Kutubistan Anayasası: 'Kod'um Mu Oturturum! | Yunuscan Ebici

İskele Editörü tarafından yazıldı. Aktif .

KUTUBİSTAN ANAYASASI: 'KOD'UM MU OTURTURUM!

Türkiye güzel memleket. İçindeki insanlarıyla, o insanların samimiyeti ve sevgisiyle güzel memleket. İçinde barındırdığı kültürlerle ve bu kültürlerin getirdiği yemekten elbiseye kadar zenginlikleriyle güzel memleket. Taşıyla, toprağıyla ve ilk medeniyetlerin kurulduğu coğrafyasıyla güzel memleket, ama bu güzel memleketin yüzündeki acı hiç eksilmiyor ve bizler bu memleketin insanı olarak önümüzde duran sorunlar yüzünden memleketimizin güzelliklerini yaşayamıyoruz. Bu sorunların en önemlilerinden biri de ‘kutuplaşma’.

Kutuplaşma demek insanların farklı görüşlere ve ideolojilere sahip olması değil, kutuplaşma demek bir görüşe, inanca ya da ideolojiye sahip olan topluluğun diğer toplulukları bastırmaya çalışması ve bunun neticesi olarak toplumdaki bireylerin kendi varlıklarından ziyade ait oldukları topluluğa bağlı olarak tanımlanması ve farklı sosyal topluluklar arasında güce ve ezmeye dayalı siyasal bir mücadelenin verilmesidir. Kutuplaşma demek kolayca bir bireyi çok kimlikli halinden tek kimliğe indirgeyip zihinde onu kategorize etmek ve ona kategorize ettiğiniz zihinsel tanımlara bağlı olarak davranmak demektir. Kısacası kutuplaşma demek bireyden önce ideolojinin ve isimden önce siyasal tercihlerin yer alması demektir.

Türkiye’de halk kesiminde yani tüm toplumsal örgütlenmenin temelini oluşturan bireylerde kutuplaşmaya bağlı olarak davranış özellikleri gösterme arzusu temel olarak yer almasa da birtakım amaçlar uğruna özellikle basın yoluyla bilinçaltına empoze edilen kutuplaşmanın yol açtığı davranışlar ciddiye alınmayacak gibi değil. Mesela otobüste yolculuk eden birey, yanı başında duran, hayatında daha önce iletişim kurmadığı kişiyi okuduğu kitaba ya da gazeteye bağlı olarak kolayca kavramlar içerisinde sıkıştırabilmektedir. Nasıl bir insan olduğunu dahi bilmediği bireyin tüm karakterini, geçmişini ve düşünce yapısını umursamadan bireyin elindeki gazeteye bağlı olarak kendisine servis edilen kavramlara o bireyi sıkıştırmakta ve adeta kimlik katliamı yapmaktadır ve bu kavramlar süreç içerisinde önyargılara dönüşmekte, yüz yüze konuşmuşluğu dahi olmayan insanlar birbirlerini tek kimliğe indirgeyerek bireyler arasındaki mesafe gittikçe açılmaktadır. Bu sorun kendini açık bir şiddet halinde yansıtmasa da toplum psikolojisinde zihinler arası uçurumlara ve bozukluklara yol açmaktadır. Kutuplaşma halkın kendi bünyesinde ürettiği bir sıkıntı değildir ve bu bizzat toplumun eğitimli bireylerinden ve siyasal, sosyal alandaki aktörlerden kaynaklanmaktadır.

Cumhuriyet tarihinde her ne kadar Demokrat Parti ile birlikte muhafazakâr-milliyetçi görüş daha büyük oranlarda meclise yansısa da asla meclis ülke yönetiminde ana aktör haline gelemedi ve sürekli belirli noktalarda gerek asker gerek yargıç gerek gazeteci gerek akademisyen sıfatıyla konuşlanmış resmi ideoloji tarafından engellendi. Cumhuriyet tarihinden bu yana ilk kez iktidar olan siyasal görüş çoğunlukla CHP ve asker üzerinden resmi ideolojinin konuşlandığı noktaları hedef alarak harekete geçti ve muktedir olmayı başardı ya da bizler böyle zannediyoruz. Muktedirlik sürecine gidilirken ya da muktedirlik sürecinin bizzat kendisinde ilk kez tabu haline gelmiş resmi ideolojinin uygulayıcıları güçlerini kaybetmeye başladığı için her zamankinden daha şiddetli bir çatışma söz konusudur ki bu çatışmanın şiddeti de bizi kutuplaşamaya kadar götürmektedir.

