Kültür-Sanat Editörü

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

 

KARA KUĞUNUN LANETİ: BLACK SWAN

Sinemada "delilik" mevzusu, hem anlatı hem de bunu sergileyecek görsel malzeme açısından öylesine zengin bir kaynaktır ki, tüketilmesi neredeyse imkansızdır. Nasıl olmasın, söz konusu insan beyni ve elbette o meşum bilinçdışı olunca sinema kendisine sürekli deşeceği harika bir yatak bulmuş olur. En yaratıcı filmlerin ucundan kıyısından bu “deliliğe” bulaştığına hiç şüphe yoktur. Dövüş Klübü, Donnie Darko ve hatta 12 Maymun gibi kült filmler bir yana, Amerikan sinemasının en büyük auteur’ü Hitchcock’un, o samimi filmlerinde aslen insanın deşifresi imkansız bu yönü ile ilgilendiği aşikar değil midir? Hatta ve hatta Kara Şövalye’de Joker’i bu denli sevmemiz, biraz da onun deliliğine duyduğumuz hayranlıktan ileri gelmez mi?

Ancak kadınsılık ile deliliğin flörtü sanki bir nebze daha ağırlaştırır meseleyi. Erkek dünyasındaki kırılmaların şiddetinden olsa gerek, gerçeklik ve şizoid evren arasındaki sınırlar orada hala belirgindir. Oysa kadınsı delilik, gerçeklik ilkesinin yavaş yavaş yok olduğu ruhsal bir erozyona benzer. Geçişler yumuşak, sınırlar bulanıktır. Bu nedenle onun sinemasal versiyonları, diğerleri gibi pek eğlenceli değildir, bilakis sinema kadınsı delilikle baş etmek için her defasında gerilimin sularına çekilmek zorunda kalır. Zulawski’nin Possession’undan Polanski’nin Repulsion’una dek, kadınsı olan ile deliliğin sentezi, bizi tekinsiz bir coğrafyaya atar, orada yolumuzu bulmamızı ister.

Bütün bunları hatırlatmamızın nedeni, Darren Aronofsky’nin Siyah Kuğu isimli filmine yaklaşım tarzımızı örneklemek. Postmodern söylemden daha modern, giderek de daha klasik bir anlatıya dönen Aronofsky, öznenin bedensel örgütlenmesinin gerçeklikle kurulan bir ilişki tarzı olduğunu bu kez dans sanatının cephesinden bir örnekle karşılamakta. The Wrestler’da hayata karşı öfkesini kendi bedeni ile kurduğu ziyan ekonomisinden gerçekleştiren The Ram’e karşılık, Siyah Kuğu’nun Nina’sı için beden Gerçek’in sınırlarına geldiği bir ana denk düşmekte. Annesi ile birlikte yaşayan, içine kapanık, son derece utangaç ve kırılgan yapıya sahip olan Nina’nın, hiddetli bir annesel süperegonun baskısı altında kaldığı film başlar başlamaz kendisini belli ediyor. Öteki’nin arzusunu sahiplenme ve onu içselleştirmenin patalojiye varan sunumunda Aronofsky, belki bir Possession ortaya çıkaramıyor ama bu kez deliliğin bir başka yönüyle ilgileniyor: Annesel evrene özgü ve artık ardımızda bırakmış olmamız gereken o ilkel zevk, Lacan’ın ifadesi ile jouissance’ın gerçeklik ilkemizi nasıl tahrip edebileceği üzerinden bir araştırma sunuyor.

Hırsın ve öfkenin kendisine zemin bulduğu ve beslendiği, doymak bilmeyen ve doyurdukça daha da artan bir zevk jouissance. En basit deyimiyle, ölüm içgüdüsünden beslenen ve ona yazgılı bir yönü var. Öznenin geçmemesi gereken sınırları aşmasını sağlayan, beden ile ilişkisini kısa devreye uğratan ve sonunda ödenen bir bedel. Belki de bunu açıklayacak en iyi tanım, bir klişe: Delilik ile dahilik arasındaki sınırda, işte o yarıkta kendisini belli eden, tahammül edilmesi imkansız ve acı veren bir zevk O. Tıpkı Nina’nın ayağını kanatsa da, hırsının daha da kırbaçlanmasına neden olan ve anlam verilemeyen o zevk parçası gibi. Tüm film boyunca Aronofsky, insanın pek de oynamaması gereken bu ilkel zevke odaklanıyor ve onu Nina’nın bir süre sonra kendi bedensel sınırlarını ve gerçeklik ilkesini aşmasında bir anahtar olarak kullanıyor. Nina’nın geçirdiği evrim, onun Gerçek Aşk’ı ile travmatik karşılaşmasına doğru adım adım giden ölümcül bir yolu takip ediyor.

Bu açıdan Aronofsky, Haneke’nin o buz gibi filmi La Pianist’te gösterdiği mesafeyi tercih etmiyor ve filmine gerilim ve bir tutamcık da melodram katıyor. Heyecan ve duygulanımın izleyiciyi her an tetikte tuttuğu Siyah Kuğu, izlediği ana temayı sunma açısından oldukça başarılı. Ancak asıl başarı, onsuz olmazmış dedirten Natalie Portman’ın muhteşem oyunculuğu. Natalie Portman, Nina’nın çocuksuluğu ve kırılganlığını sunarken dahi, içten içe kaynayan o zevkin varlığını sezdiren minik jestler de bulunuyor. Sürekli savrulan ve kendi içindeki zevkle oynayan zarif ve dengeli bir oyunculuk onunkisi. Bu haliyle Oscar gecesinin kazananın Natalie Portman olacağına kesin gözüyle bakabiliriz. (olmazsa çok yazık olur.)

