Hüseyin Emre Sezgin

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

 

Defalarca izleyip doyamadığım bir filmin ilk cümlesi her seferinde elimi yüzümü yıkar: “Allah’a çıkan yollar vardır, dünyadaki nefsler kadar..”

İnsan fizyolojisinin armutlaştıran, boğaza takılan, mideye çakılan bir demir leblebi..

Her doğumun son anları gibi, giderek sancıyan bir zamanın insanlarıyız. Muzdaribiz her şeyden. Akreplerin kıskacında yoğrulanımız bile var. Kalbimize, gönlümüze, zihnimize saplanan sancılar, dikenli tellerin aktığı damarlarımızın acısıyla yumduğumuz gözlerimiz, ve sonsuz karanlık.. Güneşte yürüseniz bile körsünüzdür artık.

Garabetin ruhlarımıza vurduğu kilitler, anahtarlarıyla Âdem babamız ve Havva Annemizinkine benzer bir firak yaşıyor. Birbirlerini bulmaları için en uzağa atılmış elmaların yarısı… Milyarlarca elma, milyarlarca kilit, milyarlarca anahtar içinde yapayalnız; birey.

Kaçmalı, kurtulmalı zindandan; duvarları, semaları yırtmalı, kainatı dertop etmeli; ama nasıl? Nasıl kurtulacak ahsen-i takvim ile esfel-i safilin arasında sa’y eden mahluk?

Bu sorunun ateşlediği kişiler ki kör bir merakla dalarlar anahtarcılara.. Bu denizden bir damla onların, ama hangisi? Ömür otobanında ters yönde akan trafik süratinde denemeler, yanılmalar.. Titan gibi çevirebilirse eğer, her anahtarın maymuncuk işlevi göreceğini sanmak ister istemez, kilidi sancıtan biteviye zorlamalar..

Kural 1: Kilit birse, anahtar da birdir..

Reçetelerin hepsi aynı amacı taşır, ama hepsi belirli bir hastanın belirli bir hastalığı için “şifa”dır. Birini dirilten, diğerini öldürebilir.

Ne kadar asil olursa olsun, damarlarına yaban kan, seni öldürür..

Ümmetin hilafındaki rahmet de işte bu noktada zuhur eder; bölün, çeşitlen, çeşitlen ki herkes kendine yakışanı giysin bu beldede, herkes ruhunun huzur bulacağı mabette yıkansın kirlerinden..

Arasın, oturmak olmaz, bereket saklı harekette, heybesine “Bulacağım elbet..” doldursun, yürüsün, yürüsün sadece..

Çölde yol almaktır çünkü, bu.  Doğru yolu bilirsin, ama hiçbir pozitif dayanağı yoktur bu ilhamın, ne bir yol izi, ne bir harita, ne de başka bir şey.  Adaletsizlik yok, her seferinde yeniden kuruluyor labirent. Her seferinde, başka şekilde..

Bilmek yetsin ki, kilit, anahtarıyla tanıştı ezelde.. O güzel mecliste hani. Sonsuz mutluluğun fragmanını yaşadığımız o ülkede..

Gördük ve tanıdık..

Ne yapmalı? Yolcu, sen ne yapmalısın?

Işık temrenli bir ok gibi süzül bu semâda, elbet içine çöken bir yıldız seni bağrına basar..

Müsterih ol, aynaya baktığın an ilk kendini görmediğin zaman, sevimli bir çıtlamayla kalbinden düşen o demir, tüm meşakkatlere değecektir..

 

Güneş, uykuda yakaladığına daha bir sert vururmuş.

“Yeterince doğuya gidebilmeyi becerebilirsen eğer, batıya varabilirsin.”

Uyandığın anda sessiz bir patlamayla düşen horoz, bu..

Tecahül-i arif, cahilken daha kolaydır.

Sızlayan kapı otomatiğinin start vermesiyle; sağa sola birer selam, ve düş düşten yola, “Ey hayrete düşenlerin delili, delilim ol, delin olayım..” mırıltılarıyla akan bir emanetle..

