Süleyman Kahraman

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Doğum yeri, kaybedilen toprakların aziz hatıraları sayılacak topraklardır. Daha henüz emekleme safhasında iken Türkiye’ye adım atarak 21 sene T.C topraklarından ayrılmadı. Bir senelik Karl Marx Stadt’da eğitimine yama yaparak, makine mühendisi olma yolunda özgeçmişine bir parantez ekledi. İlkokul ve liseyi İstanbul’dan önceki başkentte, üniversiteyi ise sanayi göbeği Kocaeli’nde okudu. Birkaç deklanşör hamlesiyle fotoğraf işinde amatör, birkaç karalamayla da yazmakta…

 

Kafa Kâğıdı:    

 

 

 

İnsan kaleme almak istediği şeyleri neden kalemi eline alınca unutur bilemem. Bana genellikle böyle oluyor. Bunun ne ile alakasının olduğunu hala çözemedim. Böyle durumda olup da çözebilen varsa lütfen bana da yardımcı olsun. 

İçinde bulunduğum durumları cümlelere dökememek acizliği içersindeyim. Yani aslında bu duruma sebep olanların yüzüne savuracak çok sözüm var ama…

Mesela söyleyeceğim sözlerden biri “Ne kadar gereksizsin!” olacaktır. Gereksiz olduğunu yüzüne söylerken, içimdeki kini dökerek, edebi bir değeri olan cümleler savuracağıma da inanıyorum ayrıca.

Gereksiz olmak…

Bu tip insanlar maalesef hayatımda yok değil. Gereksizler. Çünkü senin ona biçtiğin payelerden çok ıraklar veya önceden nazarında bulundukları mevkinin hakkını veremez olmuşlar. Böylece gereğinin yerine getirememekten ötürü gereksiz olmaktadırlar maalesef.

Gereksiz oluşları bana şunu dedirtmiyor mesela: “Gereksizlerse seni neden bu kadar rahatsız ediyorlar ki, koyver gitsin.” Rahatsız ediyorlar; zira gereksizliklerinin getirmiş olduğu bir fazlalık var.

Bu fazlalığı aslında ben onlara veriyorum ya da zamanında vermişim. Şimdi de geri alamıyorum. Bu geri alamayış beni onlara karşı böyle olumsuz düşünmeye itiyor belki de…

Fazlalık olmak…

Sen bir insana gereğinden fazla değer, saygı, sevgi ve hatta en kötüsü aşkını verirsen ve bunlara karşındakinin liyakati yoksa eğer; o insan sana fazlalık olur artık. Buna aslında sen sebep olmuşsundur ve ceremesini de sen çekmeye mecbursundur. Çünkü karşında, senin tarafından yaratılan bu insan profili, sürekli senin kullanma dürtüsü içersindedir. Yani bir suistimal söz konusudur. Gururunun hayatındaki oranı nispetinde bunu bir yere kadar müsaade edebilirsin. Sonra dayanamaz patlarsın ve nihayet suçlu yine senden başkası olmaz. Çünkü buna sen sebep olmuşundur; en güzel duygularını fütursuzca dağıtarak. Bu yoldan da geri dönüşü yok denecek kadar zordur. Ya da kolayı varsa ben bilmiyorum. Zaten bilinseydin benim tarafımdan bu satırlar kaleme alınmazdı.

“Bir insan peki nasıl fazlalık olabilir senin hayatında?” bu sorunun cevabı basittir.. “vefalı olmayarak.” Hiçbir şey karşılıksız değildir. Senin karşı tarafla paylaştığın her şeyden ötürü, karşı taraftan beklediğin tek şey vardır.. Ona da vefa denir. Bunu açıklamaya ihtiyaç bile duymuyorum. Açık ve nettir… ama sonucunu , yazının devamı için” yazacağım. Vefasızlığın sonucu da yavşaklıktır.

Yavşaklık bence şöyle bir benzetmeyle açıklanabilir: Bir ülkedeki en embesil insanın kral tahtında oturmasıdır. Benzetmeyi açıklarsak; ülke sensindir, mağdur olan yani. En embesil insan da; o yavşaktır ki; vefa yoksunu bu insanı sen böyle bir yere layık görmüşsündür. Kral tahtı da; hiç kimsenin senin nazarında o derece yüksek bir makama layık olmadığı yerdir.

Bu böyle gider; gereksizlik, yavşaklık, vefasızlık…. Daha fazla uzatmaya gerek yok yani…

Yeri gelmişken şöyle bir şey de belirtmek isterim. Bir atasözümüz var hani; “Eski dosttan düşman olmaz.” diye. Aslında bu eksiktir. Bence doğrusu; “eski dosttan düşman dahi olamaz.” Zaten o dost, dost kalabilseydi hala dostun olurdu; düşman olamama sıfatına gerek duyulmazdı.. Eğer dostun olarak kalamamışsa; düşmanının sende edindiği yer kadar bile bir konumu yoktur onun artık.