Siyah Kuğu, tıpkı temel aldığı Kuğu Gölü Balesi gibi, bir lanetin peşinden gidiyor. Ancak bu kez trajediye yol açan lanet dışarıdan gelmiyor, o bizzat bizim içimizde. 

Bu Ülke isimli eserini şöyle bir toparlayıp özetleyeceğimiz Cemil Meriç, kitaplar hakkında istikbale yollanan mektup, smokin giyen heyecan ve mumyalanan tefekkürolarak tarifte bulunmaktadır.

Kütüphaneyi de; bütün çağların, bütün ülkelerin ölümsüzlükleriyle dolu mekan tayin eder ve bu ulular bezmine kabul edilmenin tek şartı liyakattir. Mabede bayağılar giremez ona göre. Cemil Meriç’in tanımladığı bu mabede girmeye layık insanların azlığı ne kadar gerçek ise böyle insanların yetişip meyve vermesinin zorluğu da o kadar gerçektir. 

Bu özeti hazırlamanın zorluğunu, bir öğrencinin hocası hakkında takdirde bulunmasıyla kıyaslayarak tespit edebilirsiniz. Cemil Meriç gibi bir üstadın ifadelerinin bizim ifadelerimizle ne kadar hacimli bir metinler dizisine dönüşeceği müphemdir.

 Bir sanat galerisinde bulunan resim eserlerini, başka bir mekanda bulunan birisine metinlerle izaha çalışmak tadını bilmeyene balı anlatmak gibidir. Bizim de üstadın “Bu Ülke”sini anlatmamız bir üstadın fırçalarından çıkmış resmi kelimelerle anlatmak gibi olacaktır.

Okurken “Ne güzel kitap!” diye tanımladığınız bir kitap hakkında “Bunu daha önce hiç düşünmemiştim ama, galiba doğru” veya “Belki şimdi anlayamıyorum, birkaç gün sonra anlarım” şeklinde önce okuyucunun teslimiyetinin gerekliliğini bildiriyor yazar. Sonra anlamak ve sonra hüküm.

Yazarın gerçekten değeri varsa, düşüncesini bir hamlede kavrayamazsınız.

Söylemek istediklerini birden söylemez yazar. Söylemek de istemez. Cemil Meriç’in yazılarını okurken de yazarın belirttiği şekilde siz onun söylemek istediklerini, sislerin arkasında şekillenmekte olan siluetin heyula gibimi olacağını ya da masal ülkesinin büyüleyici güzelliklerinin mi ortaya çıkacağını okudukça anlarsınız. Sislerin arkasında cisimlerin ortaya çıktığını görürsünüz, fakat bu cisimler kah cam gibi net, kah fludur. Fotoğrafçının kimyayı kullanarak sanat yaptığı gibi... Aynı zamanda bu sis aralanırken cesursunuz ve meraklısınızdır. Altın bulmaya ümitli simyacı gibi. Kayayı kıracak, madeni eriteceksiniz. 

buülk654e.jpgCemil Meriç’in yazılarında önce karşınıza yalnız, tedirgin ve küstah bir adam ortaya çıkar. Kendini üvey evlat olarak görür bu cemiyette. Şahsiyetini bu düşman çevrede şekillendirir. 1940’lara kadar yazılarını ukalaca bulur. Çıraklık dönemim dediği 50 yaşına kadar düşünceyi Batı düşüncesi olarak bilir. Buna Batının gözüyle dünya düşüncesi de diyebiliriz. Dilini unutan bir nesli gördükçe kahroluyor Cemil Meriç bu çıraklık döneminde. Öğretmenlik yaparken Batı düşüncesini tanıtmak için çırpınıyor. ‘’Ya Batılı olacağız, ya da Batı kültürünün azat kabul etmez sömürgesi. ‘’

Onun bu dönem yazılarında ırk olarak Türk olduğundan Türkçülüğü seçtiği ve yeni bir arayış ve yeni bir bütünleşme ümidi gördüğüne dayanarak Türkçü yazar niteleyebilirdiniz. Belki de Marks’ı tanımaya çalıştığı dönemlerde, Marksist olarak köşeye sıkıştırıldığını anladığında, ruhi buhranlarından bir sığınak, bir kaçış, bir yaşama gerekçesi gördüğüMarksizm’e sarıldığını görüp Marksist sanabilirdiniz onu. Ve sonra Sosyalizm. Hatta, sevimsiz ve aptal bir dünyaya meydan okuyacağı bir kale olarak gördüğü Ateizm. Ve maddecilikle gerdeğe girmeden kısa bir flört. 

Fakat O, 1968’lere kadar insanlığın düşünce tarihini tavaf eden bir şakirt olarak görüyordu kendini. Siz onu neci olarak nitelerseniz fark etmez. O başkalarının neler düşündüğünü öğrenmeye çalışıyordu çıraklık döneminde. 

Yazar o dönemin problemlerine kimsenin kafa yormadığından yakınıyor. Sağı inzivaya çekilmiş mazlum ve mustarip, solu da manasını anlamadığı bir reçeteyi kekelerken buluyor. Düşmanlık ve diyalogsuzluğun kırılamayan fasit daire olduğunu belirtiyor. Bu memleketin ona göre cüzzamlılar ülkesi olmasının sebebi ise, her düşünceye ve her düşünene saldırmak.

Yazara göre düşünce tezatlarıyla bir bütündür. Zıt fikirlere kulaklarımızı tıkamak, kendimizi hataya mahkum etmektir. Düşünmek, özellikle insan üzerinde düşünmek, mutlaka yasak bölgelerden bir kaçına dalıp çıkmakla olur. Demokrasi ve liberalizmde bu yasak bölgeleri kaldırmak demektir.

