Said Doğrul

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

İlk ve orta öğrenimini, gözünü açtığı şehirde tamamladı. Hukuk okumak üzere Bursa akvaryumundan İstanbul deryasına kulaç attı. Bir müddet tiyatro ile oyalandı, üç-beş kısa filmimsi çekti. İstanbul Üniversitesi Kamu Hukuku yüksek lisans programında temaşager, aynı kurumda Sosyoloji lisans talebesi. Sıfat değil, eylem olarak ‘yazar’lığını, editörlüğünü de yaptığı Fikir Adası e-dergisinin yanı sıra, sair süreli yayınlarda sürdürüyor. Şu an ise uzak ülkelerde, davulun sesinin geldiği yeri bulmaya çalışıyor. İleride cennetlik olmak istiyor.

 

Kafa Kâğıdı:       |  

Türkiye’nin sorunu, hakikatin tekel bayisi olunduğu vehmi. Hakikate hürmet değil, hakikati temsil iddiası.

Az bilgi, çok fikir ve de önce fikir, sonra bilgi.

Bu insanlar genellikle, her defasında haksızlığa uğradıklarını ve aslında her şeyin en iyisini hak ettiklerini düşünürler: Güneşin kendi fikriyatına dik açıyla geldiği sanrısı.

Tutulan takımdan, alınan cep telefonuna kadar yapılabilecek en iyi tercih onların kararıyla gerçekleşmiş, iradeleriyle kemale ermiştir. Giyilen kıyafet, kullanılan aksesuar ve elbette benimsenilen siyasi görüş, diğer ‘tırt’ muadilleriyle kıyaslanamaz kertede. O halde, nasıl olur da insanlar farklı düşünür? Nasıl oluyor da insanlar gerçeği göremez?

Merhaba, benim adım Said, Bursalıyım. Yüksek yüksek tepelere kurulmuş bir apartmanın sekizinci katında büyüdüm. 

Çocukluğum, Keşiş Dağlarında Heidi gibi koşturup, pamuk yığını bulutlara şekil biçmek ile geçmedi. Çamurlu arazide futbol oynamadım, ıslak burunlu bir köpeği okşamadım, Omo reklamlarında hiç rol almadım. Domatesi market raflarından topladım. Bir sokak kuytusunda değil, koltuk arkasında saklanmışken sobelendim; kanepe kollarından kale direği yaparak top tepikledim. Tavan kirişine smaç bastım, ağaç yerine kapı pervazına tırmandım. Bununla beraber kestane, gürgen ve palamuta ismen aşinayım; fakat yolda görsem tanımam. 

Merkeze bağlanıyoruz. Karşımızda Abdurrahman Çelebi var. Aynı anda Suriye’de değişen konjonktürü, dershanelerin eğitim sistemine etkisini ve hem de Taksim’de yaşanan son hadiseleri değerlendirebiliyor; doların yükselişi onu çok kaygılandırıyor. Boksörler soruluyor kendisine, maçı kim kazanır? Parmak uçlarını birleştirip vakur bir edayla ufka doğru bakıyor. “Tezgâhlanan oyunu fark etmemiz lazım,” deyip esas noktaya dikkat çekiyor, “maçın hakemi İsrail ile bağlantıları olan bir adam”. Sözleri TT oluyor bir anda. 140 karaktere mevzilenmiş yaylım ateşi başlıyor. Tek dikişte hafızlanmış sloganlar gıdaklanıyor: #HesapVereceksiniz. Kavga tribünlere sıçrıyor. 

Hiç biri neden dövüştüklerini sorgulamıyor.

Tenafür dinmiyor. Her saat başı farklı bir gündemle ter idmanı yapılıyor.

"Türkiye, evlatlarına, kendinden başka bir şeyle meşgûl olmak imkânı vermiyor

Yıllar öncesine ait bir başka 1 Mart’ta, ablamın hediyesinin üstüne yerleştirilmiş bir not kağıdında yazıyordu bu cümle. Küçük yaşların çocuksu kıskançlığıyla, senden istediğim harçlığı harcayarak satın aldığım siyah çorabın özensizce paketlenmiş hazin görünümü ve karmaşık bir el yazısının kırışık bir kâğıt parçasına iliştirdiği klişelerden ötürü hediyeni vermekten vazgeçmiştim.

Çok fazla şey değişmedi baba.

On sekiz yıldır aşina olduğum mavi gözlerin güven veren gülümserliğiyle, alınmasını nedense ve neredeyse her doğumgünü için istediğin bir çift çorap haricinde; hazırlayabildiğim tek şey, çizgisizliğiyle doldurulmayı bekleyen beyaz bir sayfaya üstünkörü karalanmış birkaç paragraf.

Fakat süregelmiş farksızlığıyla, bu mektubu farklı kılan geç kalmış bir tespit var: Benim hayatımda okuduğum en iyi kitap, sensin baba.

Çok da eski olmayan bir tarihte, ormanların en görülmemişinde bir dinozor yaşarmış kral olarak. Ormanda gün geçtikçe artan huzursuzluğun farkına varan dinozor yerini bırakmak üzere bir secim düzenlemeye karar vermiş.

Adaylar arasında iki hayvan ön plana çıkmış: Kurt ve Kaplan.

Kurt, ormanda bir reis olacaksa onunda öz be öz bir kurt olması gerektiğini söyleyip; altta yağız yer çökmedikçe, üstte ulu gök delinmedikçe, kendisinin ilini ve töresini kimsenin bozamayacağını iddia ederek ikna etmeye çalışmış tüm hayvanları.

Yıllardır ormanın dinozor tarafından ezildiğini ve sömürüldüğünü düşünen kaplan ise, tüm orman halkına hayvanların zincirlerinden başka kaybedecekleri hiçbir şeylerinin olmadığını anlatmış: “Tüm canlılar eşit olacak.’’ demiş.’’Tam bağımsız bir ormanda artık kimse kimseyi yiyemeyecek ve ormancılar ile onların işbirlikçileri defedilecek.’’

Masumiyetin beyaz örtüsüne sarmalanıp, annene sarıldığın ilk saatlerde, izlemiştim seni saniyelerce.

İnsan neden ağlar ki mutluyken? Veya neşeli gibi görünür, dudaklarını ısırırken? ‘Gözyaşı’ birleşik bir kelimeyken; esirger yaşını, kupkuru gözlerinden.

Senden ayırıp bakışlarımı, sana bakakalmış babana baktım.

Geniş omuzları, dört kiloluk bir sorumluluğun varlığıyla düşmüş ve güçlü yüz ifadesi “bir saniye, bu bebek şimdi bizim mi?” sorusunun düşünceli gölgesine bürünmüştü.

Ancak gözlerinin rengi, tebessüm tuvalinin pastel tonlarında, annenin mutluluktan büyümüş gözbebekleri ile aynı cümleyi kuruyordu:“Hoş geldin Yusuf, sefalar getirdin…”

Online dergiler Online dergiler