Yazımı Nazım Hikmet’in bir şiiriyle bitiriyorum. Zaten bu kadar gereksizlik, fazlalık … vs için çok fazla kelime sarf ettim ve okuyucunun da  zamanını boşa harcadım diye düşünüyorum. Bu şiiri paylaşarak istedim ki yazının sonunda okuyucu  sanatsal değeri yüksek bir şeyler okusun..

Saygılarımla… 

Beyazıd Arhan

 

 

SEN

 En güzel günlerimin

üç mel'un adamı var:

Ben sokakta rastlasam bile tanımayım diye

en güzel günlerimin bu üç mel'un adamını

yer yer tırnaklarımla kazıdım

hatıralarımın camını..

En güzel günlerimin

üç mel'un adamı var:

Biri sensin,

biri o,

biri ötekisi..

Düşmanımdır ikisi..

Sana gelince...

Yazıyorsun..

Okuyorum..

Kanlı bıçaklı düşmanım bile olsa,

insanın

bu rütbe alçalabilmesinden korkuyorum..

Ne yazık!..

Ne kadar

beraber geçmiş günlerimiz var;

senin

ve benim

en güzel günlerimiz..

Kalbimin kanıyla götüreceğim

ebediyete

ben o günleri..

Sana gelince, sen o günleri -

kendi oğluyla yatan,

kızlarının körpe etini satan

bir ana gibi satıyorsun!.

Satıyorsun:

günde on kaat,

bir çift rugan pabuç,

sıcak bir döşek

ve üç yüz papellik rahat

için...

En güzel günlerimin

üç mel'un adamı var:

Biri sensin,

Biri o,

biri ötekisi...

Kanlı bıçaklı düşmanımdır ikisi...

Sana gelince...

Ne ben Sezarım,

Ne de sen Brütüssün...

Ne ben sana kızarım

ne de zatın zahmet edip bana küssün..

Artık seninle biz,

düşman bile değiliz..

1933-Nazım Hikmet

 

 

 

 

Duyguların dile geldiği anda kavuşurmuş o iki sevgili: Kalem ve kağıt. Tabii bu durum her zaman herkes için geçerli değildir elbette. Kimisi dağı taşı şahit tutar kendine, kimisi de denizle paylaşır gözyaşlarını. Bu insandan insana değişebilen doğal bir durumdur. Ben sevgisini kalemi kağıda vesile tutmuş bir şeyler paylaşan birinin satırlarını paylaşacağım. Anlamsız gibi gelirmiş bu cümleler. Şiir gibiymiş ama şiir değilmiş. Kalbe nasıl geldiyse öyle yazılmış yazan tarafından. Anlamak içinde birinci koşul yalnızlık ikinci koşulda yaşanmışlıkmış.  Şöyle yazılmış anlamlı olup anlaşılması zor olan:

Bir çok saat hem dem olmanın ardından gelen o anda anladım ben bazı şeyleri. İçimdekini… O şey sadece ipince bir sızıydı canımı çok acıtan. Buna sebep olan suçluyu aramıyorum ben artık. Zaten suçlu ya bendim ya da o… Bu yüzden gerekte yoktu bu arayışa. Bununla birlikte ortada sadece gözyaşlarıyla büyütülecek bir şeyler vardı bilemediğim.

Besmeledeki “elif” misali bir şeyler. Okunmaz elif ama o olmadan da besmele sese gelmez. Görünmeyen ama her şeyde hissedilen. Her duyguyu tattığım, her şeyi onla paylaştığım, onda aciz kaldığım, onda kaybettiğim, üzüldüğüm…. Yara gibi bir şey bu, merhem sürmeye korktuğum. Acısı beni yaşatan bir yara..

Çok üzgünüm. Sadece gözyaşlarım aksın istiyorum, tam olarak ne istediğimden habersiz. Gözlerinin gözlerime değişini hatırlamak, sevgilinin işte tam orda somutlaştığını kalbimde hissetmek istiyorum.

Kavuşmak derdinde değilim ben. Yani vuslat kovalamıyorum. Açıkçası zaten ben yanındayken yaşamıyorum aşkı. Gölgende hayalinde yaşıyorum. Bundan ötürüde sana ihtiyacım yok. Aşk her zaman iki kişilik değildir denmemiş miydi?

…diye anlamını aşkla kazanan bazı cümleler paylaşmıştı dostum..

