Rokaşa

Osman Kibar tarafından yazıldı. Aktif .

ROKAŞA

Yeşil günler aradan çekilip yerini sarı yaza bırakmıştı, çok geçmedi gezgin bir keşişin yolu sonunda Rohatin’e de düştü. Saçı sakalına bakılırsa ilk elde Kozak sanılırdı. Ukran dilini düzgün konuşuyor, cüppe eteği yerleri süpürüyor, samur kalpaktan taşan saçları sırtını sarıyor; geniş omuzlu, dinç duruşlu, uzunca boylu... Buna karşılık şarap içmiyor, domuz pestili yemiyor. Dilucuyla yaptığı itirafa bakılırsa midesinden azıcık şikayeti varmış. Gezgin keşiş görmeye alışkın köylü için sıradan biri gibiydi. Üç gün içinde kutsamadık ev bırakmadı. En uzun kaldığı yer ise İvan ile Nadyanınki oldu. Onların iki oğlu dört kızı vardı: Tudor, Alyoşa; Olga, Nataşa, Tatyana ve Roksana. Keşiş, nedense ortada görünmeyen evin küçük kızını merak etti, anne ağladı, baba yutkundu. Sordukça anlattılar. Keşiş akşam yemeğine kaldı, sohbet uzayıp gece yarısını bulunca yatmaya da razı oldu. Bu bağışlanmış imtiyaz, ailenin kıskanılmasına yol açacaktı. Kutsal adam sonraki değişik yemek ve yatak çağrılarını ise hep reddetti. Diğerleri üzülmekle yetindi. İvan’ın evi hiç de büyük ve yeni değildi. Koca papazı oraya çeken neydi acaba; amaan dediler, tanrıadamlarının işine bizim aklımız ermez. Çocuklar ardından ayrılmıyor, cüppesindeki cebin dipsiz derinliğinden avuç dolusu saçılan kuruyemiş ve -ilk defa gördükleri- kağıda sarılı şekerlerin büyüsüyle dört yanı gıpta bakışlı, sarı pürçekli, mavi gözle dolaşıyor...

 

Yedinci gün geç döndüğü karşı tepe gezisinden sonra Boris Dayı’ya “Yukarıda gür bir kaynak var, künk döşeyip köye su indirmek gerek” dedi. Yaşlı adam çarpılacağını bilmese papazın aptallığına açıktan gülerdi ama yılların tecrübesiyle kendini tuttu. Buralarda seksen yaşında boris olmak kolay değildi, onun için yalnızca şaşmış gibi yaptı ve elinde bir iş belirdi. Tecrübeli olsa da ağzı torba sayılmazdı. Güneş batmaya kalmadı, bütün köy bu delice sözü işitti. Yaşını tam kestiremedikleri keşiş, elde sopa birkaç gün daha eylendi sonra da gitti. Çoğa varmadı, yatıp kalktığı küçük kilise odasında unutulmuş ağırca bir heybe görüldü. Kuru üzüm, ceviz, iğde, şeker yığını arasında sarı sarı parlayan yuvarlak kesimli bir sürü maden parçası... Boris Dayı “Bu çocuk işi değil” deyip önüne bırakılan heybeyi onlardan aldı. Kutsal pedere ulaşmak mümkün görünmüyordu, hem insan kızdıran yaz güneşi altında yarı çılgın bir tanrıadamı ardınca yürüyüp de ne elde edebilirdi... Ayrıca bu sır köy dışına da taşmamalıydı. Heybe, muhtemel ikinci ziyarete kadar emanete alınsa, şu yapılsa bu edilse... Boris Dayı her şeyi düşündü, ince eledi sık dokudu ölçüp tarttı ve altınları ev başı yedişer olmak üzere dağıttı. Haddinibilmez Vanya ve yapışık ikizi Gözüdoymaz Aleksi, o günün gecesi kazma kürek kiliseyi köstebek yuvası eyledi ne yazık kendilerini sabahleyin çömeldikleri yerde, önlerinde duran birkaç kafatası ve paslı kırık bir haça söver buldu.