Kutuplaşmanın ortaya çıkmasındaki temel sebeplerden biriyse ‘’kodlama’’ algısıdır. Bir olayda birden çok bileşen varken bireyler sadece karşı oldukları için olayın anlamını ve içeriğini sorgulamadan kendilerince kesinlikle yanlış kabul ettikleri bileşene odaklanarak bu yanlışlığı tüm bileşenlere mal etmekte ve bu yolla tüm olayı önceden koşullanmış bir şekilde ‘’yanlış’’ veya ‘’kötü’’ olarak belirleyebilmektedir. Oysaki birden fazla bileşeni içinde barındıran yapılara dair ‘tek’ cevapların bizi doğru sonuca ulaştırması mümkün değildir. Mesela ‘’2-1=1 ve 4-2=1’’ bileşenlerinden oluşan bir yapıya yönelik doğru mu ya da yanlış mı şeklinde sorulan soruya verilecek cevaplar her halükarda yanlış olacaktır çünkü bu yapı içinde cevapları farklı olan bileşenleri barındırmaktadır. Sadece yanlış bileşenden yola çıkıp bu yanlışlığı yapının tamamına mal etmek ne kadar hatalıysa sadece doğru bileşeni ön plana çıkarıp yanlışları görmemek ise o kadar aldatıcıdır. Bir de hayatın matematik kadar donuk olmadığını ve duyguların yol açtığı daha karışık bir yapıya sahip olduğunu düşünürsek bir bileşenin dahi farklı yüzlerinden dolayı duruma ve koşullara göre farklı cevaplarının olabileceğini söyleyebiliriz. Bu durumu birkaç örnekle somutlaştıralım:

Osmanlı şeriat ile yönetilmiştir.

Osmanlı son dönemdeki yeniliklere karşı gelindiği için yıkılmıştır.

Bu durumda şeriat, yeniliklere karşı çıkan gerici bir yapıya sahiptir.

Örnekte önermelere bağlı bir mantık yürütme ve önermelerden çıkan bir sonuç görmekteyiz, fakat unutulmamalıdır ki yanlış önermelerden oluşan bir yapının doğru sonuca ulaşması mümkün değildir. Bunun için de şu örneği inceleyelim:

Bulutlar beyazdır.

Pamuk beyazdır.

Bu durumda bulutlar pamuktan oluşmaktadır.

Bu kodlama yönteminin ne kadar hatalı olduğunu bu örnek ile mizahi bir bakış açısıyla anlatmaya çalıştım. Oysaki gerçekten bilgi sahibi olan ve şekilsel kodlamalar yerine bilgisine ve gerçeklere dayanarak fikir üreten insanlar, Osmanlı’nın şeriatla yönetildiği dönemlerde dahi dünyanın en büyük devletlerinden biri olduğunu, bunun direkt olarak şeriata bağlanamayacağını, fakat bunun en azından şeriatın ilerlemeye engel olmadığını gösterdiğini söyleyebilir. Ayrıca Osmanlı’nın sanayi devriminin gerisinde kaldığını ve Fransız devriminin yaydığı milliyetçilik ve özgürlük gibi kavramlardan devletin içerisindeki farklı milletlerin etkilendiğini ve bu tür sebeplerin Osmanlı’nın dağılmasında etkili olduğu bilgisine ulaşabilir. Bu kodlama örneklerini şu şekilde çoğaltabiliriz:

Batı gelişmiştir.

Batı şu şekilde giyinir.

Dolayısıyla gelişmek için Batı gibi giyinmeliyiz.

Veya;

Modern insanlar felsefe ve sanatla ilgilenir.

Modern insanlar dini önemsemezler.

Dolayısıyla felsefe ve sanat dine karşıdır.

