Der Weg: Auch wenn er von Weitem so einfach und problemlos aussieht, ist er die grösste Herausforderung eines jeden Individuums. Er fängt in Deinem Inneren an und endet mit einem ICH.

Manchmal überholt Dich der Weg mit extravaganten Wünschen und zuckersüssen Träumen, somit geht er Dir voraus in die weite Zukunft, weilen tust Du immer noch in der Zuflucht.

Steinig der Weg mit schwierigen Hindernissen, nicht jeder überlebt. Folgst Du den Spuren von Anderen, triffst Du früher oder später die Reue auf ungewünschtem Steg. Setzt Du die Ewigkeit zum Ziel deines Lebens, verdoppelt sich Dein Bonus vor dem Richter mit verdreifachtem Dilemma auf menschlichem Planet. Danach kommt eines Tages der Tiefpunkt, ein Blick zurück würde reichen, um die Tausende hinter Dir nachschreiten zu sehen. Vorbildlich muss er wohl sein, wenn die ganze Menschheit davon schwärmt.

Kurz gefasst: Du, barfuss durch die Wüste und dein Schleier schwebt. Der Wind weht Antonym, dein Herzschlag mit grossen Schritten ans Ziel Synonym, für alle Egozentrierten bist Du immer noch Anonym, obwohl DU die Fahne trägst.

Ein Abschnitt mit einem Schritt, ein Kapitel mit hartem Tritt. Eins nach dem anderen macht Dich zum wahren Wanderer. Die Vollkommenheit erreichst Du nicht mit dem Gehen, sondern mit dem Hinfallen und wieder Aufstehen.

Nun, jeder Weg führt zu einem Ziel und jedes Ziel verbirgt eine einzigartige Geschichte. Das Kriegen mit sich selbst und dem Umfeld, auf einem Weg voller Heiterkeit. Fest entschlossen noch den zweiten Schritt, kommt der Rest wie der Rückenwind.

 

Geniş meydan Viva Comandante... Viva Comandante sesleriyle inim inim inliyordu.

Değerli bir konuşmacı ve önemli bir konuşma bekleniyordu. Öyle bir kendini kaptırış ki hatip hiç gelmese de saatler boyu hatta süresiz süre böyle bağırır halde beklenebilirdi.

Evet, bundan beş yıla mukaddem olmalı.

Liberty (Özgürlük) Meydanı hıncahınç doluydu. Lise, üniversite düzeyinde öğrenci ve her sınıftan işçi olmak üzre toplam beş yüz bin adanmış (müfrit) kişi boğazyırtan sesle Viva Comandante sloganları eşliğinde Comandante’nin mikrofona teşrifini hızlandırma amacı güdüyordu. Herkes bu türlü bi gecikmeye alışkındı hatta/sanki hep böyle gecikilsin de özlem ve heyecan artsın isteniyordu. Çok geçmedi kendine yine kendisinin veriverdiği madalyalar eşliğinde “o” göründü. Görünürlük lütfuyla slogan sesi heyecan duygusu adrenalin salgısı vb. daha bir yoğunluk kazandı. Comandante alışılmış coşturucu belli birkaç klişe söz paketi ardınca çok uzatmayıp kısa kesti. Bugün elbet Küba, ezilen işçi sınıfı ve insanlık onuru adına önemli bir gündü halk ve Komünist Parti elbet hep varolsundu elbet sosyalizm yaşasındı zalim emperyalistler elbet kahrolsundu cümlesi döktükleri kanda boğulsundu...

Ve beklenen an...

Bazı delik kulaklar günler öncesi çoğu kuşkulu kişinin ây inanmıyôm hadi canım yok artık daha neler başımıza taş yağacak olamaz vay be hakket mi lan deyip dudak büküp yüz ekşittiği deli işi bu fısıltıyı duymuş ama hiç mi inanmamıştı, akıl kârı ve olacak iş değildi zira. Fakat bazılarına göre ise neden olmasındı pekâlâ olabilirdi olmalıydı yakışırdı hatta geç bile kalınmıştı.