Sen.. Homurtuyla yıkanan yüzdeki ilk çapak, Şirinler’den fırlamış veletlerin ezdiği ilk kola kutusu, burulup kapağı uçurulan ilk pet şişe, ilk açılan kepenk, edilen ilk sunturlu küfür, kapalı alanda çalınan ilk “klakson”.. Hatta sıkıcı bir romandaki ilk kısa çizgi..

İnsan.. İstediğin kadar inat et beyaz kalmakta güzel papatya, deney olsun diye mürekkep dolu vazoya konuldun sen.

Ama edebiyatı bırakalım efendim; O’ndan bir yaprak okumak için, gayrıdan bin yaprak unutmak gerekir imiş.

İlahi şutlanmanın müthiş hızıyla uzaklaşırken, duymakta giderek daha çok zorlandığın bir ses, seçebildiğin kadarıyla; “Ya ara dur, ya bulduğunu duyur.” diyordu. “Vardır elbet bir hikmeti..” deyip uymak icap eder ve adımlar birbirleriyle didişirken, ayak izleri kalpte belirir.

“Dem bu demdir, dem bu dem..”

Daima ıslak bir paltoyla terk edildiğin – ya da öyle sandığın- bu karakışta, bacaklarının yorgunluğu ancak görünmeyen, mütevazı bir çığla açıklanabilir. Başka da prangaya lüzüm ve o oranda tahammül yoktur zaten.

Eteklerini toplayan külüstür tramvayda akarken, hayatın duraklarını da dolaşırsın. Hızlanan zamanın güzel olsun/olmasın tüm görüntüleri flulaştırdığına hayıflanırsın. Oysa seneler boyunca bıkmadan bakabilirdin, şu küfürleşen kabadayılara, yada kikirdeşen çocuklara.. Aralarındaki fark, sadece zaman değil mi..

Kural iki: Simalarda semalar gizlidir..

Periskopunu külüstürün karnındakilere çevirdiğinde görürsün; insanlar, büyük bir zevkle bakmaktadır dev puntoların altında kalan garibanlara. Manşetleri kanayan kalemşörlerin gözü kara ızdırabı, sebebi meçhul bir sadizm midir?  Gazetesini düzeltmeyi “baş vurmak” yoluyla halleden emekli amcaya umut ışıldayan gözlerle bakarsın, bilmeden de olsa en doğrusunu o yapıyordur. Biliyor mudur yoksa..

Yorgunlukla “ıhlayan” emektar, ifrazatını boşaltır köhne bir durağa.. Bundan sonrası tabanvayla..

Neyse ki, bugün sloganlarla coşan topalların ortasına batıverdin.. Her zaman göremezsin kol kola girmiş topalları, ibretlik bir tezat oluştururlar; hem topal hem koltuk değneği olmanın “Görmeden inanmam ben..” diyen artistlere en sıkı cevabı..

Kırmızı.. Kırmızı ki gülün rengi, postnişin rengi, şehadetin, aşkın, vuslatın rengi.. Kimilerine göre tehlikenin, yasakların, ataletin rengi.

Ağızlardan fışkıran ateşlerin kucağında haykırılan, ziyadesiyle “ıslak” tepsilerde sunulan ham sloganlar konusunda bilmen gereken bir şey var; sürekli tekrar edilmek çoğu sözü çürütür ve çürüyen sözler kalpte toz, yelkende çamur olur. Bunu bilen bilge polis ağabeylerimizin tazyikli suları da sanırım iyi niyetlerinden. Adil olacaklarsa “lütfen, teşekkür ederim, özür dilerim, seni seviyorum, canım, cicim, bitanem, aşkım, hayatım..” diyenlere de aynını yapmalılar. Kılıçları kıskanıyor olmalılar ki, coplar da devlete gölgelik ediyor hayal meyal seçebildiğin kadarıyla..

Kaplumbağalara bulaşma delikanlı, arkaları sağlamdır..