Görüldüğü gibi bütün bu kodlamalar bulutun pamuktan oluştuğunu iddia eden yargıdan farksızdır ve sadece şekli olarak geliştirilmiş ve anlamsal olarak derinliği olmayan ve gerçekçi olmayan düşüncelerdir. Maalesef ki hiç düşünmeden ve sorgulamadan fikirlerini bu kodlama yöntemiyle oluşturan birçok birey var toplumda ve bu bireyler de bakkalından profesörüne kadar geniş bir kitlenin parçasıdır.

Bu kodlama eyleminin ortaya çıktığı diğer bir örnekse günümüzdeki ‘endişeli modern’ tartışmasıdır. Son zamanlardaki gelişmeleri ele alırsak alkolle ilgili düzenlemede çıkan tartışmada alkol kullanan bireyler yasaktan dolayı endişeli olmakla kalmıyor bir de ‘modern’ ifadesiyle tanımlanıyor. Sanırım bu tanımlamaya da şu kodlama yöntemi yol açıyor:

Sanatçılar, düşünürler ve entelektüeller alkol kullanır.

Bu kişiler toplumun modern bireyleridir.

Bu durumda toplumda alkol kullanan bireyler moderndir.

Oysaki varoş olarak tanımlanan ve ekonomik ve sosyal koşulların geri kalmış olduğu bölgelerde alkol kullanıp eve gelince karısını döven birçok kişi bulabilirsiniz. Dolayısıyla modernlik kılıkla, kıyafetle ya da içkiyle değil bilgi birikimi, düşünce dünyası ve hayata bakış açısıyla değerlendirilmelidir. Dante gibi önemli bir düşünür ideal devlet düzeni olarak monarşiyi önermektedir, fakat günümüzde düşünsel konulardan uzak ve en azından Dante kadar derinliği olmayan bireylerin bile büyük çoğunluğu demokrasiden yana tavır koyacaktır. Bu duruma göre bu bireyler Dante’den daha mı modern?

Peki, neden ülkenin önemli köşe yazarları ve ‘aydınları’ dahi alkol yasağına karşı çıkan bireyleri onların niteliğine bakmaksızın kolaylıkla ‘modern’ olarak tanımlayabilmektedir? Bu durumun da güçle alakası olduğunu düşünüyorum. Bu soruyu derinlemesine incelemek için ‘farklılıklar’ ifadesini ele alalım. Ortaokuldan başlayıp hayatımız boyunca duyduğumuz en ünlü sözlerden biri de ‘’özgürlük, başkasının özgürlük alanını ihlal etmeden kişini kendi özgürlük alanında istediğini yapmasıdır.’’Oysaki kimse bu ifade içerisindeki ‘özgürlük alanının’ ne olduğunu tanımlayamaz. Çağımızda ulaşımın ve iletişimin gelişmesiyle birlikte etkileşimin de son derece hızlandığını düşünürsek sadece bireyin kendisine ait özgür bir alanı olduğundan gerçekten bahsedebilir miyiz? Tunus örneğine baktığımızda isyanın ortaya çıkmasının sebeplerinden birinin wikileaks belgeleri olduğunu görürüz ya da bu isyanın daha sonra Mısır’ı etkilediğini ve bu etkileşimde de sosyal ağların çok etkili olduğunu açıkça görebiliriz. Dünyanın değişime bu kadar açık olduğu ve değişimlerin dikkat çekici bir hızla gerçekleştiği ve bireylerin internet yoluyla kolayca örgütlenebildiği bir çağda sadece bireye ait olan bir özgürlük alanından bahsetmek mümkün mü?