Yazar buraya kadar yaptığımız tasvirlerle herhangi bir tarikatın sözcüsü olmadığını, reçete yazacak bir formülünün olmadığını da belirtiyor. Dar ağacına da gitse tekrarlayacağı tek hakikatin her düşünceye saygı olduğunu ifade ediyor.

Yazar sağcı dergi ve yayınevlerinde çalışmasını şöyle açıklıyor. Solun kadirbilmez tutumları onu gericilerin kucağına değil sadece yanına itmiştir. Fakat yazar kitaplarını okuyunca anlaşılacağı üzere, bu yakınlığın fikri iffeti açısından bir tehlike oluşturmadığını belirtiyor.

Yazar o dönemin rüzgarına neden kapılmadığına şöyle sebep gösteriyor: sağ okumuyor,bağırmak gereksiz çünkü ortada. Sol diyalogtan kaçıyor, küskün, Ötüken’in bastığı kitap okunmazmış, neden okunmasın, bahane bulunamaz. “O halde siz basın” diye çözüm gösteriyor yazar. Bu çözümsüzlük çemberini kırmak mümkün olmuyor.Sol,sağın gösterdiği dostluğu göstermiyor. Sebep ise kime olduğu belirsiz ihanet.

Yazara göre gerçek entellektüel sesini sadece hiziplere haykırmakla kalmamalı, ülkesinin haklarını düşman dünyaya haykırmakta görevi olmalıdır. O ya da bu sınıfın ideolog veya demagogu olmak değil, ülkesinin bütününü, bütün ülkelere karşı müdafaa etmek önemli. Tabi böyle bir düşünce şairane bir ütopya kalabilir “Bu Ülke”de. İnsan kucağında yaşadığı toplumdan kopamaz, kopsa da okunmaz veya anlaşılmaz.

Bu ütopyadan öteye gidebilmek için en mükemmel bir silah mevcuttur. O da kalemdir. O silahla karanlıkları devirip, aydınlık çağlara ulaşmak mümkündür. Tarihe mal olacak, ebediyete yol açacak fetihler, kalemle yapılanlardır yazara göre. 


Cemil Meriç’in, “Bu Ülke”de ilerlerken edebiyat ve fikir dünyasının karanlık dehlizlerini aydınlattığını, bizim göremediğimiz hayret verici yanlarına şahit olduk. Kendini ve bakışlarını iç dünyasına çevirip şuurun mağarasında kendi gölgesiyle karşılaşmasını anlattı bize. Entelektüel bir yazarın nasıl derece derece yoğrulduğunu gösterdi bize. Kendine orijin olarak Batı ve Batı düşüncesini alıp daha sonra, entellektüelin bütün eksenlerde dolaşsa da gerçeği ifade edebilmeyi öğrendik yazardan. Çünkü O’nun da düsturu Daniel de Foe’nin tabiriyle “Hakikati bulan, başkaları farklı düşünüyorlar diye onu haykırmaktan çekiniyorsa,hem budala, hem de alçaktır”olmuştu yazılarında. 
Sağcı ve solcu gibi sınıflandırmaları hiçbir zaman tasvip etmediğini, özellikle sosyal sınıflara ayrılmamış bir ülkede sağcı-solcu gibi anlamsız tasnifler yapıldığını keşfettik yazılarında.

Yazılarına da aksettiği gibi hayatına iki kelime hakim olmuştur yazarın: öğrenmek ve öğretmek. Gördüklerini çağdaşlarıyla görüşmek ve tattığı zevki onlara da tattırmak tek emeli olmuştur her zaman.

Türk edebiyatının duayenlerinden Cemil Meriç’in “Bu Ülke” isimli kitabının özetini çıkarmayı amaç alarak yazıya başladık. Fakat kitabı okuyanların da göreceği gibi, resmin bir karakalem çalışmasıyla benzerini aldığımız bile söylenemez.

EYVAH EYVAH 2: YİNE TADINDA BİR FASULYE

Türk komedi filmleri ile ilgili artık herkesin kapıldığı bir korku var: Fragmanı izledikten sonra filmin kendisini izlemeye gerek kalmaması ile ilgili bir korku bu. En komik sahnelerin birbirine yapıştırılıp cinfikirli bir esnaf mantığı ile müşteri çekilmeye çalışıldığı bu taktik, çoğu izleyiciyi sinemadan soğutacak cinste. Murat Şeker yapımı çoğu filmde başımıza çıkan bu fecaati neyse ki boşa çıkaran filmler de mevcut. Bunların başını ise Ata Demirer’in geçen sene gişelerde fırtına estiren Eyyvah Eyvah filmi çekiyor. Çanakkale’nin Geyikli ilçesinin alamet-i farika klarnetçisi Hüseyin Badem karakteri bile bunun için tek başına yeter.

Eyyvah Eyvah’ın neden bu denli sevildiğini anlamak ise zor değil: Bir sürü yılışık, pespaye ve zekamızı hakir gören komedi filminin içinde, Ata Demirer’in kendi yazıp yönettiği Eyyvah Eyvah o tanıdık hissi uyandırıyor. Münir Özkül, Adile Naşit ve Halit Akçatepe’li aile komedileri ile aynı sıcaklığa ve samimiliğe sahip. Onların yerini tutmasa da, Hüseyin Badem karakterinin hayatımızın bir köşesinde karşımıza çıkacak, nahifliği ile bizi güldürecek, gerçek hayatta da var diyebileceğimiz o sahiciliği bizi kıskıvrak yakalıyor. En olağanüstü ve saçma durumlara bile gerçeklik katan bu samimiyet, uzun süreden beri beklediğimiz ve aslında hak ettiğimiz mizahı bir nebze olsun yaşamamıza imkan veriyor.