Buna mukabil aynı duygunun başka bir dostum yakarışa sebep oluşu ise bambaşkaydı. O da şöyle demişti: Hayatımda en son istediğim insana en çok değer verir gibi yaşamak çok zor. Bu ise çok farklıydı. Olmasını istemediği bir kişiye karşı kendine sözünü dinletememenin bir çığlığıydı bu.  Vahim bir durum olmasının sebebi de, ne kendini içerisine anlatabiliyor, ne de karşısındakine kendini. Anlatmak için cümleler kurmaya çalışmak yerine;“Söylesem tesiri yok; sussam gönül razı değil” diyerek kurtuluyor öznesiz yüklemsiz cümle kurma çabalarından.

Sevgi, aşk ve nefret… Bu tür duygular insanın hayatında yerli yerine oturtması gereken çok önemli kavramlardır. Yani insan neyi kimi ne kadar seveceğini bilmeli; neyden veya kimden nefret edeceğini belirlemedir. Eğer bu durum netleşmez ise ortada bir hukuksuzluk olmaktadır. Şöyle ki ” … nedensiz düşmanlık güdmesem de, olur olmaz şeye sevgi beslemem. Haktan yanayımdır ve de hakikatten. Bu yüzden sevginin hak edenin hakkı olduğuna inanırım. Hak etmeyene sunulmayacak kadar değerlidir sevgi.” Cümlesinden anlaşılacağı üzere sevgini: hak etmeyene bol keseden dağıtırsan hak edenin hakkını yemiş olursun. Bu bakımdan hukuksuzluk olur demekteyim. Bunun sebebi de bu tür duyguların yerli yerine oturtulmamasından kaynaklanmaktadır.

Aşk ‘a gelirsek.  Aşk diğer iki duygu gibi tanımlanamaz. Aşkın bulunma hali de yönelme hali de ayrılma hali de sizi yakar. Şimdi kız-erkek arkadaşlarıyla arası iyi olan sevgililer “ bu ne saçmalıyor böyle?” demesin. Zira aşıksanız eğer ondan (sevgiliden)  ayrı her anınızda zehir içer, ondan ayrılırsanız da zindan da olursunuz. Bu kısaca böyledir. Ne demiş üstad, “Aşkın gerçeği değildi yaşadığımız ama aşkın ateşiydi yandığımız.” Böyle değilse hiç kendinizi kandırmayın siz aşık neyin değilsiniz. Sadece seviyorsunuzdur. Aşk sevgi değildir. Yani kanaat-i acizanemce şunu söylemek yanlış olmaz. “ Sana aşık olduğum senden nefret etmediğim anlamına gelmez.”

Bu durumda aşk karşındakine olan zaafın oluyor bir yerde. Ve bu zaaftan nemalanmak adiliği de işin içine girince; ikinci dostumun o cümleyi kurmasının sebebi ve özeti ortaya çıkıyor ve serzenişini şöyle devam ettiriyor.” Lut gölüyle Everest tepesi arasındaki fark gibiydik ikimiz. Kimin Lut kimin Everest olduğunun önemli yoktu. Ama aramızdaki fark en büyüktü. Zaten gerekte yoktun.”

İntihar etmek basitçe bir insanın kendi canına kıyması değildir. Dini olarak konuya bakılırsa yasaktır ve kebairdendir. Hatta şöyle bir şey de duymuştum. İntihar eden kişi iki büyük günahı birden işler.  Birincisi Allah’ın intiharı yasak etmesine rağmen bunu çiğnediğinden ötürü işlediği günahtır. İkincisi ise; Allah’ın vermiş olduğu bir cana ( Buradaki kendi canı da olsa; onu ona Allah vermiştir.)  kıymaktır, yani cinayettir. Bir insanı öldüren tüm insanlığı öldürmüş gibidir akidesince de bu büyük günahı işlemiş olur hem katil hem de maktul olan.

İntihar; ruhi bunalımda olan insanın en korkak duygularla yapmış olduğu en cesur harekettir. Bu aklı melekelerini yerinde bir insanın ameliyesi olmamakla birlikte; hayatın vermiş olduğu zorluklara göğüs geremeyip ondan bir kaçış olan intihar yolunu seçmekle de en korkak olur bu durumdaki kişi.  Her insanın hayatında bir zorluk yok mu sanki? Her zorlukta herkes bu yolu denese istiklal caddesinde çoktan antiloplar yaşamaya başlardı. Bu bakımdan intihar bir acizliktir. (Allah kimseyi bu yola düşürmesin.)

Kendini sadece hayattan kâm alıp, zevk-ü sefayı amaç edinen insanlar vardır. Bunları ben elastik toplara benzetirim. Yani siz ona ne kadar yük uygularsanız uygulayın o plastik dezenformasyona uğramaz. Plastik yani kalıcı şekil değiştirmezler. Yani o yük tesiri ortadan kalkınca gene elastik top hallerine geri dönerler. Yani kısaca gelen kuvvete göre şekil alırlar. Bu da onların karaktersizliklerine bir benzetmedir ve daha da kötüsü bunun farkında bile olmayan zavallıdırlar.