Viva Comandante pek çok meziyet yanında halkına karşı pek lütufkâr ve anlayışlıydı da. Bilmem kaç derece nem oranlı bunaltan yapışkan bir tropik Havana sıcağında sevgili halkını (net beşyüzbin kişi) daha fazla bekletmek şânına uygun düşmezdi ve bu yüzden (evet kesinlikle bu sebepten) olsa gerek sözkonusu müjdeleri vermek için sözün sonunu beklemedi yani en son söyleyeceğini baştan deyiverdi.

Aman tanrım neler de oluyordu demek olabiliyordu vay anasınaydı!

Viva Comandante -ki başka bir adı da Uluönder’di- lafı eğip bükmeden bin dereden su getirmeden alkış ve slogan yoğunluğuna aldırıp dikkat etmeden nerdeyse hafifseyerek hatta önemsemez görünerek müjdelerini pat diye sıralamış mevcut insan yığınının ağzını iki karış açık bırakmıştı. Yani böyle âniden birden birdenbire apansız alıştırmadan beklenmedik beklenmesiz anda sürprizcesine...

Böyle etmekle sevgili halkını şoka sokmuş zavallıların boğazında yutkunacak damla tükrük bırakmamıştı dahası hepsi böbreküstünden salgılanan adrenalini de tüketmişti ve gözler her zamanki gibi birer faltaşıydı. Tanımı karmaşık tasviri zor ve az görülür bir cezbe epopik bir kendindengeçiş ve mistik çeşnili bir tür trans durumu yaşanıyordu.

Sessizlik beklenen ve her zamankinden uzun sürdü. Sonunda allak bullaktan altüst oluştan türbülanstan girdap anaforundan içi bi’hoş olma halinden kurtulmayı başarıp kendindengeçişten sıyrılan yiğit atak cüretkâr bir gırtlak kendi özgür iradesinden aldığı güçle “Viva Comandante” diye bağırabildi. Sessizlik yırtıldı. Bu sihirli kıvılcım teyakkuzda bekleyen öteki 499.999 kişiyi harekete geçirmeye yetti. Artan oranda yeniden başlayan slogan ululama yüceleme toplu tapınma yağmuru ve nirvana kapılarını zorlayan ritüel sağanağı bir süre daha sürdü. Öyle ki Viva Comandante’nin sevgili halkını son kere selamlayıp platformdan ayrıldığını ve mütevazı sarayına çekildiğini çoğu amigos ve muçaços fark etmedi bile. Yani kendilerini mevzuya o derece kaptırmışlardı. Sonunda her güzel şey gibi bu tarihi miting de sona erdi. Katılımcılar da mabedinden ayrılan her mümin gibi gayet huzur dolu müthiş tatmin olmuş doymuş ruhunu dinlendirmiş istiğnâ makamını terennüm edercesine fısıltılı konuşmalar eşliğinde kendilerini bekleyen geniş cadde dar sokak ve günde en çok oniki saatçik hizmet veren barlara doğru aktı.

Ama içlerinden birkaçı öyle yapmadı!

Öyle yapmayanlardan birisi de otuzlu yaş süren Ernesto Emilyano Pabliyo Gonzales idi. Ernesto’nun kendince bugüne sakladığı bir pilanı vardı o yüzden sağda solda eğlenmeyip doğruca vaktiyle Partinin sadık bir üyesidir diye kendilerine sunulmuş seçkin bir nimet olan bahçeli küçük evine gitti. Kapı eşiğinde karşılandı sevgili güzel karısına sarıldı iki çocuğunu öptü duvarda asılı St. Tomassino ikonuna dönüp istavroz çıkardı (Bu beş yıl arayla ikinci kutsamaydı). Evita, Ernesto’daki beklenmeyen ve şaşırtan değişikliğin ilk eve girişte daha kapıdayken farkına varmış anlamış okumuş hissetmiş duyumsamış şaşırmış ama adını tam koyamamıştı. Sormayı da bilerek ertelemişti çünkü Ernesto’nun fabrikasında çalıştığı puro alışkanlığı yanında tekrar etmekten vazgeçmediği bir de şu söz vardı: “Fazla merak kötüdür insanı öldürür ve üstelik TekParti ilkelerine de aykırıdır”. Evita “Eh dedi, nasıl olsa Ernesto pek fazla bekletmez uygun durumda münasip bir açıklama yapar”. Paylaştıkları o kadar çok gizli sır vardı ki...