 

Edirne’deki buluşma kısa sürdü. Dağyaran Recep tüccar kılığında girdiği Tunca kıyısındaki konaktan akıncı beyi olarak çıkmıştı. Yazıya geçirdiği bilgi ve izlenimleri Paşa’ya sunmuş, birkaç ayrıntı daha cevaplamıştı. Görüşmenin bitmesine yakın “Paşa Baba, köy susuzdur çoluk çocuk zahmet çeker, hele kadınlara pek acıdım” deyince yaşlı adam “İyi düşünmüşsün evladım, Sakabaşı Mehmet şu sıra Kiev’de olsa gerek. Tiz güne iş üzerine onu salarız” dedi.

Paşa, Türk casusun çıkışından sonra da bağdaş kurduğu divanda oturuş biçimini değiştirmedi fakat düşünceleri buna uymadı. Basit bir Ukran kızı için böylesi istihbarat... Yaşlı kurt çok beklemeden gülümsedi “Evet dedi, tabiî, elbette ya...”

*

            Yine bir gün köy yabancı insan bağırışı arasında kazma kürek sesine uyandı.

Yanlarında gereğinden çok ve işle ilgisiz bir sürü nesne vardı, özellikle getirilmiş gibiydi; tuhaftı doğrusu.

            Ustabaşı Matyas’ın ağzından kaçırdığına göre Yaşayan Aziz ünvanlı Keşiş Mihal, rüyasında Rohatin’i görmüş, yine aynı rüyada Yüce İsa köyün ortasındaki üç yarım ay biçimli, duvarı gül çizimli bir çeşmeden su içiyormuş. Usta, uzayan rüyayı “Yaa işte böyle böyle” diye istavroz çıkartarak bitiriyordu. Sözün kısası, bunu duyan dinibütün bir boyar kesenin ağzını açmış kendileri de ark yarıp künk döşeyip kurna akıtmaya gelmişti. Hıristos aşkına diyordu, bu köy sağlam bir kutsamadan geçmiş!

Ustabaşı Macar; işçiler Buğdanlı, Ulah, Urban, Uskok ve Çingene idi. Köyde birkaç gün içinde yedi sekiz dilden söz, türkü, nâra ve küfür duyulur oldu. Macar usta işinde sert ama pek de şakacıydı. İş yetmezmiş gibi ağız kalabalığını da yönetiyor, söz dinlemez adamlarına çok kızınca kendi dilince sövüp “Karşınızda Türkçe konuşan mı var hâ” diyordu. Köylüler en çok onun bu sözüne gülüyordu. Şarap ise bereketli bağlardan fışkırdığı hızla bakır maşrapalardan gürül gürül taşıyordu.

Herkes Yaşayan Aziz’in kim olduğunu hemen anlamıştı. Bu, iki ay kadar önce köye konuk gelen iriyarı, uzun sakallı gizemle papazdan başkası değildi.

Matyas Usta -aklına nereden estiyse- çeşmeye Rokaşa adını verdi. Bu adlama, Kederli Nadya’nın yüreğine cız düşürdü, kor olup oturdu. Hiç unutmadığı sevgili Roksanasını bir daha hatırladı. Acaba bahtsız, dünyalar güzeli Rokaşa nerelerdeydi...

Üç kurnalı çeşmenin alınlığına yeni açmış gül deseni kazınmıştı. Kederli Nadya kovasını artık hep oradan dolduracaktı.

On beş kişilik işçi topluluğu ayrılırken eldeki bütün malzemeyi köye bıraktı. Fazladan getirdikleri aletler de tarla işinde kullanmak üzere evlere dağıtıldı. Fazlalık öyle fazlaydı ki, kırk günü bulmadan köyde marangoz, bıçkıcı ve iki demirci işliği belirdi. İşbilir Jakop çerçi olup çıkmakla kalmadı, dolay köylere bile satışa başladı. İzleyen yıl köyden gürbüz ve akıllı sekiz yeniyetme İstolni-Belgrat’a devşirildi.