Belki de bu yüzden filmin devamının çekileceğini duyduğumuzda fazla endişelenmedik. Aksine bu denli“yaşayan” bir karakterin yeni ve bu sefer kendi topraklarındaki macerasını izlemek bizi daha da heyecanlandırdı. Ve neyse ki hevesimiz kursağımızda kalmadı, çünkü Eyyvah Eyvah 2 ilki kadar eğlenceli ve “badem gibi tatlı” olmayı başarıyor. Kahramanlarımızın bu kez Geyikli’ye döndüğü ikinci film, çok daha yanlışlıklar komedyası mantığında işliyor ve sürpriz karakterlerin katılımıyla renkleniyor.

İlk filmdeki “dobra şarkıcı abla” tiplemesi ile Ata Demirer’i tamamlayan Demet Akbağ, ikinci filmde biraz daha önde. Aslında Hüseyin Badem karakterinin bir adım daha önüne geçerek, yılların tecrübesinin de getirdiği bir ustalıkla tıkanan yerleri gideriyor. Firüzan karakterini bu kez daha fazla tanıma şansına sahip oluyoruz. Bir bakıma Demet Akbağ ikinci filmin gerçek lokomotifi olarak öykünün akıcılığını sağlıyor. Hüseyin ile Firüzan arasında geçen doğaçlama denebilecek diyaloglar yine tam kıvamında. Öte yandan Özge Borak’ın canlandırdığı Müjgan bu sefer öykünün ana karakterlerinden biri oluyor ve o da en az diğerleri kadar yükü omuzlarında taşıyor. Kendisini gösterme şansı bulan Özge Borak’ın doğal bir komedi yeteneğine sahip olduğunu görüyoruz.

Elbette filmin aksayan yönleri de mevcut. Özellikle yeni filmde geliştirilmesini beklediğimiz baba-oğul ilişkisi unutuluyor ve Hüseyin ile babası arasındaki iletişim havada kalıyor. Gerçi Ata Demirer’in muziplikle bunun farkında olduğunu da ilk ağızdan öğreniyoruz. Filmde babası ile konuşan Hüseyin’in “seninle de fazla ilgilenemedik be baba” şeklindeki günah çıkarması, izleyiciye yönelik bir göz kırpma olarak algılanabilir. Öte yandan bu boşluk Salih Kalyon tarafından dolduruluyor ve usta oyuncunun “dede” performansını konuşturmasına imkan veriyor.

Filmin başladığındaki o tekleme ve tempo düşüklüğünün bir süre sonra dağıldığını ve öykünün ritminin hızlandığını da söyleyelim. Özellikle filmin ikinci yarısı, ilk bölümün sorunlarını gideriyor. Hele ki sonlara doğru, film gerçekten de kahkahalarınıza hakim olamayacağınız bir komediye ev sahipliği yapıyor.

Eyyvah Eyvah ilk göz ağrısı olarak her zaman ikinci filmin önünde olacak. Ama bir devam filmi olarak Eyyvah Eyvah 2 başarısını ve canlılığını koruyor.

HERKES EŞİTTİR; BAZILARI DAHA EŞİTTİR:

HAYVAN ÇİFTLİĞİ

Hayvan Çiftliği kendisini bir diğer kitabı olan Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ile tanıdığımız George Orwell ’in ( 1903–1950) akıcı ve merak uyandırıcı bir romanıdır.

Yazar George Orwell eserini 1943 ile 1944 yılları arasında yazmıştır. Kitap, Can Yayınları tarafından çıkartılmıştır. Kitabı İngilizce aslından çeviren Cumhuriyet gazetesinin Kitap ekinden de tanıdığımız Celâl Üster’dir. Çevirmen Celâl Üster kitabın daha önce iki farklı yayınevi tarafından çevrildiğini ve bu çevirilerden biri olan İnkılâp tarafından basılan eserin çeviri yanlışlarıyla dolu olduğunu, Halide Edip Adıvar’ın çevirisinin ise akıcı olduğunu belirtiyor.

Çevirmen Celâl Üster’in uzun bir önsözüyle karşılaşıyorsunuz ilk sayfalarda. Çevirmen, yazarı tanıtmış ilk önce; sonra eserden iktibas ederek olayları yorumlamaya gayret etmiş. Bu kısımları eserin anlaşılması açısından yararlı buluyorum. Celâl Üster, Cesur Yeni Dünya ile kendince ütopya kuran Aldoux Huxley’den Orwell’in ders aldığını metnine eklemiş. Hayvan Çiftliği’nde hayvanları konuşturan Orwell’in eseri de bir nevi ütopya olma özelliği taşıyor. Bu bakımdan Huxley’den epeyce etkilenmiş olmalı Orwell. Orwell, BBC’de radyo izlenceleri hazırlamış, İspanya İç Savaşı’nda yaralanmış, savaş muhabirliği yapmıştır. Stalin ve Hitler ile ilgili iki öykü yazdığını belirtiyor Celâl Üster.

Hayvan Çiftliği’nin bir alt başlığında “Bir Peri Masalı” yazar. Hatta bazı yayıncılar okuyucuların ilgisini çekmeyebileceği düşüncesiyle bu alt başlığı yazmaktan kaçınmışlar. Fakat bu kitabın sadece masal kadar akıcı yazıldığı söylenebilir, çocukların okuduğu masallarla alakası yoktur. Bu yüzden “Bir Peri Masalı” başlığına bakıp aldanılmamalıdır.