Tamam, Ernesto iyiydi hoştu rejim Parti ve onun eşsiz tartışılmaz yanılmaz dâhi liderine sadıktı fakat hayata karşı da temelli kayıtsız değildi. Yaşam ve gelecek’e dair -sakıncalı falan demeden- olumlu umut dolu bir dizi tasavvur geliştirmişti: Radyo ütü düdüklü tencere ve hani hayal bu ya... ilerde iki sandalyeli aynalı usturalı sabunlu taraklı ve makaslı özel işletme bir berber dükkanı!

Ve o an...

İşte o an gelmişti çünkü bakınca elindeki cismin boşaldığı görülüyordu. Ernesto’nun dili çözülmek ve dilaltı baklası ortaya çıkmak üzereydi, gerçeğe yalnızca gerçeğe çok az kalmıştı.

Işıl kısık gözler içilmiş bir kadeh şarap yutkunmuş bir ağız yakılmış bir puro ve düşünülmüş özenli bir ses... Havana’daki hava da sanki bir anlığına eser gibi yapıyor... Eh daha n’olsun. Parti üyesi Kübalı ideal bir işçi ailesi için çok bileydi!

-Evet Evita artık çıkarabilirsin, günü geldi.

-Aman Tanrım sen ciddi misin Erno?

-Evet hem de o biçiminden!

-...

Güzel Evita yoğun heyecan ve salt inanmazlık etkisiyle elindeki son şeyi düşürdü (Günler sonra o nesnenin bulaşık süngeri olduğu hatırlanacaktı). Eğilip almadı masaya koymadı öylece yerde şekilsiz uzanmış bıraktı. Fırfırlı eteği kuzgunkarası saçları ve ünlü kalçalarını savurtarak küçük arka bahçeye koşmazdan önce Fernando ve Carmita diye seslendiği iki yaramazı sokağa salmayı akıl edebildi. Doğruca kümese yöneldi tavuklara her zamankinden sert davranıp dışarı kışaladı hepsi türlü gıdaklama mırıldanarak köşe bucak demeyip çil yavrusu gibi dağıldı. Her nasılsa üç adet civciv kümesin ıssız sağ arka köşesinde mahsur kalmış cikleyip duruyordu. Evita’nın onlara ayıracak vakti yoktu zaman hızlı akıyordu. Evita o küçücük tavuk evine girdi eğildi çürük zeminden iki tahta kaldırdı elini daldırdı sonra oradan aldığı şeyi odada gelmesini bekleyen biricik kocası çocuklarının babası Ernesto’ya götürdü. İkisi de sözsüz bir anlaşmayla ve ancak çat pat hatırladıkları birkaç kırıntı kilise duası eşliğinde kutsal emaneti açtı. Bu iki kat naylona sarılmış basit bir karton kutuydu (15x30x20). İçinden ters kayık biçimli üretilmiş parlak dümdüz bir alta sahip ayrıca uzun kuyruğu da bulunan bir teknoloji harikası çıktı. Özgür dünyada onu tanımlamak için bu ölçü laf salatası yapılmaz kısaca ütü denip geçilirdi (Hem de buharlısı).

Ernesto sevgili karısına bi’tanecik eşine çocuklarının annesine ve güvenilir Parti yoldaşına ve elinde tuttuğu gizemli teknolojik varlık’a bir süre öylece baktı. Evita’ya kadınlık nasıl da yakışmıştı!