Bu tip karakterler spektral analize tabi tutulduğunda içlerinde %hiç gam, keder, zorluk, sıkıntı çekme kabiliyeti olmadığı için sevda nedir bilemezler. Zira sevdada bu tür zorluklar vardır. Bunların böyle olmasına mukabil, bir de bunlara gönül bağlayanlar vardır. Bu gönül bağlayışının sonucunda da %çok gam, keder, sıkıntı vardır bağlanan için.

Bütün anlamsız paragraflar; bir cümlenin bende uyandırdığı fikirleri paylaşmak içindi aslında. Yaşadığımdan veya yalnızlığımdan değil. Yani bana söylenenleri de anladığımdan değil. Sadece olaya dışarıdan akıl gözüyle bakınca görülenlerin “bencesiydi.” O cümleye gelince:

“Bir intihar gibi puşt olunca sevdalar.” idi…

Sürçtü lisan yoktur, alınan varsa affola…

Saygılarımla…

 

Hasret çekme duygusunun, hasret çeken ve çekilen arasındaki mesafe ile doğru bir orantı olduğu sanısına kapılırdım hep. Bu kısmen doğruydu benim kavram literatürümde ancak tamamen doğru olmadığını anladım. Zira anladım ki hasret çekmek için anılara gerek varmış. İyi, güzel ve değerli anılara… Daha da ötesi “Bu anıların hatrına…” diye cümleler kurabilmek varmış. Aksi halde aradaki mesafelerin hiç mi hiç önemi yok. Ne kadar yakın olsa da… Ne kadar uzak olsa da…

Günümüz şartlarında insan mecburi olarak sevdiklerinde uzakta yaşamak zorunda kalabiliyor. Bu hepimizin hayatında olan bir durum. Mesela kazanmış olduğunuz üniversite yaşamış olduğunuz şehirden farklı bir şehirdeyse, o şehri terk etmek zorunda kalıyorsunuz. Bu zorunluluk ailenize, oradaki çevrenize ve o şehre karşı sizde bir özlem hissi uyandırıyor. Bu insana acı geliyor bazen. Hele de her ortama uyum sağlayamama gibi bir probleminiz var ise; gözleriniz hep geldiğiniz yöne bakar, ayaklarınız fırsatını bulduğu anda oraya doğru koşar adım yürür, aklınız da oradaki anılarınızla meşgul olur. Demiş olduğum gibi bu zorunluluk acımasız bir durumdur. Ama acısı ebedî olan bir durum da değildir. Bu acıyı dindirebileceğiniz zamanlarınız olur ve sonra da ya alışırsınız bu acıya yada bu durum zaten ortadan kalkar…

Yukarıdaki hasret ve özlem acısının misli katında bir hasret acısı da vardır. Bu da ölümdür. Sevmiş olduğunuz birisini toprağa gömüp, bu dünyada bir daha görmeme duygusu ve onu sadece anılarda yaşamak zorunluluğu bu dünyada kalınabilecek en kötü durumlardan biridir.  Onunla konuşmaya, hem dem olabilmeye  hiçbir teknolojik alet yardımcı olamaz ve mesafesiz yollarla muhatapsınızdır. Derdinizi sadece kara toprağa anlatabilirsiniz. Lakin hayatını iman nuruyla aydınlatanlar için o da geçici bir hasrettir. Çünkü düşünülür ki herkes ölecektir ve bu durumda kara toprak bir kavuşma meselesi olur. Bunu ümit ederek yaşar ve Azrail’in ürkütücülüğüne inat tebessümle beklenir o an. Zira bu hasret bitecektir..

Ölüm ayrılığından daha da acı durumlar vardır bence. O da; insanın kendi içindeki gönül toprağına gömmüş olduğu merhum veya merhumelerdir. Sebebi ise şöyledir. Zaman, mekan, durum… hepsi kaderin cilvesiyle öyle bir yoğrulur ve öyle bir hal alır ki her şey bir anda biter. O bir andan öncesi ve sonrasında o insana bakışınız, duygularınız ve düşünceleriniz arasında dağlardan engin farklar vardır. Ve bu durumda olan insanın halet-i ruhiyesi, şu an ki Japonya’nınkinden  farksızdır. Zira çok ölmüş şeyler vardır insanın içinde.

