Nokta-i İstinad

Süleyman Kahraman tarafından yazıldı. Aktif .

 

Türkiye’de tarih araştırmaları birçok kere siyasi ideolojilerin kurbanı olmuştur. Bununla birlikte şu durum insani olarak anlaşılabilir bir gerçektir: insanoğlu; kendi düşüncesine yakın gördüğü tarihi olay veya kişileri kendince yüceltebilir, aksi durumda da küçültebilir. İşte bu hadise insani olarak anlaşılabilir; ama tarih bilimi açısından bu doğru değildir. Bu “ anlaşılabilirlik”  Türkiye’de bazı zaman öyle haller almıştır ki, insanların kendi minik dünyalarında putlaştırmaya kadar gitmiştir. Bu tarihi gerçekler açısından bir anlam ifade etmez ve kabul görülmemesi su götürmez bir gerçektir.

Tarih bir bilimdir. Bilim olması hasebiyle bir görüş bildiriliyorsa bu görüş, bir bilgiye isnat edilmesi gerekmektedir ve her bilimde bu böyledir. Buna binaen de; bir tarihçinin bilgisi ispatlanabilir olmalıdır(belgeler, dokümanlar vs..).

Tarihin siyasi ideolojiyle bağlantısı diğer birçok bilimden fazla olması nedeniyle, tarihçi yorumlarında, daha doğrusu görüşlerinde mutlak nesnelliği yakalamak mecburiyetindedir. Bunun böyle olmadığı hallerde bu bilim, olaylardan ders çıkarma işlevselliğini yitirir ve fasit daire içinde boş lakırdıdan ileri gitmeyen bir hal alır.

Yukarıda kapalı bir biçimde anlatmaya çalıştıklarımı örneklerle açıklamaya çalışmaya gelelim

Kızıl Sultan mı Gök Sultan mı?

Kızıl Sultan veya Gök Sultan… Abdülhamit hakkında bu gereksiz iki ikilem yerine; 33 yıl hasta adam olan imparatorluğun dağılmasını engelleyerek, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına ortam hazırlaması, değinilmesi gereken çok önemli bir konudur. Zira Abdülhamit’ten iki önce Sultan Abdülaziz tahttan indirilmiş, onun yerine geçen V. Murat akli melekelerini yitirmiş bir durumda ve devlet müthiş bir boşluk içersindedir.(1) Bu Boşluk eğer güçlü bir iktidar tarafından doldurulmuş olmasaydı balkanlar daha o dönemde dağılıp gidecek ve imparatorluk birinci cihan harbi olmadan ve bu harp olmaması münasebetiyle hiç güç kaybetmemiş “itilaf-vari” güçler tarafından “sevr-vari” bir anlaşmayla karşı karşıya kalacaktır. Bu da asırlık Türk Devletini sonu demekten başka bir şey değildir.

16. Asırda bir faşist!?

Yavuz Sultan Selim’e “yobaz “ veya” faşist”  iddiasında( aslında safsatası) bulunmak yerine; o dönemde baş gösteren; Anadolu’nun kimliğini değiştirmeye yönelik bir hareket içinde bulunan Şah İsmal’i; dolayısıyla Şiileşme tehlikesini bertaraf ederek, Anadolu’nun asırlarca kimliğini korumasını sağlayan bir padişah olarak bilinmesi gerekir(2).

Bu çok önemlidir. Zira o dönemde “milliyetçilik” kavramı yoktur. Sünni bir devletin Şiileşmesi demek, ileride İran Devleti’nin sınırlarının Anadolu topraklarını kapsaması anlamına gelmektedir. Yani ileride Şii bir nüfusun varlığı nedeniyle, halkını koruma bahanesiyle, bu topraklarda egemenlik hakkının doğması demektir.

Bilinmesi gereken bir önemli hususta şudur: Safevi Devleti Topraklarının büyük bir çoğunluğu Türk nüfusa ait idi(3). Ancak Şah İsmail’in Şii propagandası nedeniyle bu topraklar mezhep değiştirerek(..on binlerce Türkmen’i propaganda ile alevi yapıp Anadolu’dan bugün ki İran’a götürdü ve İran’ın her tarafına ve bilhassa kuzey batısına iskan etti.*)  kimliklerini kaybetmişlerdir. Yılmaz Öztuna bu olayı anlatırken;” …bu değişim kendini 1925 yılından tamamlamıştır.” der. Yani şu anlaşılıyor ki; eğer o dönemde Anadolu’dan bu büyük bela def edilmemiş olsaydı; bu toprakların kaybı anlamına gelecekti.(Bugünkü İran Topraklarında olduğu gibi ya da Balkanlarda Bosna’da… Ya da Musul-Kerkük… Ya da Bulgaristan’da… Farklı zamanlar, farklı topraklar; ama aynı kaybedilme tarzı…) 

“Hadi Yüzleşelim!?”

Ermeni meselesine gelelim birazda. Bugünler de kendini entelektüel sanan birkaç ahmak çıkıp; “Bu soykırımı tanımak gerek.” nevinden açıklamalar yapmaktadır. Şimdi bu cehaletten öte davranışı ben iki türlü sonuçla algılıyorum. Ya bunlar Ermeni diasporasının maşası ya da siyah’a beyaz demeyi bir meziyet sanan kişiler…

Bu meselede en büyük sorun , “bilim” kavramını açıklarken demiş olduğum, yorumların bir bilgiye(info, veri…) dayanması zorunluluğunun yerine getirilmemesidir. Yoksa bakılsın Ermenilerin yapmış oldukları katliamlara. O dönem birebir tanıklık etmiş Kazım Karabekir Paşa’nın yazdıklarına, Levon Panos Dabağyan’ın yazdıklarına vs... önce buradan bir birikim elde edilsin; daha sonra “Bu sözde soykırımı tanıyalım” denilebiliyor mu?