Biber gazı fazla arabesk, ama müstehakız buna, gözyaşartıcı gaza gerek kalmadan ağlayabilmeliydik. Mosmor kesilen ruhların tükürdüğü kahkahalardansa, aşkla istenen bir şey bile sayabiliriz onları. Adem babamızın terekesinden kalan en enteresan miras, suçları bilakayd üstlenmek değil mi?.

Canhıraş bir şekilde gir cennet kapısı bozması avluya, ve soluk soluğa gömül kitaplara.. Bilumum gazların devası limon değil, kitap kokan parmaklardır çoğu zaman. Ama bu da gizli bir bilgi tabii. Söylenmeseydi, iyiydi.

Rehabilitenin sonlanmasıyla süngüler yürümeye başlar sırtında, anlarsın ki vakit demir alma vaktidir. Zira bir güzel sonunda gözlerini kapamış, ışıltısını kaybeden gök geceye kesmiştir.

Rücu ederken hep ninelerinin öğütlerini hatırla, ve tüm üç harflilerden kaç. Hatta aklına bile getirme onları, maazallah sen de onların aklına gelmeye başlarsın, ve saha avantajı maalesef bizde değil.

Maazallah, bir tutamlık ottan sırat gerilebilir.

Üzerine çektiğin mavi gömleğe güven.. Mavi ki, matem rengidir, ve uzak diyarlardaki Tamadalar bile matem sahibinden izin almadan iş yapamazlar.

Kapıdan girdin, gün bitti. Dövüldün, sövüldün, eblehleştirildin, karardın, yakıldın, paslandın, çürüdün.

Çok gezenin padişahı olduğu tek şey arza çıktı anlayacağın; suratından kazıyamadığın kerata sırıtışına rağmen.

Şeref madalyalarını kontrol eden bir kahramancasına yokladığın dudaklarında birkaç çentik var fazladan;

Kısa günün kârı, hiç fena değil…

 

Tarih akar, beşer bakar..

Meşhur ve nevi şahsına münhasır güzel cumhuriyetimizin, bataklıkta çırpınan bir hasta adamın uzattığı son parmak olduğu yarı-yalanı ilekurulduğunu farz edelim.

Yeni bir ulus devlet tasarımı tedavüle konmuş, “Hepiniz Türksünüz yahu, tek farkınız coğrafyanız aslında..” denmiş, toplumumuzun trafik kurallarıyla ilişkisini şöyle bir gözlemleyen cin alilerden biri, bir ara “Hz. Adem’in de Türk olduğu düşüncesi” tarafından şöyle bir sarsalanınca, “bir daha düşün” duvarlarıyla kuşatılmış; en sonunda “Türk dediğin, hatun sözüyle iş mi yapar?!”a varmış.

Kalan birkaç damla haysiyetini için emparyel rüyalarda ihtilam olmaya mahkûm olan gariban halkın muhayyilesi de çocuklara envayi çeşit subliminaller nakşedilerek zımparalanmış;

“Kalbi vatan için çarpar Turan’ın 
Mekanı cennet olsun Kemal Ata’nın 
Edirne’den Kars’a kadar vatanın 
Gezdim toprağını taşını gördüm..”

 

“Devletin başındaki insan şahane yataklarda değil, ölüm döşeğinde yatmalı..” der eski daimyolar, ve rol biter, perde kapanır…

Fabrikasyon Türk vatandaşı mefkuresi, gittiği yere kadar gitmiş, Kemalizmanın romatizmaları azana kadar da harbi harbi iş görmüş.

Devletin cellat bıçağı, saplandığı omurgadan birazcık uğrayınca, felce uğrayan halkın da başka afyonlara alıştırılması elzem olmuş, malum, jakoben ideoloji yutturulan insanımızın bir yerden sonra midesi bozulmuş..

Haliyle birileri bir yerden bir 45’liği çekmiş ve DP doğmuş, nâm-ı diğer andro-türkislam dönemi.

“Hepiniz Türksünüz” diyen kurtlarımızın savına, “Hepiniz Müslümansınız ama zararsız olandan” eklenmiş, halk devrimlerle öpüştürülmüş barıştırılmış..