Yazar, Hayvan Çiftliği’nde çirkin suratlı domuzun Stalin’i simgelediğini belirtmemekle, anlatmamakla birlikte, kitap hakkında yorum yapanlar sonradan diktatör olacak domuzun Stalin’i simgelediğinde mutabık kalmışlar. Dolayısıyla kitabı okurken Napoleon adlı domuzun Sovyet Rusya’nın diktatörü Stalin olduğu gerçeğinden ayrılmayın. Orwell, Stalin’i o kadar yermiş ki kitabı baştan sona okuyan Stalin’e düşman kesilir! Gerçi Sovyet Rusya’nın tarihini okumadım, ama birkaç yerden okuduğum kadarıyla Stalin’in Hitler gibi uğursuz ve başa bela, tarihe adını kanlı harflerle kazıyan bir diktatör olduğunu düşünüyorum. Onun zamanında milyonlarca insan katledilmiş, kan gövdeyi götürmüş. Proletarya üzerinde Stalin hâkimiyeti kurulmuş. Buna “proletarya diktatörlüğü” desek yeridir. Kısaca onun devrinde komünizmin manifestosunu yazan K. Marx ve F. Engels’in yolundan sapıldığı görünüyor. Her halde bu iki teorisyen “Gidin, soykırım yapın.”dememiştir. Teoride yazılanların uygulamaya geçirilmediği intibaı uyanıyor bende. Yine de Stalin’in diktatörlüğüyle alakalı kitaplar okunması gerektiğini düşünüyorum dönemi daha iyi anlamak için.

Celâl Üster, Orwell’in Stalin’i domuz olarak betimleyecek kadar ondan nefret etmesinin sebebini bakın nasıl açıklıyor: “… Orwell gibi, Franco’nun faşist güçlerine karşı savaşmaya gelmiş insanların, 1937 Mayısı’nda, cephe içindeki siyasal karşıtlarını bastırmaya kalkışan komünistlerle çarpışmak zorunda kalmaları Avrupa Solu’nun tartışma gündeminden uzun yıllar düşmeyecektir. İspanya İç Savaşı’nda, Stalinci olmayan Sol’un Sovyetler Birliği yanlısı yoldaşlarının ihanetine uğraması, Orwell’in Stalinciliğe duyduğu nefretin odağını oluşturacaktır. Onun Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizmden soğumasının tohumları bu olaylar sırasında atılmış olsa gerektir…” Peki, yayımlandıktan sonra Hayvan Çiftliği’ne nasıl tepkiler gelmiştir? Hayvan Çiftliği o yıllarda gençleri komünizm şırıngasından korumak için Avrupa’dan çok ABD’de liselerin okuma izlencelerine alınmış. Celâl Üster’e kulak vermeye devam edelim: “… Hayvan Çiftliği ile birlikte Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ‘nedamet getirmiş bir komünistin bütün dünyayı devrimin kaçınılmaz sonuçlarına karşı uyarmak için kaleme aldığı yapıtlar’ olarak birer Soğuk Savaş silahına dönüştürülmüş. Sol’un bazı kesimleri Orwell’i ‘karşı devrimci’ ilan etmiş; Sağ’ın kimi kesimleri de Hayvan Çiftliği ve Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü komünizme yöneltilmiş en güçlü yazınsal eleştiriler arasında saymışlar.”

Hayvan Çiftliği usta bir yazarın elinden çıktığı hemen anlaşılıyor. Bir de sanırım bu kitap türünün ilk eseri, çünkü hayvanları konuşturan, insan yerine koyan bir eseri ne işittim, ne de okudum.

Eser resimlerle desteklenmiş. Hemen her beş sayfada gördüğünüz resimlerle romandaki olayları zihinde canlandırmanız daha kolaylaşıyor.

Peki, romanda tasvir edilen domuz Napoleon nasıl bir Stalin? İlk önce hayvanların çiftliğe nasıl hâkim olduklarını anlatalım. Hayvanlar bir gün sömürüldüklerini, haklarının insanlar tarafından yendiğini düşünüyorlar ve isyana karar veriyorlar. İsyan çıktığında çiftlik sahibi isyanı durdurmak şöyle dursun, çiftliği terk etmek zorunda kalıyor. Çiftliği kimin yöneteceğine dair oy kullanıyor hayvanlar. Fakat Napoleon yanındaki köpekleriyle bütün hayvanları korkutunca oy birliğiyle reis seçiliyor. Napoleon’un rakibi domuz Snowball ise Napoleon’un üstüne saldığı köpeklerden paçayı zor kurtarıyor.  Napoleon, Hayvan Çiftliği’nin reisi domuz öldükten sonra zorbalıkla başa geçen bir diktatör olarak romandaki yerini alıyor. Napoleon, Hayvan Çiftliği’nin ilk reisinin ortaya çıkardığı Yedi Emir’i zamanla yok ediyor. Bu çiftlikteki hayvanlar Napoleon’un korumalarından (köpeklerinden) korktukları için seslerini çıkartamıyorlardı. Bir şeye itiraz etseler köpekler “hır”layıveriyordu. Bu Napoleon adlı domuz insanlara karşı savaşan Snowball’ın itibarını zamanla unutturdu hayvanlara. Ne zaman Snowball bir olay hakkında kötülense hayvanlar olayın öyle olmadığını anımsıyorlar, ancak Napoleon’un, benim tabirimle, provokatörleri, şakşakçıları Squealer hayvanları yalanlıyor, hafızanın insanı yanıltabileceğini hayvanlara aşılayarak onları kendi söylediklerine inandırıyorlardı. Squealer sürekli bu işi yapıyor, gerçekte “iyi” olan Snowball’ı “kötü” olarak zihinlere kazıyordu. İnsanlarla ilişki kurmak yasak olmasına rağmen kendi kafasına göre Yedi Emir’i değiştiren Napoleon insanlarla ilişki kuruyordu. Hatta çiftlik işlerini yürütmek için bir avukatla bile anlaşmıştı. “Dört ayaklılar iyidir, iki ayaklılar kötüdür.” parolasını ağızdan düşürmeyen hayvanlar zamanla “iki ayaklılar da iyidir.” şiarını benimsemişlerdi. Diktatör Napoleon gücüyle her şeyi yaptırıyor, topluluğa hitap edebilme yeteneği sayesinde gönülleri kazanıyor, her yaptığının doğru olduğuna hayvanları ikna edebiliyordu. Zihinleri resmen allak bullak ediyordu Napoleon ve kışkırtıcıları Squealer. Bu hayvanlar bir de komşu çiftliklerdeki insanlarla savaşmak zorunda kalıyorlardı. Yaptıkları yel değirmeni bu yüzden sürekli yıkılıyordu. Romanın son bölümünde Napoleon komşu çiftliklerden birinin sahibi olan Bay Pilkington ile anlaşıyor. Bir masada domuzlar ve insanlar kadeh tokuşturuyor, kâğıt oynuyorlar. Hayvanlar bunu pencereden izliyorlar. Bay Pilkington ile Napoleon’un aynı elde maçı ası çıkarması ortalığı birbirine katıyor bir anda. Kimin hayvan kimin insan olduğu anlaşılamıyor.