“ Bir ömürlük doğru bir anlık yalanla yıkılabilir.” Gerçeğidir konunun özeti ve bu durum  bu dünyada acı gerçeklerden biridir. Artık karşınızda kimliğiyle, cismiyle aynı durumda olan ancak bu aynîlikle tezat halde sende yeni biri vardır. Bunlar tüm somutluğuyla karşındayken insan “eskinin” hasretinde kalır. İşte hasret kavramının sebep olabileceği en büyük acı budur  kanaatimce. Mezarlıkların soğukluğundan dahi medet umulmaz olan bu hal münasebetiyle yazının başında dedim mesafeler hasret için her şey demek değildir diye.

Sözlerimi bir alıntıyla bitiriyorum: 

Yalnızlıktan galip çıkmaktır irfan hiç olmadan

İrfan çıktığın her seferden dönmek hasret ekmeden

Ektiysen de  ders almaktır hasret filizlenmeden

Ekmediysen de gönül almaktır seferin bitmeden. 

Saygılarımla…

 

“Bu Ülke”de şöyle cümleler vardı: Kaçıyorsun, erkekçe çalışmaktan, yenilmekten, dövüşmekten kaçıyorsun. Boş bulduğu ilk kulübeye sığınan bir köpek gibi ve her kulübeden mantığın haşin eli boğazına sarılıp kaçmaya zorluyor seni.” Aslında yaşanan her şeyi yazıya dökme kabiliyetinin çok az insanda olduğunu var sayarsak, bu cümleler bir insan için yaşadıklarının kelimelere uyarlanmış hali olmaktan başka bir şey değildi. Belki bu satırlar bambaşka bir olay için yazılmıştı ama bunlar senin söylemek istediklerinle rezonans haline gelince, bunun ne önemi vardı ki?

İnsan iki melekesi arasında gidip gelen ya da daha kötüsü ikisinin arasında kalıp bocalayan bir varlık. Akıl ve gönül. Bu iki kavramı yerli yerine oturtamayanlar için hayat genel olarak çok sığ yaşanmaktadır. Keyif haz veren şeylerden ibaret olabiliyor hayat böyleler için ya da hayatının en önemli zamanları vefasızların melankolisinde karanlıklar; karanlıklar içinde aydınlanmayan zamana sövmeler biçimince gerçekleşebiliyor. Ama sonuç olarak kafasına geçirilen bir kese kâğıdı genişliğinden hayatı kavrayabiliyor insan.

“Dövene elsiz, sövene dilsiz, Derviş gönülsüz gerek.”

Nirvana’dan gelen şuaların aydınlattığı yolda, gönle emanet edilenin ne olması gerektiğini de anlarız biz aslında. Sevgi, aşk gibi kavramlar sonsuz olması münasebetiyle onların soyutluğu ancak gönül evinin röntgeninde belirmektedir. Siyah beyaz renkteki bu iç resminizde sizin gönlünüz evinde sonsuzlukla ilintili misafirler yok ise, şunu unutmayın ki “küllî nefsün zâikatül mevt”... Yani bu dünyanın zamanına göre; bir gün evdeki misafir gidecek ve boşalan o ev gün geçtikçe harap hale gelip, nihayetinde yıkılacaktır. Ancak gönlün evi iki yıldızlı fuhşiyat otellerine benzer bir nitelikte gönül evleri olup, girenin çıkanın belli olmadığı mahlûkat istisna!

Yukarıda ki yazdıklarım yanlış anlaşılmaya muhal vermesin diye gönül evinin “sonsuzlukla ilintili” olmalı kısmına dikkat çekiyorum. Mesela annesini babasını evladını herkes elbette sever. Ama çizilen sınırı unutur ve bir gün anneniz babanız kara toprağı mesken tutunca, yolunuzu şaşırmamanız için, hatıra gelmesi gereken öbür âlemin varlığının inancı, sonsuzlukla ilinti gerekmektedir. Yoksa anneden babadan yardan yarenden ebede kadar ayrılma yükünü insan sırtlayamaz. Bunun en açık örneğini daha birkaç gün önce dört kardeşin canına kıymasında görmekteyiz.

***

Akıl, gönlün atıdır. Gönlü yukarıda söylemiş olduğum şekilde şekillenmemiş insanlarda, süvarisinden çok nefsinin emirlerini dinler. Gitmesi gereken istikametlerden sürekli sapmalara uğrar. Sonunda nefsin uşağına dönen akıl, küheylan olabilme kabiliyetinden uzaklaşır ve sonunda baki kalabilecek eşekliğe tedenni eder. Halbuki olması gereken; gönül ile akıl, süvari ile küheylanın bir bütün olarak gelişmesi, ilerlemesi misali gibidir. “Mantığın haşin eli” işte tam olarak bu sebepten boğazına sarılıp kulübe kulübe ‘insanı’ dolaştırır.