‘Farklılıklar’ çağımızın en dikkat çeken tartışmalarından birisi. Sürekli birileri etrafımızda farklılıklara sahip çıkmalı ve onlara saygı duymalıyız diyor. Peki, gerçekten bunun anlamının farkında mıyız yoksa özgürlük alanında olduğu gibi sadece çağa mı ayak uyduruyoruz? Farklılıklar dil, din ya da birtakım kültürel özellikler olunca tüm sınırlayıcı algıya rağmen daha kolay kabul edilebilir, ama sıra radikal farklılıklara gelindiğinde içgüdüsel olarak muhalefet ediliyor. Bu durumu bir örnekle somutlaştıralım. Muhafazakâr bireylerin etkili bir güce sahip olduğu bir toplumda birtakım insanlar ‘eş cinsel’ olduklarını ve kendilerine toplum içerisinde bu sıfatlarıyla varlık hakkı tanınması gerektiğini söylüyor. Bu durumda, muhafazakâr eğilimli bireyler değerlerinin de gerektirdiği şekilde olumsuz bir tepki verecekler ve bunun üzerine toplumda muhafazakâr olmayan bireyler insanların kendi tercihlerini yaşamakta özgür olduklarını belirterek karşı görüş ortaya koyacaklar. Peki, gerçekten eş cinsel bireyin bu tercihi sadece kendi özel yaşamıyla mı ilgili yoksa kendi özel yaşamını da aşarak toplumu da etkiliyor mu? Örneğin eş cinsel olduğu bilinen bir şair şiirleriyle toplumu etkilerse zamanla bireyin eşcinsel olması toplum nazarında normalleşmeyecek mi ve bu normalleşme sonucu muhafazakâr bireylerin çocukları da eşcinsel olmayı tercih ettiğinde bu gerçekten sadece bireylerin özel hayatımı olacak yoksa toplumda bundan fazlasıyla etkilenecek mi? Peki eşcinselliğe karşı çıkan muhafazakâr bireyler bu tercihe bireylerin istedikleri gibi yaşamalarını engellemek için mi ya da toplumda bunun yangınlaşıp bireyin özel hayatından çıkarak kendi yaşam alanlarına ulaşmasını engellemek için mi karşı çıkıyorlar? Bir başka konu ‘taşıyıcı annelik.’Belki bugün teknolojik yetersizlikten dolayı Türkiye’nin gündeminde yer almayan bu konu beş-on yıl sonra tartışıldığında ve normalleşip uygulandığında bu sadece bireylerin kendi özel hayatıyla mı ilgili olacak yoksa toplumun ana öğesi olan bireylerdeki değişimler toplumun da yapısının değişmesine yol açıp tüm toplumu mu etkileyecek ve bu ihtimalden dolayı bu görüşe karşı çıkanlar bunun yaygınlaşmasını engellemek için demokratik olarak mücadele ederse bu mücadele farklılıklara karşı tehdit mi yoksa bireyin kendi yaşam alanını koruması olarak mı algılanacak? Eşcinsel olmak isteyen birey ya da taşıyıcı annelik yoluyla çocuk sahibi olmak isteyen kadın bu tercihinde gerçekten özgürdür ve hukuki bir sınırlama olmadığı sürece bunun engellenmesi de mümkün değildir. Bu durumda sormamız gereken soru şu: Toplumun içerisinde din ya da ideolojiler gibi yaşamını şekillendirme noktasında farklı referans kaynaklarına sahip olan bireyler var ve referans kaynağı birden çok olduğu için aynı olayda iki durumun da bireyin hakkı olması mümkün. Öyleyse her iki birey de talebinde haklıysa ve gerçekten bireysel alan dediğimiz unsurlar iletişimin ve etkileşimin son derece hızlı olduğu etkileşim çağında toplumu etkileyerek bireysel alandan çıkıyor ve toplumsal alana geçiyorsa kabul etmemiz gereken doğru nedir ya da nasıl bir uzlaşma sağlanabilir? Sanırım bunun cevabını bulmak mümkün değil ve işte bu noktada devreye ‘güç’ giriyor.

Özgürlük alanı çatışmasında her iki taraf içinde adil olan bir çözüm yerine güçlü olanın sözünü geçirdiği bir sonuç çıkmaktadır. Dünyada şu an güçlü olan Batı ve onun kültürü ve değerleridir ve bilgi akışı da Batı’dan Doğu’ya doğru gerçekleşmektedir. Temel hak ve özgürlüklerden ziyade yaşam tarzını biçimlendiren tercihlerin yol açtığı farklılıklara özgürlük, aslında güçlü olana geniş bir özgürlük alanı oluşturmakta ve onun şekillendirdiği hayat tarzını ‘gönüllü asimilasyonla’  topluma kabul ettirmektedir. Bundan dolayı alkol düzenlemesi tartışmalarında alkol yasağına karşı çıkan insanlar ‘modern’ olarak kabul edilmekte ve yasağa karşı durmak erdem göstergesi olarak değerlendirilmektedir.