Artık yeni slogan; “Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman..” imiş.

Kırmızı börklü prenseslerimiz ve fu manchu bıyıklı cücelerimiz de bunu “yemiş”.

Ahura Mazda’nın racon kesmesini bekleyen Hürmüzlerin ve Ehrimenlerin didişmesi sırasında ezilen çimenlerin suyu da, nice vampirin dişine cila olmuş..

Hasılı, demokles nâm bir zatın ASELSAN işi kılıcı yüzyılın son çeyreğini kalbinden vurmuş.

“İhtiyaç dahilinde(!)” ve “kazara(!)”  ikinci kez düşen bu tetik de “düzen, nizam, intizam” demiş.

Şahin Ayı’yı alt edince.. Eh nasıl derler bilirsiniz, müzik değişirse dans da değişir…

Gel zaman git zaman, Türk-islamcıların “zararsız” -modern tabirle pratiksel olmayan- bayramdan bayrama secde gören Türk, doğru ve çalışkan nesil Darvin abimizin öngördüğü gibi evrimleşmiş.

Çalar saatin matkapvari sesiyle “ossaat” yerinden sıçrayan “kendilerine demokrat”lar bellerindeki yatağanları, teberleri, kargıları, kamaları, hançerleri ve “en keskin kılıç”ları çekmiş; büst, endoktrinasyon, anayasa, tarih Allah ne verdiyse yumulmuş, haddi aşmayanları iyi de etmiş.

Bir zamanlar fakir ama gururlu olan bazı fikirlerse, kalantorluğun alâmet-i fârikası koca koca döner koltuklarda “vahşi ve ilkesiz” olarak arz-ı endam eylemiş.

Ne derdimiz varsa “Ya işte Kemalizm.. darbeler falan” demek de adet olmuş tabii..

Taraf olmayan, şehit olmuş;

Masal da bisiklet tamircisi evliyamız Hikmet abinin sözüyle son bulmuş;

“Tamam, birçok şey kemalizmden de,
Ulan her şey mi kemalizmden?”

 

Uzak diyarların birinde bir nefret küpü yaşarmış. Sevmeözürlügillerden bu adam, kalbinde tek bir yaban otunun dahi yeşerememesinden muzdarip, bin türlü meşgaleyle iştigal eder, şu koca dünyanın varlık sebebine yaslanarak oyalanırmış. Zira meşguliyetten azade olanlar, kendileriyle konuşmaya başlarlarmış ve bu bilgeler için bile kolay bir şey değilmiş. Mecnunlar bu yüzden bir baltaya sap olamazlarmış, biz ne sanmışsak?

Bu hasta adam hayatın içinden geçip giderken, bir bilgeyle karşılaşmış. Pir, tek bakışta teşhisi yapmış; “Sende sevgilik yok...”

Sevmek; bir hayat iksiri imiş ve ancak dilyapımı billur kaplarda saklanabilirmiş. “Git..” demiş bilge adam, “..ahıra git.” Evhamlı abimize de hafif tuhaf gelmiş bu reçete, ama hâl ehlinden iyi bilecek değilmiş â!

Öyle ya, bir ağacın altında iki dakika durulsa, ona âşık olunabilmeliymiş.

Bizim hasta gönüllü abimiz de gitmiş ahıra, bakmış ki bir inekten başka bir şey yok.

Korkmayın, zoofili hikâyesi anlatacak değilim

Seyre dalmış bizim muzdarip... İneğin bıkmadan usanmadan süt verişini, tıkılı kalmaya razı oluşunu, hayvancağızın şuncacık haliyle bin türlü faydasını düşünmüş ve ineğin ne kadar sevilesi olduğunu fark etmiş. Onu daha özenle tımarlamış, yemini daha bir kaliteli vermiş, sağı solu gezdirmiş, bir yerden sonra muhabbet etmeye bile başlamış…

Muhabbet, sevginin besmelesi imiş… Ve adam yaşlı bilgemizi hatırlayıp gönlüne baktığında bir gün, kocaman bir billur tank görmüş.