Akıllı diyebilceğimiz insanlar da vardır mesela. Bunlar isimlerinin başlarına iliştirilen bazı sıfatlarla anılırlar. Bu bir kriter gibi göze çarpmakla birlikte aslında her zaman bu kriterin olmadığı malumdur. Ne demek istediğimi benden iyi açıklayan cümleler, söylemek istediğimi şöyle söyler.” Yine kendisini pozitivizm akımına kaptırmış ve her şeyi deneye, tecrübeye dayandırma peşinde koşup duran bir insan görürsünüz ki, kalbî ve ruhî hayatında sıfırı aşamamıştır. Hatta bazen, akıl plânında Everest Tepesi gibi yükselirken, kalbî hayatında Lut Gölü gibi çukurlaşanlar da vardır.

Her şeyi maddeye irca etmeye çalışan, aklı gözüne inmiş nice insanlar vardır ki, vahyin mantığı karşısında aptallardan aptal ve mânâya karşı âdeta kördürler.

Bu alıntının ardından, aslında anlatmak istediklerimin nasıl iki  satırla uzatmadan anlatılabileceğinin farkına vararak, yazımı noktalandırıyorum…

Saygılarımla…

Not: Zamanında söylenen ve her zaman için geçerli olan;  insanın kuşa benzetilmesi misali vardır. Biz eğer bir kuş gibi uçmaya niyetliysek; bir kanadımız fenni ilimler, diğer kanadımız manevi ilimlerden oluşmalıdır. Yoksa hiçbir kuş tek kanatla uçamaz! Uçma niyetinde olanlara…

 

 

Dikkat çekmek istediğim bazı noktaları paylaşmak istiyorum bu yazımda. Birbiriyle alakasız görünen ancak birbiriyle perçinlenen bu durumlar, arasındaki “ilintinin” çözünmesi kişilere has olan vaziyetlerdir. Bu bağlantı kişinin nazarını teşkil eden olayların, vicdanın sesiyle birleşmesi ve aklın kullanım kılavuzunu uygun kullanmasıyla kurulabilir ancak. Bahsetmek istediğim bazı alakasız konular şöyle…

***

Alacakaranlıkta, Bizans temellerini çökerten heybetli kubbeler etrafındaki minarelerin zarif siluetleriyle nakışlı bir ufuk perdesi. Bugün de hendesesi hala kazınamamış, yalnız piç mimari çizgileriyle etrafı kuşatılmış, malum perde… Şimdi, devleri kelepçeleyen bir sürü cüce şeklindeki piç mimari,  o zaman, katırla sıpa farkı gibi, çok daha çirkin olmak şartıyla yeni yeni doğmakta…                                              

Bu satırlar Sultan-0ş Şuaranın fikir çilesinden çıkmış, engin anlayış ve kavrayışın kaleme dökülmüş halleri… Burada bahsi geçen piç mimarinin piçliğine, bugünün Türkiye’sinde örnek teşkil etmeyecek yer yok!  Örnek vermeye çok lüzum yok. İstanbul’a bakış atıp da beton yığınlarının fotoğrafına bakmak bir ispattır. Eskiden ova şimdi betonarme Bursa Ovası da keza… Üç muhteşemiyle İstanbul’dan önce, Bursa’dan sonraki başkentin viraneleriyle tebessüme zorlanan çehresi…

Geçmişe neşter vurularak ondan koparılacağını sanısına kapılanlar tarafından bir kenara itilmişlik noktasından belge niteliği taşıyan viranelerdir, sahip çıkılmamış her bir yapıt. Yıkılmış olanları eskiden haber verir size,” ondan eskiye “ karşı olan saygıyı. Hala ayakta kalabilenler de “daha eski” olanı tanıtır bize. Toplumda her ikisinin olması da, bir kimlik bocalamasın ürünü olmak dışında başka bir şey değildir.

Eskimişi yenilemek, onu yok saymayı gerektirmez. Eskiye çamur atıp, burun kıvırmayı da… Olması gereken, eskiden gelenin üstüne bir taş daha koyarak “yeniyi” yapmak.

Selçuk-Osmanlı arası değişim incelenebilir bu konuda.  Mesela Bursa’da ki Osmanlı eserlerinde Selçuklu mimarisi görürken, İstanbul’daki eserlerde Osmanlı’nın yarattığı farkı görebilirsin. “Farkı” üstünlük açısında söylemiyorum, beğeni kişisel tercihtir ancak; o eserlere bakınca Osmanlı gelir aklıma. Bugün ise çağdaş Türkiye’ye ait oluşumlar yoktur demiyorum ama nerdedir merak ediyorum. Bununla birlikte ortada olanlar belli;  kopan bağlar ve üstüne eklenen sıpa-eşek benzetmelerinden mütevellid, öksüz kalmak deyimiyle açıklanan piçlik, ve doğal sonuç: göz kirliliği…

***

“Gözüm arkada kaldı.” Sözündeki acı ümitsizlik edasını aksine, gözümüzü önde ve yepyeni bir gençlikte bırakarak gitmek istiyoruz. Bu sözlerde Sultana ait.