Farklılıklar üzerinde düşünürken zihnimizde canlanan diğer bir kavram da ‘birlikte yaşam’dır. Birlikte yaşam, farklı hayat tarzlarına, değer yargılarına ve referanslara sahip olan bireylerin kendi farklılıklarını koruyarak aynı toplum içerisinde bulunması, aynı sokakları, sinema solanlarını, parkları paylaşmasıdır. Ülkemizde ne zaman hoşgörü ya da birlikte yaşam kavramı gündeme gelse tartışma ekseni kutuplaşmanın etkisiyle ‘laik-antilaik’ ekseninin dışına çıkamamaktadır. Oysaki teknolojinin gelişmesine bağlı olarak ortaya çıkan küreselleşmenin bize kaçınılmaz olarak birlikte yaşamı dayattığı, çok kültürlülüğün en ileri demokrasi standartlarını yansıtan Batı’da bile tartışıldığı bir dönemde birlikte yaşam konusu farklı açılardan detaylıca değerlendirilmelidir. Birlikte yaşam teknoloji çağının bize dayattığı bir olgudur. Gelenekçi bir ayinle ilgili olarak her daim Osmanlı’daki hoşgörü ortamından bahsetsek de aslında Osmanlı döneminde birlikte yaşamın var olmadığını söylemek mümkündür. Gerek o çağın teknolojik imkânlarının elverişli olmaması gerek de o dönemde farklı etnik ya da dini grupların eyaletler yani gettolar halinde yaşaması birlikte yaşamı engellemiştir. Buradaki hoşgörü kavramı ise Osmanlı yönetiminin ulus devletin aksine topluma dini ya da etnik kimliğiyle yaşama noktasında her hangi bir müdahalede bulunmaması ile ilgilidir. Bu hoşgörünün sınırı da iktidar çıkarlarına bağlı olarak şekillenmiştir.

Teknolojiye bağlı olarak ortaya çıkan ve küreselleşme dediğimiz olgu birlikte yaşamdan kaçışın mümkün olmadığını göstermektedir. Birlikte yaşam aslında kişinin kendi değerleriyle, doğrularıyla yüzleşmesi ve kendisinden farklı olanlarla karşılaşmasıdır. Farklılıkları iki bölüme ayırmak gerekir. İnanca ya da etnik kökene bağlı oluşan kültürel farklılıklar makul değer ölçütlerinde çatışmamaktadır. Mesela, bir bireyin Hıristiyan olması ya da Süryanice konuşması hiçbir yaşam tarzını tehdit etmediğinden çatışmaya yol açmayan farklılıklardır ve birey milliyetçilik gibi hastalıklara yakalanıp insani değerlerden uzak düşünmediği takdirde bu farklılığı kolaylıkla benimseyebilir. Nitekim özellikle gelişme düzeyi açısından geri kalmış bölgelerde çocukluğundan itibaren bu tarz farklılıklar içerisinde büyüyen bireyler bu noktada herhangi bir çatışma yaşamazlar ve en ileri demokrasi anlayışını yansıtırlar. Bu durumda birlikte yaşam bir problem olarak karşımıza çıkmaz.

Yaşam tarzına bağlı oluşan ve toplumdaki bireylerin değerlerini karşı karşıya getiren farklılıklar da söz konusudur. Bu farklılıklar bir inançtan, etnik kimlikten ya da kültürel değerlerden ziyade yaşam tarzıyla ilgilidir. Somutlaştırırsak, Kürt bir sanatçının Kürtçe şarkı söylemesi makul düşünen hiçbir birey için yaşam tarzına yönelik bir tehdit oluşturmamaktadır, fakat toplum içerisinde eşcinsel evliliklerin yayılması, nikâhsız yaşam, sperm bankaları aracılığıyla çocuk sahibi olmak gibi yaşam tarzına dayalı farklılıklar çatışmaya yol açmaktadır. Bu çatışmanın temelinde de bireyin kendi değer yargılarını başkalarına dayatmasından ziyade etkileşimin önlemez olduğu bu çağda kendi yaşam tarzını koruma ihtiyacı yatar. Yaşam tarzıyla ilgili farklı değerlerin çatışması karşımıza ‘birlikte yaşamı’ bir sorun olarak sunmaktadır.