*

Esteban Garcia güleç yüzlü şişman canayakın esprili bol fıkra anlatır kahkahasıyla ünlü (ki bi yere kendinden önce o’su girerdi) becerikli sevecendi. Hırsları ve gelecekle ilgili sakıncalı pilanları da olan saygın bir Parti ilerigideniydi. Mafyatik eğilim ve buna uygun çevreye sahipti kurnazdı sinsiydi tedbirliydi yaş yongaya basmaz kolay tongaya düşmezdi, çokyönlü bir yapısı vardı kökten işbitiriciydi. Havana yakınlarında yeri gizli bir yeraltı çiftliğinde yasadışı parfüm ürettiği bile konuşuluyordu. Parti basamaklarından yukarı doğru hızlıca yükselirken hiç de ahlaki sayılmaz kısa yapılı yollar kullanıyordu. “Dostum vatana hizmet aşkı işte böyle bi’şey diyordu, çalışmadan olmuyor”. Yasal karısı Mariaanna yanında bar çalışanı bir metresi (Dolâres) ve yedi çocuğu vardı ve günümüz Kübasında geçinmek öyle pahalıydı ki... İşte o ünlü ütünün tedarikçisi bu Esteban’dı. Evet bu ince işlerde sevmek ve yakınlık yetmezdi, kesingüven öncelik taşıyan önemdeydi. Esteban bu yüzden sık sık “Bak dostum Ernesto ütü mevzusu üzerinde çok riziko barındırıyor, radyo işine benzemez, lütfen dikkat ve epey sabır” diyordu. Ve nihayet Esteban bir gece bir bar çıkışı artık enikonu bir ısrar makinesine dönmüş Ernesto’ya “Sana güveniyorum yoldaş, sen iyi birisisin beni satmazsın. İnan maliyetine yapıyôm walla tek pesota çıkarım yok bu işte” demişti. Bu konuşma üzerine üç ay dolmaya yakın malzeme Ernestoların arka bahçesindeki kümes altına açılan çukur içindeki yerini almıştı. Teknoloji harikasının üzerinde made in USA yazıyordu. Ernesto düşününce hayret ediyordu: Zavallı kapitalist ülkeler işi gücü bırakmış gereksiz yere neler de üretiyordu! İşte idealsiz ideolojisiz lidersiz Partisiz bir topluluğun geleceği yer ancak burasıydı, yazıktı günahtı zulümdü ayıptı, insanlık adına acı bir kayıptı.

Değerli ve potansiyel tehlike kaynağı varlık üç kat kalın naylona sarılıp kutusuyla birlikte gömülüp zulalanmıştı, elbette masumiyet timsali çocuklar görmeden. Zira çocuklar henüz ideoloji terbiyesi almadığından lider sevgisi tam gelişmediğinden doğru yanlış nedir bilmediğinden ötürü sağda solda konuşabilir ağızlarından ütü sözü dökülebilir Ernesto-Evita ikilisi rejim muhafızlarının müşfik kollarına düşebilirdi. Ernesto hatırlıyordu da karı koca tam on gün gece uyku tutmamıştı. Ve vefa ve sadakatin ete kemiğe bürünmüş biçimi olan Evita üstün bir fedakârlık örneği sunarak “Ütülediğim ilk gömlek seninki olsun istiyorum canım” demişti. Öyle güzel tutmuştu ki Ernesto puro fabrikasında bütün gün ütülü yaka tedirginliği yaşamıştı. Böylesi özenli ütü ancak buharlı bir makineyle başarılabilirdi ve aklı başında herkes bilirdi ki buharlı ütü kullanımı evde bulundurması elde edilmesi hatta buna teşebbüs edilmesi kesinkes yasaktı. Bu tür basit ayrıntılar meraklı göze sahip bir Parti komiserinin dikkatini çekebilirdi. Neyse korkulan olmamış Ernesto akşam evine tek parça dönebilmişti. Zanırtmanın yeri ve zamanı değildi mantığı ise hiç yoktu. O yüzden gizli ütüleme operasyonuna ilk ve son defa ara verilmiş sağ salim bugünlere erilmişti. Kutsal emanet “gününe kadar” unutulmaya değil uyutulmaya bırakılmıştı. Ve işte nihayet o özlenen beklenen özgür ve mutluluk dolu zaman dilimi gelmişti, gün bugündü daha n’olsundu be!