Bir diktatörün sadece güçlü olması yeterli değildir, onun aynı zamanda kitlelere seslenebilme yeteneği de olması gerekir. Burada resmedilen Napoleon adlı domuz hem kitleleri kuvvetiyle korkutan hem de onları yatıştırmasını bilen bir hatiptir. Kendinden önce tahta oturanların uygulamalarına saygısızlık etmiş, kendince değiştirmiştir. Dolayısıyla Stalin’in Lenin’in icraatlarından farklı bir yapılanmaya doğru gittiği söylenebilir. K. Marx’ın teorisinin ne kadarının hayata geçirildiği ise tartışmaya açık bir konudur.

İyi okumalar…

New York'tan Bitlis'e, Hepimiz Kardeşiz...

 

Kimi filmler ya da yönetmenler hakkında eleştiri yazmak, bile bile ateş hattına girmek demektir. Film hakkında yaptığınız yorumlar, daha en başında filmi aşar; tartışma taraf tutmaktan hor görüye uzanan bir skalada savrulur durur. Bu mayınlı bölge, son birkaç yıldır iki kişinin yaptığı filmler için söz konusu: Cem Yılmaz ve Mahsun Kırmızıgül. Başka alanlardan sinemaya geçiş yapmış olan bu iki popüler şahsiyetin işlerini küçümsemek her nedense adetten gelmekte, beğenmeme konusunda bir ön kabul mevcut. Hele mevzu bahis “türkücü” kimliğinin gölgesinden kurtulamayan Mahsun Kırmızıgül olunca işler daha bir zor.

Bu polemik sonuçta sinema yazarlarını da karşı karşıya getirmiş durumda. Kırmızıgül’ün yaptığı filmler bayağı bir demogoji ve buram buram popülizm koktuğu gerekçesiyle alaşağı edilirken, diğer yönden “şimdiye kadar neredeydi” tarzı bir dışlamanın damgasını yemekte, yiyor ve yiyecek. Basına gönül koyan Kırmızıgül’ün son anda filmin gösterimini iptal etmesinin, en iyisinden bir görmezden gelme ile sonuçlanacağını tahmin etmek ise hiç de zor değil.

Oysa tüm bu eleştirilerde gözden kaçırılan nokta Kırmızıgül’ün filmlerinin taşıdığı nitelikten çok, kıyaslamanın diğer ucundaki örnekler olmakta. İlk film senaryosuna Kemalettin Tuğcu edebiyatı yaptığı gerekçesi ile çarpı konulan Kırmızıgül’ün, ikinci teşebbüsü Güneşi Gördüm ile birden Yılmaz Güney ile kıyaslanmaya başlanması gerçekten de tuhaf değil mi? Bu ülke topraklarında politik sinema denilince akla ilk gelecek ismin ardından Mahsun Kırmızıgül’ün adını zikretmek, en az onun filmlerindeki zafiyetler kadar eleştiri adına bir gedik açmıyor mu? Şayet bunu yapacaksak, Jean-Luc Godard ile Ridley Scott’ı, Costa Gavras ile Rolan Emmerich’i de karşı karşıya getirmek için bir bahanemiz olur. Ancak biliriz ki, bu tarz bir yaklaşım bel altından vurmaktır. Saydığımız tüm isimler ideolojik filmler yapar, ama içlerinden yalnızca ikisi politik sinema denilen estetiğin babalarından sayılır. Kırmızıgül’ü Yılmaz Güney ile çarpıştırmak ise mağdur olacağı en başından belli olan tarafı harcamak, daha da ötesi, kıyas götürmeyecek iki farklı üslubu eşitleme gafletine düşmektir. Elmayla armutu aynı sepete koymak, eleştirel bir miyopluğa düşürecektir bizi...