Bu durum bize birlikte yaşamın aslında ‘tavizler bütünü’ olduğunu göstermektedir ve bireyler kendi yaşam tarzlarından ne kadar az taviz vererek birlikte yaşamı sağlayabilirse gerçek demokrasiye o kadar yaklaşılmış olur, fakat bu tavizin her iki taraf açısından da sıfıra indirgenmesi mümkün değildir. Somutlaştırırsak, İslam’a inanan Müslüman, inancının gereği olarak Kuran’ın rehber olduğu, hukukun İslam hukuku dikkate alınarak düzenlendiği ve hatta devlet sisteminin İslam’ın ortaya koyduğu sisteme bağlı olarak şekillendiği bir toplumda yaşamak ister. Diğer açıdan baktığımızda sosyalist ya da komünist bir birey de benimsediği değer yargılarına göre düzenlenmiş bir toplumda yaşamak ister. Etkileşimin bu denli hızlı olduğu bir çağda artık gettolaşma mümkün olmadığı için farklı değerlere sahip bireylerin sadece kendi gibi düşünenlerle birlikte olduğu bir toplum mümkün değildir. Aynı zamanda, bir grubun kendi değer yargılarını başka bir gruba dayattığı bir toplum da mümkün değildir. Bu durumda olması gereken, gerek dindar bireyin gerek sosyalist ya da komünist bireyin kendi değerlerinden taviz vererek birlikte yaşamalarıdır. Bu tavizin sınırları da ‘güce’ bağlı olarak şekillenmektedir. Yukarıda da bahsettiğim gibi güçlü olanın daha az taviz verdiği ve güçsüz olanın fazla taviz vererek bir nevi yaşam tarzının tehdit edildiği bir çağda yaşıyoruz. Somutlaştırırsak, yakın zamanda Harakiri adlı bir karikatür dergisine cinsel içerik taşıdığı için uyarı cezası verildi ya da ‘ölüm pornosu’ adlı kitap içerik olarak uygun bulunmadığı için kitabın Türkiye’de satımına izin verilmedi. Yüzeysel olarak bakıldığında birçokları tarafından ‘gerici ya da yasakçı’ bir tutum olarak nitelendirilecektir bu olay. Hatta toplumun ahlakı size mi kaldı diyenler de olabilecektir. Unutulmamalıdır ki bu toplumda bu dergiyi ya da kitabı okumak isteyen bireyler olduğu gibi bunların yayınlanmasından huzursuz olan bireyler de olacaktır. Bu huzursuzluk sonucu bireyler ‘ben istediğimi yapmakta özgürüm, bu benim özel hayatım’ diyerek savunmada bulunabilirler, ama topluma sunulan dergiler ya da kitaplar bireyin özel hayatı şeklinde değerlendirilemezler, aksine toplumda dönüştürücü rol oynadıkları için toplumsal yaşamın parçası olarak görülürler. Özgürlük ve özel yaşam adı altında güce dayalı oluşan algı tavizsiz ve dayatmacı bir davranışı yansıtmaktadır. Hayat tarzına dayanan sınırsız özgürlük aynı zamanda içinde gizli bir ‘faşizmi’ de barındırmaktadır. Bir de sosyal paylaşımın özel hayatı deşifre ettiği bu çağda gerçekten bireye özel bir hayattan bahsetmek mümkün mü?  Dindarlar, kendi değerlerinden devlet sisteminin ve hukukun belirlenmesinde bu denli taviz verirken dindar olmayan bireylerin birlikte yaşamda taviz verme açısından tahammülsüz olması çatışmaya neden olmaktadır. Bu durumda yapılması gereken kitabın ya da derginin aleni olarak satılmasını engellemek ya da bu noktada birtakım sınırlamalar getirmektir, ama kesinlikle bireylerin bu kitabı ya da dergiyi okuma hakları da engellenmemelidir. Böylelikle hem dindar hem de dindar olmayan bireyler tavizler vererek birlikte yaşam sağlanabilir. Tavizler kaçınılmazdır ve önemli olan en az tavizle birlikte yaşamı sağlamaktır.