Beş yıl önceydi Carmita doğmamıştı ve Fernando henüz iki yaşındaydı dört maaşa kıyılarak bir radyo sahibi olunmuştu, üstelik legaldi (Fakat gene de Esteban’ın sihirli uzun elinin bu işe değmesi gerekmişti). Oysa ütü yedi maaşlık birikime patlamış ve yasadışı yollardan ele geçirilmişti. Ayrıca buharlıydı ve elbette bunca telaş ve tehlikeye değerdi. Yakalanınca on yıl hapis yatmaya ise değmezdi!

Beş yıl arayla böylesi sürpriz bu ölçüde travmatik olgu doğrusu kaldırılır yük değildi. Bünye alışana kadar okkalı bir sabır sürecinden geçmek gerekiyordu. Ama Evita güçlü kadındı bunu da atlatırdı. İşte yıllar önce ancak fısıltı olarak kurdukları hayaller beşer onar yıl arayla da olsa gerçekleşiyordu. Hani olur ya belki bir gün diğer dünyalılar gibi... Bu noktada Ernesto-Evita ikilisi susuyor ortalığa anlamdışı bir sükut çömüyor “Delirmenin sapıtmanın atıp tutmanın şımarmanın da bir sınırı ve hadd û hududu var canım” deniyordu.

*

Ve işte Ernesto’nun ünlü sabrı tükenmeye yüz tuttu fazla dayanamadı, karısına şimdilik son bir kez daha sarılmaz ve bir kadeh daha savurmazdan önce kapıdan girdiğinden beri dilinin ucunu yalayan içi müjde dolu iki haber daha verdi: Signor Comandantemiz fritöz ve düdüklü tencere kullanımı da serbest bıraktı!

Evita’dan yükselen heyecan ve inanmazlığa dair uzunca bir “hıı...” ünlemini ikisi de duydu. Fakat -dalgınlık bu ya- Ernesto basit bir ayrıntıyı atlamış bulundu (Oysa eve ilk radyo girdiğinde de aynısı yaşanmıştı). Bu yüzden biraz geç kaldı ve ne yazık sevgili Evitasını tutamadı. Bu sırada Evita sevinç ve mutluluktan bayılmayı başarmıştı. Ernesto uzandığında Evita çoktan yere yığılmıştı. Öyle güzeldi ki bir an için ona düşüp ölmenin bile yakışacağını düşündü!

 

De Certeau, stratejinin mekanında karşılaştığı çatlakları kendi lehine dönüştürebilen, iktidarın yerleşik ve mekan bağımlı özelliğinin aksine yüzer-gezer bir mekansızlıktan istifade eden, düşman tarafından denetlenen uzamda hamlesini yapan ve kaçan avlanan zayıfın sanatını "taktik" olarak tarif eder.

Suriyeli sığınmacıların gerek konut gerek istihdam sahasında büyük sömürülere maruz kalmaları, onları Türkiye'den günbegün kaçırıyor. Suriyeliler, öncesinde pek çok taktik geliştirmişlerdi; kadınları hijab'a girdi, hijab'larını Türk usulü uyguladı, erkekleri jellabiyelerini çıkardı, açtıkları dükkanların camekanlarına Türk bayrağı bile astı. Ancak Baudrillard'ın dediğinin aksine medyanın ürettiği simülasyon gerçeğin gündeliğine yenilmişti bir kere.

Kadınlar 'baştan çıkaran', erkekler 'köle' gibi görülürken Suriyeliler bu ülkede fazla kalamadılar. Avrupa'ya denizden geçmek için, binlerce dolar vermek zorunda kaldılar insan kaçakçılarına. Aylan El-Kürdi'nin kıyıya vuran bedeni bile, Suriye'deki yangına körükle koşanların yüzlerini kızartmadı. Ve Suriyeliler, şimdi yalın yürüyenler olarak Avrupa'ya dayandılar. Ancak bu andan itibaren uluslararası toplum, savaşı bitirebilecek adımları atmaya başladı.