Unutulmaması gereken bir diğer hususta; Türkiye’nin hiçbir zaman bir milletin tümüyle bir sorunu olmamıştır. Ermeni diasporasıyla her Ermeni’yi bir tutmamak lazım gelir. Bu Tarihi bir misyondur. Buna da en güzel ispatlardan biride Ermeni Patriği Mesrob(II)’nin şu sözleri gösterilebilir.

 "Fatih Sultan Mehmet'in, İstanbul'u fethinden sekiz yıl sonra 1461'de, çıkardığı bir fermanla Batı Anadolu'daki Ermeni Episkoposluğu'nu İstanbul Patrikliği'ne dönüştürmesi, Fatih'in ve Osmanlı Sultanlarının gelecek vizyonu ve diğer dinlere gösterdiği hoşgörünün çok açık bir örneğidir. Tarihte bir dine mensup bir hükümdarın başka bir dinin üyeleri için ruhani riyaset makamı tesis etmesi, ne Fatih'ten önce, ne de sonra görüldü. Yeni bir bin yıla girerken dünyada yaşanan gerginlikleri, özellikle yakın çevremizdeki savaş ortamını göz önünde bulunduracak olursak, 538 yıl önce gerçekleşen bu olayın değerini, dinler ve kültürler arası hoşgörünün önemini, sanıyorum daha iyi kavrayabiliriz." (4)

“İntihar”

Daha da ayrıntılı sayılabilecek bir örneğe gelelim. Sultan Abdülaziz’in Tahtan indirilmesi ve “intiharına”. Bu olaya “intihar” demek kolaylığından ziyade; bir insanın ölmeden önce göğsüne nasıl tekmeleyerek ve yumruklayarak morartacağını ve iki kolunun bileklerini nasıl kesip “intihar” edeceğini düşünmek gerekir.

Bu olay düpedüz yapılan darbeyi örtbas etmek adına düzenlenen bir cinayettir. Bunun sebebini de darbeyi yapan Hüseyin Avni Paşa(dönemin genelkurmay başkanı), Mithat Paşa ve Süleyman Paşa’nın hangi yolsuzluk ve usulsüzlüklerinin ortaya çıkmasından korktuklarından ötürü bu darbeyi gerçekleştirdiklerini düşünmek ve anlamak gerekir.

Darbeyi destekleyen V. Murat’ın hangi borçlarından dolayı, bir gün amcası olan Sultan Abdülaziz tarafından hesaba çekilme korkusundan bu darbeyi desteklediğini düşünmek gerekir. Dahası, darbecilerin saraya elini kolunu sallayarak girip padişahın bu kolaylıkta hal edilmesi vakıasına kimin bire bir tanık olduğunu bilip; ilerde padişah olan bu zatın, neden bu tür konularda (Saray güvenliği) aşırı önlem alma hassasiyetinin olması doğallığını, tasvip etmek gerekir(5).

Bu saydığım örnekler kendi içlerinde çok kere etüt edilip, anlaşılması gerekmektedir.  Bu örneklerde geçen olayların bir kısmının bugüne gelen sorunlar olduğunu ve yegâne çözümün; olaylara tarihi gerçekler perspektifinden bakılması olduğunu görmek önemlidir.  Ayrıca bu tür konular tarihin esas konusunu teşkil etmektedir. Zira Abdülhamit Han’a; “Kızıl Sultan” demekle değerinden zerre kaybetmez veya “Gök Sultan” diyerek değerine de zerre değer katmaz. Keza Yavuz Sultan Selim için de… Kısaca; bu tür yakıştırmalarla, kendi ideolojik duygularını tatmin edenler, nazarımda anca bir zavallıdan ibarettir.  Yazımı Atatürk’ün bir sözüyle bitiriyorum:

“ Tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir.”

Saygılarımla…

*** 

1.Kuruluşundan Cumhuriyet’e Osmanlı Tarihi-Dr Vahit Çubuk. Cilt IX-X

2.Şinasi Altundağ, Selim I, Selahattin Tansel, Yavuz Sultan Selim, sy 37-38

3. Yılmaz Öztuna, Yavuz Sultan Selim. Sy 26-28

4. 22 Mayıs 1999 da Hilton Otel’de Yapmış olduğu konuşmasından.

5. Yılmaz Öztuna. Bir Darbenin Anatomisi-Büyük Osmanlı Tarihi Cilt-IX

* Yılmaz Öztuna Yavuz Sultan Selim Kitabından alıntıdır.

 

Yazar Hakkında

Süleyman Kahraman

Süleyman Kahraman

Doğum yeri, kaybedilen toprakların aziz hatıraları sayılacak topraklardır. Daha henüz emekleme safhasında iken Türkiye’ye adım atarak 21 sene T.C topraklarından ayrılmadı. Bir senelik Karl Marx Stadt’da eğitimine yama yaparak, makine mühendisi olma yolunda özgeçmişine bir parantez ekledi. İlkokul ve liseyi İstanbul’dan önceki başkentte, üniversiteyi ise sanayi göbeği Kocaeli’nde okudu. Birkaç deklanşör hamlesiyle fotoğraf işinde amatör, birkaç karalamayla da yazmakta…

 

Kafa Kâğıdı:    

 

 

Online dergiler Online dergiler