Çağımızda güçlü olan kapitalizmdir. Kapitalizm ‘küreselleşme’ adı altında her geçen gün bizi birbirimize benzeştirmektedir. Metropolde yaşayan orta sınıf bir Kürt ailesi ile bir Türk ailesi karşılaştırıldığında yaşam tarzlarının birbirlerine fazlasıyla benzediği görülebilir. Bu durumda, farklılıkların ve birlikte yaşamın bu denli vurgulandığı bir çağda insanlar kapitalizmden dolayı farklı değerlerini kaybetme riskiyle karşı karşıyadır. 

Genel olarak ülkemizde aydın olarak tanımlanan bireyleri incelediğimizde çoğunun muhafazakâr olmadığını sosyalist ya da liberal olduğunu söyleyebiliriz. Sosyolojik bir araştırmayla bu aydınların nerelerde okudukları incelendiğinde birçoğunun muhafazakâr bakıştan uzak Robert Koleji ya da Fransız Lisesi gibi okullarda eğitim aldıklarını ve akademik kariyerlerini de Batı’da şekillendirdiklerini söyleyebiliriz. Mesela ülkücü kesim içerisinde aydın olarak gösterilen Nihat Genç ise Trabzon’da ve farklı illerde ortalama devlet okullarında eğitim almıştır ve bu durum kendisinin ülkücü olmasında son derece etkilidir. Eğer Nihat Genç Robert Koleji’nde okuyup yüksek lisansını Amerika’da yapmış olsaydı kendisi rahatlıkla sosyalist ya da liberal bir aydın olarak görebilirdik. Şerif Mardin’in verdiği bir örneği ele alalım: Erzurumlu bir genç Erzurum’dayken Türk ocağı ile tanışmıştır ve hayatını anlatan kitapta İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okurken kendini Milli Türk Talebe Birliği’nin içinde bulduğunu söylemektedir. Yani küçük yaşlarda bulunduğu çevre hayatının şekillenmesinde ciddi anlamda etkili olmuştur.

Tüm bu örnekler aslında bireyin en fazla öne çıkarıldığı bu çağda aslında düşündüğümüz kadar özgür olmadığımızı ve güçlü olanın yaşamımızı şekillendirdiğini gösteriyor. Tüm bunların Türkiye’deki kutuplaşmayla alakasına gelince ülkede yıllarca siyasal iktidar değişse de Kemalizm olarak tanımlanan resmi ideoloji sistemi kendine göre işletti ve kendisine karşı olanları da sistem içerisinde eritti ve  ‘‘vatan haini, gerici, Atatürk düşmanı’’ gibi kavramları basın yoluyla kullanarak toplum önüne linç edilmek üzere servis etti. İlk kez iktidar olan bir parti kamunun çeşitli alanlarında kökleşmiş resmi ideolojiye karşı mücadele verip onu ortadan kaldırmaya çalışmaktadır ve bu da ciddi çatışmalara ve kutuplaşmaya yol açmaktadır. AKP iktidar olarak statükolaşmış resmi ideolojiye karşı hukuk ve demokrasi mücadelesi vermekle beraber bu ülkenin başka bir vesayete değil sadece ve sadece demokrasiye ihtiyacı olduğunu unutmamalıdır. Var olan güce karşı meydan okumak için yapılan hukuksuzluklar ya da hatalar son bulmalı ve durumu ideolojik hesaplaşma havasının dışına çıkarak samimi bir ‘ileri demokrasi’  arayışında olmalıdır. Acısını yaşadığı resmi ideolojiyi ortadan kaldırmaya çalışırken yozlaşıp kendi şeklini verdiği bir resmi ideolojinin ve statükonun bileşeni haline gelmemelidir. Aksi takdirde gücü eline geçirenin kendi lehine demokrasi adı altında işlettiği çarktan toplum fazlasıyla zarar görecektir ve kutuplaşma siyasetten, kulislerden ve medyadan insanların evlerine taşarak insani ilişkiler ideolojik bakışların arkasında kalarak sorunlu bir toplum meydana gelecektir.

Yunuscan Ebici

Yazar Hakkında

İskele Editörü

Online dergiler Online dergiler