Taktiklerin dünyası, muktedirin mekanında bir kez daha hükümran oluyor. Bizler ise bu tarihi göç hikayesinin zayıfı nasıl kuvvetlendirdiğinin şahidiyiz...

 

 

Vatana, millete nitelikli adam lazım,

Beyin göçüğü var.

İpsiz sapsız adamlarla bu iş öyrümez,

Yarın başımıza bela olullar valla.

—"Ya Nasip"

Hatırlar mısınız bilmem, bundan birkaç yıl önce Türk kamuoyu “beyin göçü” tartışmalarıyla yatar, yine aynı tartışmalarla güne başlardı. Gazetelerde köşe,  tartışma programlarında orta mevzileri tutmuş, hem nalına hem mıhına vurma üstadı büyüklerimiz kah göç eden beyinlere, kah devlete çatar dururlardı. “Enine Boyuna”, “Derinlemesine” isimli programlarda yüzeysel tartışmalar yapılırdı. Devlet yetkilileri gençlere sağladıkları imkânlardan dem vurur, göçe hazırlanan beyinler de kendilerine sunulmayan imkânlardan söz ederlerdi.

Bütün gençleri heyecanlandırırdı, nitelikli beyinlerini oradan oraya göç ettirmek ihtimalleri. Amerika mı, İngiltere mi? Yoksa Almanya’da daha mı az yabancılık çekeriz, ha? Bazısı oralarda kabul görür, rüştünü ispat eder, bazısı da aradığını bulamaz, beklediği değeri göremezdi. Hatta Hint kumaşından hallice beyinlerini gurbet ellere göçürüp, sonra oralarda tuvalet temizliği yapan gençler olduğunu duymuştuk.

Ne oldu, oldu, bıçakla kesilircesine bitti bu tartışmalar. Senelerdir ne beyin lafı işitmişliğimiz var televizyonlarda, ne de göç. Bu tartışmaların olduğu yıllarda, muhtelif filmlere Konya ağzıyla dublaj yapan iki kardeş, sağ üstte okuduğunuz cümlelerle dalga geçiyorlardı durumla. Zira gerçek gün gibi ortadaydı. Onlarca mesele, onlarca sorun dururken, eğitim sistemimizin yetersizliği ortadayken anlamsız tartışmalardı bunlar. Artık geleceği mi gördüler bilinmez, şimdilerde “Beyin Göçü” değil, “Beyin Göçüğü” yaşanıyor ülkemizde.

Uyuşturucu kullanma yaşı on bire düşmüş. Hapishaneler hınca hınç dolmuş. İsmi genel af olmayan genel aflar çıkartılmaya başlanmış.[i] Eğitimde kalitesizleşme korkutucu boyutlara ulaşmış. Üniversite mezunu işsizler, bırakın beyinlerini göç ettirmeyi, Almanya işçi alımı yapsa da gitsek derdinde. Hele insan hayatı öyle ucuz ki, vatandaşlar kimseye bulaşmadan evlerine varabilmek için diken üzerinde yürümek zorunda.

Rüşvet mi? Hiç sorma. Rantçılık, irtikâp, hukuksuzluk, torpil. Millet A partisi, B partisi tartışmaları yapadursun, A’nın da B’nin de keyfi yerinde. Herkes gücü yettiğine. Biz, siyaset tartışacağız, devlet kurtaracağız, ideolojik tahlillerle rakibimizi nakavt edeceğiz derken, birilerinin eli armut toplamıyor.  Ülke yüz binlerce kilometrekarelik bir menfaatler ringi. Ringdekiler bahisleri topluyor. Biz ise havlu atmak üzereyiz haberimiz yok.