*

            Paşa’nın hazırladığı belge otuz aharlı sayfadan oluşuyordu. Güzelce zarflayıp mum döküp mühür bastı, ardından gizli haberleşmede uzmanlaşmış Bosnalı Hüseyin’i çağırttı. “Sakın halel gelmeye, tiz kapuya iletesün” dedi. Çavuşun çıkışından sonra odacıbaşı destur istedi. Nice oluyor, sabahları âdet edinmişti, közde pişirilmiş kahveyi seviyordu. Bu tat henüz Devlet-i Aliye mülküne yayılmamıştı. Yakın dostlarına ikrâm ederken “Ama diyordu, çoğa varmaz şu mübârek lezzet damaklarda yer eder diye kurarım. Bilir misiniz, İstanbul’da birkaç kahvehâne açıldığını duydum”. Dostları “Sen değil de başkası mı duyacaktı” deyip mesleğini hatırlatınca “Hadi canımı sıkmayın da boşaltın fincanları” diyordu.

*

            Kurnadan ilk kova dolduruluşundan bir yıl. Yaşayan Aziz’in rüya görmesinden bir yıl üç ay, gezgin papazın gidişinden bir yıl altı ay, Olga’nın düşük yapıp Nataşa’nın ikiz doğurmasından yirmi gün sonra ve güneşle birlikte Rohatin’e kalabalık bir kâfile yaklaştı. İlk gören Küçük Viladi’ydi ve çığlığı herkesin toplanmasına yetti.

            Kimler yoktu ki, önde erkekler olmak üzere herkes oradaydı: Haddinibilmez Vanya, Gözüdoymaz Aleksi, Kör Şaşa, Şaşkın Şaşka, Yakışıklı Lenka, Topal Vanişka, Keçisakal, Çerni, Sofu Mihail, Kambur Andre, Züğürt Petro, Yetim Korni, Yeniyetme Mişa, İşbilir Jakop, Irgat İgnati, Bitli Bikof, Pinti Radlof, Şişko Fedor, Yenidamat Malinin, Dul Korney, Hırsız Donilo, Serhoş Vasili, Çapkın Makin, Atsurat Valeri, Anakuzusu Yevgeni, Yorgun Pavel, Kambur Arkadi, Sığırtmaç Piyotri, Kaçak Koyla, Çardüşmanı Yuri ve delikanlılar... Hele Nikolay, Ayı Niko derlerdi ona; üç kişinin önünü kapatan irilikle en öndeydi. Tam bir çamyarmasıydı, tek oturuşta midesine bütün mozak indirdiğini bilmeyen yoktu.

Kadınlar az geride sıra tutmuştu: Süttenli Katya, İrikalça Olga, Gebe Maşka, Dul Maşa, Çıtkırıldım Ani, Darağız Anuşka, Fettan Feniçka, Nazlı Eleska, Duygulu Vera, Tövbekâr Dunyaşa, Mahzun Anna, İncebel Lilya, Uzunsaç Arina, Gizemli KaterinaGüzel Marya ve diğer kısrak tavlı, kanıayaklı saçı mısır örgülü onlarca çift mavi göz... Hele Mişka, Mişka Ana derlerdi ona; yüz okka çeken gövdesi, akıtsa bütün bozkırı süte doyuracak dev memeleriyle kadın gürültüsünde başçekiyordu.  