Evet, sevgisizlikten kıvranan abimiz, sonunda sevmeyi öğrenmiş

Doğuştan gelen sevgiliklerimiz, sütdişi kadar dayanıksız ve sevimliliğin terkiyle eşzamanlı kırılan cinsten.

Bir andan sonra sevmeyi yeniden, kafamıza göre öğrenmemiz gerekiyor.

Nihayetinde belirli bir yaştan sonra hayat keskin virajlarla örülüymüş ki, bunlar genelde kalbe saplanırmış.

Ve şu hayatımızın yegâne tenderi gönüllüklerimiz -küllüklere dönüşmeyecek kadar şanslıysa eğer- “reh-i sengsâre” düşer imiş.

Evet, bir yerde sürçtü ayağımız ve fark etmedik bile o şişeciğin ağzında gevelediği son nefesi…

Evet, bir arnavut kaldırımının aralarını süsleyen yıldız parçalarıdır artık o büyülü sesi…

O andan sonrası şaşkın “Allah Allah?” ların senfonisidir adeta. Niye bir yerlerde pis pis faylar çıtırdamaktadır, niye kopan teller ahenkleri ebediyyen bozmakta yahut? Neden gözler kapandığında zift dolu bir kâinata tıkılı kalırız, neden sirto nağmelerinden çok homurdayan otobüsleri duyarız?

Gülmeyen gözler gülen göz kapaklarıyla örtülürken, kandırıkçı sırıtışları dudak uçları ele verirken, ve güldüren sözler ağrıdan inletmeye başladığında, evet hep başka şeylere yorduk biz.

Öldürmeyen şey, ölüm dilendirebilir; fark edemesek de…

İçimizde uçuşan kıyma makinaları güzel olan her şeyi öğütür, kalbimiz yanarcasına dönen sondalara mahkûmdur, kılı bile kıpırdayamaz mehdiliğe sancak açan felçli ruhlarımızın.

Gönülyaşı dolu çemberlerin kulvarlarına riayet ederek seyrederken, dikkatimizi celbeden yegane şeyse; “Ayak çırp, yoksa batarsın..” olur çoğu zaman. Halbuki kimini denizin altı boğar; kimini üstü.

Paralanmak için paralanır, bu son diye nice nice son savaşlarda can alır, ter dökeriz. Öyle uyuşur öyle mayışır ki bilincimiz, ancak durduğumuzda anlarız yürüdüğümüzü.

Makinistin ürpertici sinyali gelir beklenmedik bir an... Ve yara izlerimizin oluşturduğu atlasla ölümsüzleşen dünya, tuz dolu göğsüne yaslarken bizi; özensiz kesilmiş kızıl brandaların sırtında, toprakla öpüşür bedenimiz…

Cihandan kovulmanın yegâne tazminatı da, gökyüzünün beyazperdelik ettiği hayatımızı efil efil seyre dalmak olur.

Mutsuz –en azından tatsız- son…

Peki ya..?

Ceplerimizi yokladığımız ve eşzamanlı olarak yüzümüzün ekşidiği o ana dönmek elimizde, diyelim ki;

Sorarım; açık bir bavuldan daha umut verici ne olabilir ki?

 