Bu açıklamayı yapmak elzem, öyle ki Kırmızıgül sinemasına dair yapılacak herhangi bir olumlu ya da olumsuz söz, her an sizi bir taraf olmaya itebilir. Oysa kelamımız sinema, bu nedenle de New York’ta Beş Minare’yi “kebap kokulu bir arabeskçinin” (!) filmi gibi değil de, film yapmaya, dahası sinema sektörü adına girişimlerde bulunmaya çalışan bir heveskarın yeni denemesi olarak değerlendirmek, nahif, ancak eleştiri ahlakına daha uygun davranmak olacak. Işık etrafında dönen pervane misali, Türkiye gündemindeki en hassas meseleleri filmlerine taşıyan Kırmızıgül, bam teline dokunmayı da iyi bildiğinden kesinlikle popülist bir damara sahip. Ancak onun bu tavrı, güncel politikaya dair her daim yorum getirmiş –hatta kimilerine göre Obama’yı bile seçtirtmiş- Hollywood’unkinden farklı değil. Sinema sektörü denilen olay, çoğunlukla bir para basma makinesi olarak hayal edilir, ancak bu sektör tam da bu tür hamleler ve manevralar sayesinde kurulur. Sevelim ya da sevmeyelim; Yeşilçam’la Hollywood’u ayıran budur: Bu ayrım, bir bakkal dükkanı ile profesyonel olarak örgütlenmiş bir holding arasındaki farkta kristalize olur.

Bu anlamda Kırmızıgül’ün son filmi New York’ta Beş Minare, gerçek anlamda sektörel, sinema endüstrisinin bu ülkede gelişimi adına üslupsal bir girişim. Kırmızıgül gerçekten de Holllywod tadında ve aynı onun kabalığında bir filme imza atmayı başarmış gözükmekte. İki saat boyunca sıkılmadan izlenen, içinde güncel politikaya dair yorumlar-anıştırmalar bulunan, aksiyonla ve heyecanlı kurguyla süslenmiş bir seyirlik. Hollywood’un formüllerini iyi anlamış olan Kırmızıgül, aynı kodları kabaca ikame etmekten kaçınmamış: Aynı gizli milliyetçilik, aynı orta yolculuk, benzer bir hedef kitleyi mutlu etme derdi. Sürekli bir uzlaşı mesajı...New York’ta Beş Minare için “Hollywood standartlarında ilk Türk filmi” deniliyorsa, inanın bu sürçü lisanın ötesinde, gerçek bir noktaya temas etmekte.

Ancak bir filmin Hollywood standartlarında olması, onu iyi yapmaya yetmiyor. Mahsun Kırmızıgül bu sefer en derli toplu filmi ile izleyicisini selamlıyor, ama ne yazık ki senaryo konusundaki zafiyetlerini hala inatçı bir şekilde sürdürüyor. Bu kez filmin ritmi üzerinde daha iyi çalıştığı görülen Kırmızıgül, maalesef aynı başarıyı senaryoda gösteremiyor. Kırmızıgül şayet senaryo yazmakta ısrarlı ise, o zaman acilen “işlevselleştirme” problemini çözmesi gerekiyor. Artık klişeleşmiş olan o ünlü deyişi (bir romanda silah varsa mutlaka patlamalı) hatırlamadığı belli oluyor. Tüm meselelere teker teker dokunma hastalığından bir türlü kurtulamayan Kırmızıgül, bu sefer icraatını islami terör örgütlerine taşıyor. Ancak en başta izlediğimiz ve gerçekten de etkileyici olduğunu kabul edeceğimiz sekanslarla, Amerika sekansları arasında herhangi bir geçişlilik ya da organik bir bağ söz konusu değil. Bu nedenle filmin içinde birbirini takip eden sahneler birbirine anlam aktarmıyor ya da bayrağı devretmiyor, tüm anlatı birbirine tutuşturulmuş çekimler bütünü olarak çıkıyor. Hele filmde yapılan “sürpriz son” hareketi, bu eklektizmi daha da belirginleştiriyor. Kırmızıgül sinemayı bir anlam yaratma aracından çok, düşüncelerini paylaştığı bir kompozisyon gibi algılıyor.

Sürpriz sondan laf açılmışken, film aslında en büyük twistini, “cemaatle laikler” arasındaki çatışmayı görmek isteyenlere yapıyor. New York’ta Beş Minare, ne “cemaati” deşifre etmeye yönelik bir girişim ne de herhangi bir kutupta yer almaya meyleden bir söyleme sahip. Fragmanda yer alan “laiklik” vurgusunun filmde yer almaması, bir çok izleyiciyi şaşırtacak. Aslında Kırmızıgül boyunu aşacak büyük meselelere dokunmaktansa daha kişisel bir hikaye anlatmaya yöneliyor.

ABD sekansının zayıf halka olduğu filmde, kimi yerlerin gülünç durduğunu da belirtmek gerek. FBI ajanlarına posta koyan, Türk polisinin gücünü göstererek ABD’yi fetheden bu sahnelerde Irak’ta ölen müslümanların onurlarını da kurtaran cabbar ajanlarımız  Amerika’ya insanlık dersi veriliyor. Üstün körü çizilmiş FBI ajanlarının yanı sıra “her siyah hiphop dinler” klişesini de yerine getiren film,  her düştüğünde  Mevlana’ya sığınıyor. Bununla birlikte en tökezleyen sahnelerde bile filmi oyuncuların kurtardığını söylemek gerek. Haluk Bilginer’in Hacı performansının yanı sıra onun sağ kolu rolündeki Danny Glover ve Hacı’nın eşini canlandıran Gina Gershon’un da nasıl iyi oyuncular olduklarını bir kez daha görüyoruz. Filmde Mustafa Sandal ve Mahsun Kırmızıgül dahil, hiçbir oyunculuk sırıtmıyor.

New York’ta Beş Minare’ye politik bir söz ya da yaşadığımız keskin sürece dair akliyene yorumlar duymak için gidiyorsanız, hiç zahmet etmeyin deriz. Bunun için Takva’yı izleyin. Ama Türk üsulu bir Body of Lies görmek isterseniz, New York’ta Beş Minare’nin bunu yerine getirebilme şansı var.