Daha önce hiç görmedikleri kılıktaki konukların dış giysileri atlastan, koşum süsleri altından, at gemleri ise ibrişimdi. En önde kurt yelesi saçlı, kartal kanatlı, ak tolgalı bir akıncı... Ardınca orta yaş süren ve bilge olduğu anlaşılan koca sarıklı saygın birisi ve çevresinde kuş uçurtmayan yedi serdengeçti... Daha geride mesleği buralara yabancı türlü kılıkta yetmişten artık adam... Bu topluluğun görkemi içinde ancak fark edilen ağırlık düzülmüş dörder katana yedeğinde dokuz araba... Hele atlar, ille de taze güneşi elem elem eleyen gümüş kakma eyer, altın yaldızlar...

Herkes taş kesmiş, indirilmiş cennet tasvirine dalıp gitmiş ve çıkarılan istavrozların sayısı binleri aşmaya yakın, düş manzarası meydanda soluklandı; yalnızca bir at kişnedi. Ancak o zaman ne yapılacağını hatırlayıp konukların yanına üştüler ve yine ancak o zaman gelenlerin insan olabileceğine inandılar. Faltaşı gözler helesi kırpılabildi. Gecikme biraz daha sürse, sarkan örümcekler hareketsiz gözlerin kapağına ağ atabilirdi.

Öncül akıncı atının üzerinde doğruldu, ilk önce Arapça selam verdi, ardından Ukranca konuştu: Selâmünaleyküm... Tanrı’nın selamı sizinle olsun, Tanrı konuğu kabul eder misiniz? Yutkunan boğazlardan “da... da” fısıltısı duyuldu. “Sultânımızın akrabalarına da bu yaraşırdı”. Kendi dillerinde söylenmesine rağmen son söze bir anlam veren çıkmadı.

İyi ki meydan genişti yoksa böylesi kalabalık Çarigrad’a bile güç sığardı. Topluluk sanki zora istekliymiş gibi Rokaşa Çeşmesi önünce yürüyüp köyün kuzey ucuna ileten dar sokaklardan geçip İvan-Nadya çiftinin evi önünde karar kıldı. Ancak o zaman at indiler. Kederli Nadya üstünde mutfak önlüğü, ardı sıra Delikısrak Tatyana, iki gelin ve oğullarından olma dört torunla eşik üstünde kalakaldı. Görmekte geciktiği manzara hemen karşısındaydı ama herkes “İvan?” diye aranıyordu. Çeyrek saati aşmadan omzunda kosa, yanında iki delikanlı oğluyla o da göründü. Onu çayırdan getirmeye tam yirmi kişi koşturmuştu. Bu arada etrafta mekik dokuyan sabırsız çocukların avuçları tuhaf yiyecek, koltukları garip hediyeyle dolup taşırılmıştı.

Kuşluk vakti girdiğinde evin geniş ön bahçesine üç otağ kuruldu. Ortadaki bilge kişi, sağ yandaki ağırlık, soldaki de kendileri için. Tebriz halıları üzerinde ise açılmayı bekleyen onlarca sandık, yüzlerce bohça, sayısız kese...

Güneş ışığını dik vermeye yakın daha önce hiç duymadıkları bir ses köyü bürüdü. Ses ardınca bütün konuklar çeşmeye inip meydana serilen halılar üzerinde ibadetini yaptı. Saflar arasına karışan üç beş yaramaz da onlar gibi yatıp kalktı, el açıp “âmin” dedi. Nedense hiçbiri de akşam yemeği sırası azarlanmadı. Kimi ana baba bundan gizlemedikleri bir övünç dahi duydu.