Nereden nereye! Yere göğe sığdıramadığımız beyinlerimiz(!) fazla yükleme sonucu çöktü sanırım. Zannedersin ki suç, dün beynini gurbet ellere göçürenlerde. Sanki onlar Türkiye’de kalsalar her şeyi düzelteceklermiş gibi. Yok, Azizim yok. Suç öte tarafa göçen büyüklerimizde. Suç zihniyetlerimizde. Kendimizi bir şey zannedişimizde suç. Muasır medeniyetler seviyesine çıkacakken, tabana alçalanlarda. Memleketi kurtarayım derken günü kurtaranlarda.

Velhasıl kelam ülkenin kayıp nesillerinden, bir kayıp nesil de biziz. Durumlar böyle, kabullenmek lazım. Belki çabalarsak bizim çocuklarımız çözer bu meseleyi. Ama yine de dikkat edin kendinize, zira beyin göçüğü var!

*

[i] Açık Ceza İnfaz Kurumlarına Ayrılma Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik, 29453 Sayılı Resmi Gazete,22 Ağustos 2015 Cumartesi

 

Kurban, muhtaç durumda bulunan insanları protein şampiyonu yapmak için kesilmez. Hz. İbrahim, oğlunun gırtlağına bıçağı dayadığında, akşama işkembe çorbası dağıtmayı planlamıyordu. Fiilin hikmeti, onun sebebi, yani illeti değildir. Maddi imkânları kısıtlı kimselere yardım etmek, zaten tek güne hasredilemez. Abd, ibadetini emrolunduğu için yapar, hikmet sonradan oyuna girer.

Rezzak-ı Rahîm'in emrini, kan dökücü bir ritüel olarak kabul eden kerrakelilere profan te'viller türetmek, ibadet mefhumunun özüne aykırı. Evet, İslamofobik hezeyanları tashih etmek önemli; ancak savunmacı ["apolojetik"] tavır, zihin erozyonunu genişletiyor. Ve İslam'ı, günün önkabulleriyle uyumu nispetinde 'makbûl' addetmeye zorluyor.

 

"Bir göç mevsimiydi kaybettim onu. Büyük, gürültüsüz, suskun,

daha doğrusu susturulmuş kalabalıklarla birlikte kaybettim onu’’

Göç, bir anlamda gurbet. Açtığın dalı, bittiğin toprağı, aydınlattığın geceyi terk ediş. Terk-i diyar eyleyiş. Acının ve yoksulluğun iç içe geçtiği yol alma hali.

***

Varılacak bir yurdun, sığınacak limanın olması halinde ise kaçış belki. Saklandığın yerlerden yüzeye çıkış. Kötülükten iyiliğe, hayalden hakikate, esaretten özgürlüğe… Arınmış gökyüzüne şöyle bir bakış.

Bir sevda türküsüne konu olan gönül yarası. Yarım kalan hikâyelerin -miş-li geçmiş zamana işleyip orada kalakalması. Hikâyelerin ardında kalanlara yetecek kadar gözyaşı.

Posta güvercinlerinin artık uğramadığı uzak şehirlere gönderilmiş mektuplar kimi zaman. Mürekkebinin rengi solmuş, rutubetli bir elbise dolabında noktasına, virgülüne kadar unutulmuş mektuplar.

Bazense, sürgün.Köklerinden hoyratça koparılmış bir ağacın bütün insanlığa küsüp gitmesi gibi. Bir şairin şiirinde, annenin ağıtında, babanın sigara dumanında. 

Bir dizeye sığmış sonbahar. Göç mevsimi. Hazan. ‘’Dedim ya. Eylül’dü. Savruluşu bundandı, kimsesizliğimin…’’

Umutlarını ülkesinde bırakmış, ‘yaşından yorgun’ bir çocuğun yüklendiği yaşamın ta kendisi bazen.

***

Göç, çoğu zaman gönülsüz bir vazgeçiş. Akıp giden ırmağa çaresiz boyun eğiş. Coğrafyasız ve dilsiz.

 

Online dergiler Online dergiler