Kara çalınan ülke..
Kaybolmaya mahkum mazlum coğrafyanın adı,
Hep bir istatistik ile ilişik defter-i kadimde
Ense kalınlığı baz alınarak hazırlanmış bir haritada
Obez coni ve Romalıların kısılan gözlerinde dalgalanan
Karnı içeri çökmüş, iki büklüm bir Afrika..
Derisinden kemikleri çalınmış;
Tutunduğu her dal omzuyla beraber koparılmış,
Uzuvları kalaşnikoflaştırılmış,
Vicdan simsarı sülüklerce
İnsanlığın mahcubiyet kızılıyla gelip,
Boğazına lokma kaçmış moruyla uzanıverdiği
Yer; Afrika..
Kırılan kalemlerin mürekkebiyle sakladığı renktir,
Tebessümün sürgün edildiği yüzlerdeki diyar..
Düçar ananın mabed avlusuna düşen son can parçası;
“Somali” künyeli, ki boynundan ışık saçar!
Ağlayacak bir damla suyu olmayan bu çiroz bebeğin,
İnlemeyle yoğrulmuş solukçuklarına tıkanan kulak;
Tek dişini de altına bulamış bir çamurdan sarkıyor..
Kimsesiz timsalin ruhunu akıttığı avuçsa;
Artık tek renk giyinen bir emekli müslümanın…
Petrol karasına bulanan domuzcukların gökyüzünü görmesi,
Ve tenekeleşmiş birtakım bedenlerin bronzlaşması için;
Güneşin yapabileceği bir şey yok..
Yığılan aryan bokunun bataklarında üreyen sinekler
Hegelci soysuzların posta neferi..

Bir Muhammed ölüyor açlıktan..
Bir Abdullah ölüyor..
Güneşin kızdırdığı toprak,
Bir Hasan’ı sindiriyor..

Bazıları Müslüman zannıyla uyuyor hala..
Halbuki Müslümanlar kardeştir
Be hey!
Yüzyılda bir uğrayandan ne “ağa” olur
Ne “bey”..

 

“Milenyumluk mevzuda iksar-ı kelam etme cür’eti; pek tabii ki adi bir çıranın üzerine vazifeydi.”

Vejetaryenler az öte çekilsin!.. dedi biri..

Bak en dürüst fecrin gözünü diktiği nazarım; 
Unuttun hikayeni, ama rahatla, çoktur tekrarım..

Nefes alıp veren her insan, ilahi terennüme koşulu bir enstrüman.. diyerek başladı bu dedikodu ziyafeti..

Her mevcudat, musikiden bir cüz, melodilerin bir kabinde yoğunlaştırılmasıyla vahdet bulan bir vücut.

Sen de, ben de.. ve dahi o da.

Hepimiz bu kafada yaratıldık.

Biz tanrısal çalgılarız.

Ve şüphesiz Rabb en muhteşem kompozitör.

El-Kebir olsa da, haddini bilmez fazıl değil.

O ki en kral bestekâr, en polimat güftekâr..

Bak.. Allah tecelli eder; Celâl olur, Cemâl olur.

Settâr tecelli etsin istersin bazen, sırası değildir.

Ha laf arasında; “ham meyvayız hala, koparmışlar dalımızdan..” buyuran MFÖ, devamında içinden şöyle demektedir;
“Zaman olgunlaştırmayacak bazılarını, çürütecek..”

Ey insan.. Girizgâhı hazmet ve dinle beni;

Evvela; sen de Hayyam gibi, O’nu bir çalgının notasında arayacaksın, kaçarın yok.

Öğren; en nadide enstrüman, en kıymeti bilinen değildir.

Zira dünya, İMÇ’den farklı da değildir; pop ve arabesk her zaman revaçta.

Bazı bazı da dıptıs dıptıs ilahiler kol geziyor, new age’i koluna takmayıp..

İsyan kıyıda köşede, ama had safhada..

İndie’lerse, açıkta pek tabii ki.. Facebook ne kadar ‘açık’ bırakırsa.

Hasılı cânım insan, demem o ki, yani, nasıl desem..

Eğer ki delikanlı bir müzisyensen, kap silahını, ilahi düdüğün hicaz peşreviyle başlattığı müthiş konser için hazırlanmaya başla.

Kainat, karavana maganda değil, mahir nişancı görmek ister, bunu bilerek tut nefesini.
Şahsına münhasır enstrümanını incelikle talim et ve ustalıkla ayarla bal damlayan sesini.

Hatırlatayım sana babanın hikayesini; terennüm, belli belirsiz bir tonla başlamaya devam etti hani, hafif tatsız bir ton tabii. Azbuçuk kavgalı gürültülü, İsmail YK müzikleri tadında belki.