Bey, Ağırbaş İvan ve Kederli Nadya ile başbaşa görüşmek diledi. Eve buyur ettiler. Sözü fazla uzatmadan kaftanına el atıp yayvan ipek kese ve içinden de Kiril elifbâsıyla yazılmış bir nâme çıkardı. Kederli Nadya daha durmayıp atıldı ve emaneti koynuna bastırdı. İki olgun erkek yeniden söze başlayabilmek için, yanık anne yüreğinden sızan uzun bir inleyiş dinledi: Âh Roksimo... na maykamu anniçkunu.Anchor*

Konuklar köyde iki haftayı geçkin kaldı. Dönüşte her iyi insanın yapacağı gibi güzel atlara binip gittiler. Getirdiklerini bilerek unutmuş gibi yaptılar. Bu unutkanlığa karşılık Kederli Nadya da Roksana için gözyaşı döktüğü yılları çabuk unuttu. Tatyana’ya üzülmeye bile değmezdi. Onu bizzat kendi eliyle Dünürbaşı Abdurrahman Samsa Bey’e nikahladı. Olsundu... Tati, bey karısı olmakla yetinsindi herkes Roksana gibi padişah gözdesi olacak değildi ya!

*

            Bu gece payitaht, serinleten dolunay eşliğinde sanki aşkla yer değiştirmiş gibi yıldızların raksına evsahipliği yapıyordu.

Hasodabaşının şerbet sunumundan sonra Sultan’ın ehl-i sohbet baba dostuyla yaptığı ikili konuşmanın yönü ciddi meselelerden ayrılıp gönül üzerine yoğunlaştı. Epey söz edilip iç çekildi. Sonra, Sultan elindeki dîvândan rastgele bir sayfa açtı:

            açıl bâğun gül ü nesrîni ol ruhsârı görsünler

            salın serv ü sanavber şîve-i reftârı görsünlerAnchor*

 

            Sultan, bir an soluklandı ve “Bâkıy Efendi’nin bu matlâını pek severim” dedi.

            -Belî Sultânım.

            -Bizüm dahi murâdumuz, egerçi üdebâ lâyık görür ise, sahib-i dîvân olmaktur.

            - İnşâallah Hünkârum, inşâallah...

            Sultan bu sefer irticâlen bir beyt okudu:

            celîs-i halvetim vârım habîbim mâh-ı tâbânım

            enîsim mahremim vârım güzeller şâhı sultânımAnchor**

 

            -İşte, gördüğünüz üzre şiir ile gönlümüzün pasunu silmekteyüz, cenkten gerü değülüz ammâ ekâlim ile cidâl dahi yaman uğraştur.

            -El-hak doğru söylersüz Sultânum, lâkin bizüm haddimüzden ıraktur..

-...

            Şeyhülislâmın şiire âşinâlığı pek azdı. Sultan, edebî münâkaşayı edebe uygun bulmadı ve hocasını rahatsız etmekten kaçındı, yeniden akâidten bir mevzu açıldı. Uzayan sohbet için şerbetler tazelendi. Padişah, söz başı bekleyen yaşlı bilgeye yeni aklına gelmiş gibi hitap etti.

-Hürrem’i nikâhımıza almak dilerüz.

Ebussuud Efendi yaşından gelen iltimas ile gülümsedi.

-Münâsüptür, irâde-yi şâhâneniz hayrolsun.

Kısa konuşma ardınca fıkhî konulara girildi.

 

Ebeler, günü erişince Hürrem Sultan’ın kucağına nurtopu bir çocuk uzattı. Padişah, oğluna kendi babasının adını konmayı buyurdu; kulağına Selim okundu.

Küçük şehzâde ayaklanıp büyüyünce annesi onu “Arslanım şehzâdem” diye sevdi. Çocuk, ileride padişah olacağını bilmeden emdi, ağladı, güldü, oynadı...

Anchor* Âh Roksanacığım... annesinin bitanesi

Anchor* Ey aşk bağının gül ve nesrini, biraz açıl da yanağını görsünler. Servi duruşlu, fıstık çamı giyinişli sevgilim, şöyle bir salın da yürüyüş tarzını (yürüyüş nasıl olurmuş) görsünler.

Anchor** Ey kendime eş edindiğim varlık sebebim olan parlayan ay yüzlü sevgilim, can dostum en yakınım güzeller şâhı sultânım. 


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

Yazar Hakkında

Osman Kibar

Online dergiler Online dergiler