş, geceye inat ışıkların ışıllığında parım parım parlıyordu. Gece ve onun gizlediklerini bilmezden gelircesine korkularımla alay ediyordu. İşte o ân onu sevmekten vazgeçtim artık sevmeyecektim daha öncekinin de sevgi olduğundan ciddi kuşku duydum. Sevgimi dövdüm ezdim ufaladım parçaladım ve onu hiç çekinmeden gecenin av bekleyen açılmış kollarına doğru fırlattım. İyi bir atış olduğunu ertesi gün görecektim: Eriyen kar yığınları arasında pörsüm pörsüm pörsümüş bir kâlp duruyordu, hareketsizdi ve bundan böyle hayatını ancak bir barsak artığı olarak devam ettirebilecekti (sevgi denen bu şey korkmak nedir ölüm nasıldır bilmiyordu).

Sonra ve bir ara dişim yeniden kanadı (evdeydim ve hâlâ sevgisizdim).

Salon perdesinden bir kıymık keserek tampon yapıp arasına koydular ve dediler ki Adana’da pamuk tarlaları iflas etmiş o yüzden ve mecburen kanayan diş aralarına perde kesintisi boca edilecekmiş, son çıkan bazı kanunlar ve Sinop sıkıyönetim komutanlığının otuzbir numaralı bildirisi böyleymiş. Kabullendim tabi fakat Sinop işini tam kavrayamadım, sibop desem olmadı boşa koydum dolmadı.

Beni yatırdılar. Bir ses ‘yarım saat içinde süzülüp gitti yavrucak, yedi kere okudum ama olmazsa yarın üstüne bi de kurşun döktürtelim’ dedi. Kapanan gözlerim sesin sahibini aradı, yarı açık kulaklarım ‘ninem’ tahmininde bulundu. O iyi bir ninedir, bu evin kapı pencere döşeme badana gibi bir şeyidir. Hep aynı divan üzerinde ve benzer biçimde oturur elde tespih. Hiç değişmiyor bildim bileli aynı yaşı sürmekte. Sabun gibi kokmayı nasıl başardığını ayrıca merak ediyorum. Hele ille de sesi... Kuran okur gibi konuşuyor mevlit dinler gibi uyukluyor. Bir zamanlar ne yürekler yaktığına kim inanır; yatak yorgan demeden ceviz kestane yemeden, bu endam şu süzülüş o naz, gülüşler... mümkün değil bi yere konmaz; dünyaya nine doğmuşlardan olduğu çok açık, hatta kesin, şüphe eden kuşku duyan çarpılır.

Yatırdılar yatağa bırakıp gittiler, yastık kıyısınca kıvrılmış beni bekleyen hareketli bir iplik yumağının kolları arasına. Örttüler üstümü divan altında kıpraşan yüz gözlü masal hayvanıyla yüzgöz olacağımı bilmeden. Uzun ve çalı kirpikliydim, açınca gözkapaklarımı kısınca gözlerimi değiyordu kaşlarıma bazen ve belinliyordum üstten birileri çekiştiriyor diye alnımı. Yumdum, çok sıkı kapattım gözlerimi, acır gibi oldu göz kıyılarım ve çömdü karanlık bütün dehşetiyle içeriye. Öteki odaları tütsülemiş olan serinlik de soğuk kılığında kapı aralığından aktı yorgan altından sızdı ve titretti beni bir anlığına, bir üşüme geldi bir yalnızlık bastırdı bir korku göründü bir boşluk belirdi... Bağırmışım, çığlığıma koşmuşlar ateşler içinde yanıyormuşum. 

Eh artık iğne kaçınılmazdır veya iğneden kaçılmaz. Yedi ev öteye varılacak, kapılara vurulacak, üç beş dakka içinde dışarı don gömlek bir baş uzanacak sonra çıkacak. Elde çanta bir şey konuşmadan yürünecek bizim eve gelinecek, bu operasyonu yine ve elbette baba yapacak. Bu, dünyanın en sessiz, konuşmasız -nerdeyse mimiksiz- yedi ev öte gidip yedi ev beri gelme işidir. O saatte niye kapı çalındığı bellidir gelen bellidir hastanın kimliği bellidir hangi iğne vurulacağı bellidir (çünkü başka iğne yoktur) öyleyse Sıhhiye Bekir Efendi niye konuşup da yorsun kıymetli cancağızını... Evet, bilindiği ve beklendiği üzere oldu her şey. Bekir Bey (az önce Efendi değil miydi) kendinden beklenen şeyleri yapıyor: Çanta açılıyor çelik kutu çıkarılıyor (o da açılıyor) şırınga iğne şişesi odaya dolan ilaç kokusu, birkaç şakırtı üç beş şıkırtı bir iki sürtünme fışkırtma sesi (adamdan hâlâ tık yok). Kimliği belirsiz eller beni yüzüstü uzanmaya davet ediyor, eh istediğiniz oldu işte kıç meydanda öylece bekliyorum. İlk önce ve geçen birkaç yıldabir olduğu gibi pamuk, eşliğindeki kolonya serinliğiyle ürpertiyor (Hani pamuk tüccarları iflas etmişti ve Adanalıydılar, yalan bal gibi hem de. Gerçeği en münasip biçimde hissediyorum beni kandıramazsınız). Gene ağlasam mı acaba... ama kaç zaman geçti bi yararını görmedik, ilk fırsatta hemen iğne, öyleyse bu sefer dişler sıkılacak (bir eksi yirmisekiz halinde, baş zaten çatlıyor) ve beklenen acı temas geliyor iğne sol buduma giriyor e-ee bitti gibi fakat o da ne... esas iş şimdi başlıyor, içime doğru duman duman akan yakıcı acı eşliğinde koyveriyorum yaygarayı. Bekir Efendi’de gene tık yok ama imana gelip iğneyi acıtmadan çekiyor ve kolonyalı pamuğu bir daha aynı yerde gezdiriyor, bu sahte bir serinlik ve beni aldatmaya yetmez. Her şey gibi bu da bitti iğnemizi vurulduk. Adam geldiğine benzer madeni sesler eşliğinde gidiyor, yine ağzından (başka neresi olabilir ki) tek söz duyulmuyor, bu efendi konuşmadan nasıl yaşıyor acaba, pamuk yudumlayarak iğne yiyip şırınga çiğneyerek falan mı?

Acı yasaklanmalı tohumları yok edilmeli dalları kırılmalı kökü kurutulmalı ya da bütün acılar bir havuzda toplanıp derdest edilerek (enterne de olabilir) herkese eşit üleştirilmeli ve bir daha asla katiyyen acı fidanı dikilmemeli ama hal-i hazırda açmış varsa acı çiçeklerine dokunulmamalı ne de olsa çiçektir o da bir can taşıyor, çiçeğe kıyılır mı hiç...

Şimdilik acı işi tatlıya bağlanmış gibiyken önümüzdeki yıl önüm’le ilgili bir acı mevzusu daha ortaya çıkmış bulunuyor: Acır macır demeden ailecek sünnet olmama karar verildi. Bakalım yastığımın kıyısı ve yatağımın altında hangi öcüler ne tür böcüler kıpırdayacak... Hem de temmuz sıcağında her yer buz kesmişken.

  Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

Yazar Hakkında

Osman Kibar

Online dergiler Online dergiler