Üstad olsa da sorsak “hangi gençlik?”

Önce iğne kendimize batıralım. Sadece ileride daha iyi para kazanıp, rahat ve konforu tek hedef olup okuyan gençlik mi? Ondan daha da kötüsü, okumak bile amacı olamayan, okumak fiili altında yediği haltlara hat çekmek gafletliğinde bulunan gençlik mi? Erkeği iki dakikalığına delikanlı olamayıp, cinsiyetin kalktığı, modern yavşaklıktaki gençlik mi? Kızı herkese göz kırparım ancak sadece istediğimin başına musallat olup, istediğimin başını yakarım diyen ve tek amacı bu olan gençlik mi?  

Bunları söylerken her genç böyledir demiyorum. Ümit edilecek çok vakıa var ayrıca. Ancak bunları söyletenlerin varlığının çıplak gerçekliği bütün bunları yazdıran.

Şimdi de çuvaldıza gelelim. Önüme ilk olarak 4 sonra 5 şıklı engeller ortaya koyup test mantığı ve sınav psikolojisi üstüne mastır yaptıran devlet mi devlet? Bunları geçince ahırdan farksız yerlere doldurup “okuyun lan işte” diyen,  bizi binalara doldurup “ (bilim) adam olun lan” diye üstüne gelenler…  Güç bela kendi çabanla uğraşıp bir şeyler yapmaya çalışırken, bürokrasi engelli 5 km koşusunu koyanlar…  vs vs… üç noktaları siz doldurup, “vesaireye” eklemeler yapılabilir. Temel mantığı vermiş olduğum ümit ediyorum.

***

Üstadtan alıntı yapmadan söyleyeceğim son başlıkta, yeni katır eski sıpa küfürbaz vatan sevdalıları.  Vatan tapusunun üstünde olduğu varsayımıyla ortaya atlayan bazı ileri seviye gerizekalılar türedi. Aslında bunlar  hep vardı. Ancak makam olarak tepe, akıl zaviyesinde, çamur attıkları o çobanın yetiştirdiklerinden çıkan tezekler seviyesinde... Bunların tüm çığırtkanlıklarının sebebi de bu zaten. Yani kendilerinin ne olduklarının ortaya çıkmaya başlaması. İşte bu korkudandır ki yaşa başa yakışmayan hareketlerle, bugüne kadar hizmet ettiğini sandığı insanları hakir görme eblehliğine düşmektedirler.

Travma devam ediyor. Türkiye’nin "el bebek gül bebek, aydın bebek" diye pışpışlanarak büyütülmüş; hep en akıllı, en aydın, en çağdaş olduğuna inandırılmış kesiminin hayal kırıklıklarının sonu gelmiyor. Tamam ama…"Lanet olsun, ben gidiyorum" havalarına girip kaçmanın… Bir tepeye çıkıp halka "hepiniz aptalsınız" diye bağırmak istemenin… Onları bu travmaya hazır olmaları için daha önceden uyaranlara "satılmışlar" diye hakaret etmenin… Faydası yok!    

Bahsetmek istediğim fark edilişin farkında olan Haşmet Babaoğlu’nun bu konuyla paralel yazısından aldım bu paragrafı.

***

Bu yazıdaki üslubumu bilerek böyle haşin seçmek istedim. Bunun sebebi de, birilerine hakaret eden insanlar bilsin ki, karşı tarafında dilinin kemiği yok. Yani karşı tarafta küfretmeyi biliyor. Anlayışı engin, gönlü gönülsüz olanlar tarafından zaten muhatap alınmazlar, ancak bunu su-i istimal edip, milletin ar namusuna hakaret etmeye kimsenin çapı yetmez.  Çapsız olmayın!

Saygılarımla…

 

-Yaz kızım Sanık Salim Hiçdurmaz’ın duruşmasına geçilir.

Hâkim: Neden işledin oğlum bu cinayeti?

Salim: Hâkim Bey!  Ben aslında eskiden hiç ben diye cümle kurmazdım. Başkalarının mutluluğuyla mutlu olan, sevinçlerine ortak olan ve üzüntülüysem birinin sancısından kaynaklı üzüntülerle yaşaya bir insandım. Hayatımda herkesin yeri konumu ve verdiğim değer belliyken; hayatıma ikinci tekil şahsı sırf kendisine adadığım bir insan girdi hayatıma. Yine kendim için yaşamaz oldum ama bir tek “sen” dediğim kişi için yaşamaya başladım. Ama nedense ortada matematiksel eşitsizlik vardı. Benim verdiğim sevgi, aşk ve değer nedense onunkine göre sayı doğrusunun hep sağ tarafında kalıyordu. Kaldıramadım bunu hâkim bey, sonunda bu cinayeti işlemek zorunda kaldım.