“Kün” emriyle hiza istikamet alan dominolar, bu gün için dizilmişti. İnce bir çıt’la başladı seremoni..

Herkes sırayla gösterdi maharetini, atomdan feleklere kadar dansetti cümle kainat.

Tir tir titrerken, korktuğu başına, sıra ona geldi.. Bu; tabir-i caizse, “zurnanın zırt dediği yer..”di

Güvendiği çalgısını aldı koynuna, “Hazır mısın?” dedi, o da “Hazırım..” anlamında bir göz kırptı telleriyle ve..

İki billur el olup gönülleri okşayan sesler onlardan çağlamaya başladı.

Eee, Adem’in şovuna ebleh ebleh bakan melekler gibi kalakalmak, çok da olmaz değildir şu tıknefes ömürde. Neye güldüğüne de, neye acıdığına da dikkat et, benden demesi.

Adem ritme kendini kaptırmış, ezgiyle hemhal olmuştu ki; –program üzre-

İĞRENÇ BİR SES ÇIKTI..

Sükûn; sökün etti sahnenin tüm damarlarına..

“Mucize, Mevla’nın karamizahıdır.” diye mırıldadı şeytan. Kimden duydu, kim bilir..

Uğultular gökyüzünü tokatlayan güvercinler gibi çatçat vurmaya başladı çınlayan kulaklarına;

“Bazı aletler zorlu olur, zorlayabilir adamı.”
“Her enstrüman da herkesi sevmez. “
“Bilen de vaar, bilmeyen de..”

“Bir kere dokunsan teline sâz- derûnun
Bin türlü nevâzişle düzelmez asla..”

Hava bir anda eylüle kesti.. Hüzne bitişik evlerin müzmin kiracısı olan ay hani. Küçük ve büyük evrenlerin nişanlarını attığı hemzemin geçidi; ekserisi prematüre şair olan kaybedenlerin çay yudumladığı köy kahvesi; efkar farelerinin gezindiği antik, pasaklı yer şiltesi..

Sana eylülü anlatmaya gelmedim insan, konuyu dağıtma.

Beceriksizlik buhusu streç film oldu adeta, ve acuze kız kurusu gibi çullanıverdi zarif arife. Cadının ahtapotvari kollarıysa DNA sarmalından aparma teller gibiydi, uyarayım; hem elektrikli hem dikenlidir o “dokungaçlar”

Esas oğlanımızın çaresizlik ve zavallılık liginde play-off oynamaya hak kazandığı o an; mahlukatın ona acıdığı ve parmakla gösterip “çok şükür..” dedikleri o pis an; enstrümana, ustasına, şarkıya, bestekara, güftekara, orkestraya, seyirciye...daha nicesine kendini durduramayarak gürül gürül, ağız dolusu küfrettiği an..

Elleri yüzüne yapıştı, ve yüzünü sökmek istedi utançtan, biliyorum.

Bu lanetin petrol rengi örtüsünü çeken el, ağzı olsa şöyle derdi;

“Gönlünün en sapa köşesinde duvarın dibine çömmüş, dünyanın en saf sümüğünün ısladığı o düğümden beter bağlı kollarına cennet tokalı başını gömmüş, on on yaş döken bir küçük kız var; adı Sevgi. Çaktırma ama; duydum ki Sevgi en mahir estetik cerrahmış. Yüzsüzlük, kaderin değil.”

Şarkıya duyulan iştiyak; dirilişe yeter akçedir.
Ve mahcup tövbe, affedilmenin teminatıdır.

Hoş sesler çıkaramadığın muhteşem çalgılar olabilir.

Tatlı nağmeler yaratmaya muktedir insanlar da farklı aletleri “öttürmekte” zorlanabilir.

Takma kafanı, suç kimsede değildir.

Yaa hafızası nisyan ile malül, nisvan ile malüm insanım, işte böyle;

Bu kadim sahnede şimdi sıra sende,
Korkmaa, davul bile dengi dengine..

Online dergiler Online dergiler