Hâkim:  Neden eşitlik arıyorsun evladım? Sana kimse bu dünya eşitliğin olmadığını, olan yerlerde de bazılarının her zaman daha eşit olduğunu söyleyen olmadı mı?

Salim: Olmaz mı Hâkim Bey... Bunu ben, bana söylenmesine gerek kalmadan da zaten kabul ettim. Ama benim ona verdiğim her şeyime karşılık, ben tek şey bekledim: Sadakat. Onu da kendim için istediysem ne olayım. Sırf yaşadığımız şeyin aşk olduğuna inanarak, aşka sadakatini bekledim. Ben onlu mutsuzluklara da razıydım ama benli yasaklar yarattı kendinde; sonra da başkalarının mutsuzluğuna karar verdi. Bu kadar sadakatsiz, onursuz insana ben daha ne yapayım? Yaşamak için öldürmek zorunda kaldım.

Hâkim:  Peki sen sadakatini nasıl gösterdin ikinci tekil şahsına?

Salim: Ben kendimi sildim; biz yaptım. O nefes alırken soludum, yürürken yürüdüm, uykusuzluğumu paylaştım, açlığında azığımı, susuzluğunda suyumu, hayatında ölümü paylaştım Hâkim Bey. Bunlar aslına bakılırsa basit şeylerdi sadakat için. Ben daha da ötesini yaptım. Ben hayatımı onun anılarıyla yaşar oldum. Yürüdüğümüz yollarda hep onu aradım, gözlerde onun bakışını, seslerde onun sesini, kelimelerde onun dudaklarını… Yani hayatımın her anına, yanımda yoksa bile, onu yaşatarak yaşadım. Yaşatmaz olaydım. Hayatımın her anına, anlamını yüklediğim insanın anlamsızlıkları yüzünden bu cinayeti işledim hâkimim.

Hâkim: Anladım evladım. Peki cinayeti nasıl işledin, bir de onu anlat bakalım?

Salim: hayatı s.ktir ettiğim günleri yaşıyordum. Ağzımda ne zaman yanıp ne söndüğü belli olmayan sigara izmaritleri ve katran gibi cümlelerin hiç eksik olmadığı zamanlardı. Yolda; gökyüzünde parlayan yıldızların güzelliğini görmekten aciz, boynum bükük, yerde ayakkabıma ağırlık yapan her tek toz tanesine küfür etmeyi meşgale edinmiştim. Bir gün yine böyle bir gece vakti, her nasılsa, kendimi denize nazır buldum. Yine “senli benli” olmak arifesindeydim, romantik bir ay ışığı-deniz ikileminde. Artık can yakışlarım canıma tak getirmiş olacak ki; birden aklımın rehberliğine sığındım ve ikinci tekil şahsın artık beni hak etmediği kararına vardım. Mutlu olduğum anlar geldi aklıma. Mesela uzun bir matematik problemini çözdüğümde bulduğum cevabın doğru olduğundaki duyduğum mutluluk. Sabahçı kahvesinde yemekten sonra çayla birlikte ilk içtiğim sigara. Arabayla giderken radyoyu açınca karşıma en sevdiğim müziğin çıkması gibi… Uzayıp giden bir liste belirdi önüme. Sonra kendimi ona adarken, kırdığım, unuttuğum, bana ettikleri duaları platonik bıraktığım insanlar geldi aklıma ve de ne kadar çoktu, ürperdim! İşte tam olarak o an karar verdim öldürmeye… Ve akıl bıçağını elime alarak yüreğimden gelen sesin sahibine sapladım… Kerelerce yaptım bunu. Can çekişen yüreğime bakarak “artık senin sesinin bende yeri kalmadı!” dedim ve sonra son bir bıçak darbesiyle öldürdüm yüreğimi. Şimdi soruyorum size Hâkim Bey,  bana bu kadar acı yaşatan şahıs mı katil, yoksa bana aklımın ipine sarılmaya mecbur bırakan ikinci tekil şahıs mı?

Hâkim: Yaz kızım, karar! Sanık Salim Hiçdurmaz; cinayeti neden ve nasıl işlediğini şifahen de anlatmış bulunup cinayeti kabul etmiştir. İnsanın sadece aklıyla yarım yaşacağı kanununca, sanığın beraati sayılacak idamına karar verilmiştir.

Dava kapanmıştır.

Online dergiler Online dergiler