 

Machiavelli denilince hilekar, hain, barbar bir felsefe akla gelir. Ulaşılacak amaç uğrunda kullanılacak tüm yöntemleri mübah sayan bir tutumu anımsatır. Machiavelli’ye tüm bu kötü şöhreti kazandıran ise 1513 yılında yazılmış olan ancak 1532′ye kadar basılamayan “Hükümdar” adlı eseri olmuştur. Kitapta verasete dayanan monarşiler kısaca anlatılmıştır. Çünkü bir hükümdar normal bir zeka ve basirete sahip olacağından hükümeti kontrol edebilecektir. Öbür yandan, yeni bir monarşinin karşılaşacağı problemler çok daha karmaşıktır. Eğer yeni fethedilen topraklar kendine ilhak edildikleri devlet ile aynı dilden ve aynı milliyetten ise bunların kontrolü nispeten kolaydır.

Eyaletlerin idare edilmesi konusunu incelerken, Machiavelli kendi kanunları altında ve hürriyet içinde yaşamaya alışmış bir devletin kontrol altında tutulabilmesi için üç metot ileri sürmektedir. Birincisi, o devleti tamamen ortadan kaldırmaktır. İkincisi, şahsen oraya gidip orada oturmaktır. Üçüncüsü ise onu kendi kanunları ile yaşamaya bırakmaktır. Yeni prenslikler bahsinin tartışılmasında Machiavelli şu uyarıyı yapıyor: “Unutulmamalıdır ki kalabalıklar karakter bakımından güvenilmez olurlar, onları bir şeye inandırmak kolay olmakla birlikte aynı inançta tutmak zordur. Kuvvetle bir yeri ele geçirmek isteyen bir kimse oraya vermek istediği zararı bir darbede açabilmek için acele etmeli, böylece her gün yeni bir hoşnutsuzluk yaratmak zorunda kalmamalı, halka artık bunların sona erdiği intibaını vermeli ki sonra faydalı işler yaparak onların gönlünü kazansın.”

Doğrudan doğruya kilisenin idaresi altında bulunan kilise devletlerinden bahsederken de Machiavelli en acı ve iğneleyici ifadeleri kullanmaktadır. Özellikle onaltıncı yüzyıl başındaki Katolik kilisesine, İtalya’yı yabancılara karşı birleştirmediği için acı hücumlarda bulunmaktadır. Kilise ile devletin tamamen ayrılmasından yanadır.

Kuvvetli bir devletin iyi bir orduya ihtiyacı olacağı için, Machiavelli askeri işlerin son derece önemli bulunduğunu söylemekte ve bu konuya büyük yer ayırmaktadır. Onun zamanındaki İtalyan devletlerinin pek çoğu kendilerini savunmak için çoğu yabancı olan paralı askerler kullanırlardı. Machiavelli böyle askerlerden oluşmuş birliklerin faydasız ve tehlikeli olduğunu iddia etmekte, vatandaşlardan kurulu bir milli ordunun çok daha etkili ve güvenilir olacağını belirtmektedir.

Machiavelli hükümdarların davranışlarını incelemek için birçok bölümler ayırmıştır. O’na göre milletin hayatı onun silahlı gücüne bağlı kaldığına göre, bir hükümdar askeri meseleleri kendisinin başlıca inceleme ve meşguliyet konusu olarak görmelidir. Mevkiini korumak isteyen bir hükümdarın iyi olmaktan daha başka şeyleri de öğrenmesi ve şartların gereğine göre iyiliğini kullanıp kullanamayacağını bilmesi lazımdır. Bir hükümdarın iyi sayılan tüm niteliklere sahip olmasının takdire değer bir şey olduğunu herkes kabul edecektir; ama onun bütün iyiliklere sahip bulunması veya onları devamlı bir şekilde uygulaması imkansız olduğuna göre kendisini iktidardan mahrum edecek kötülüklerden nasıl kaçınacağını bilecek kadar ihtiyatlı olması gerekir.

Zalimlik bir hükümdarın tebaasını birlik halinde ve itaatkar tutabilmek için kullanacağı silahlardan biridir. Çünkü hükümdarların şiddeti sadece fertlere zarar verdiği halde onların gereksiz yumuşaklığı bütün devlete zarar verecektir.

Machiavelli bir pasajında şöyle demektedir: “Burada şu ortaya çıkıyor: Sevilmek mi korkulmaktan daha iyidir, yoksa korkulmak mı sevilmekten? Belki de bu soruya, ikisini de isteriz diyerek cevap verebiliriz. Ama sevgi korku bir arada pek güç bulunacağına göre, aralarından birini seçmemiz gerekirse, korkulmak sevilmekten daha emniyetlidir. Zira genellikle görülmüştür ki insanlar nimete şükretmesini bilmeyen, güvenilmez, tehlikeden kaçmaya çalışan, kazanç hırsı ile tutuşan, kendisine menfaat sağladığınız müddetçe size bağlı, tehlike uzakta oldukça kanını dökmeye, çocuklarını bile feda etmeye hazırdırlar; ama onlara gerçekten ihtiyaç duyduğumuz zaman sırtlarını dönerler.”

Hükümdar’ın hiç bir bölümü “Hükümdarlar sözüne sadık olmak için ne yapmalıdır?” başlıklı bölümü kadar eleştirilmemiştir. Yazar burada dürüstlüğün övgüye değer olduğunu kabul etmekte ancak siyasi iktidarın muhafazası için hilekarlık, iki yüzlülük ve yalan yere yemin etmeyi de zorunlu saymaktadır. Machiavelli, bir hükümdar için nefret edilmekten ve horlanmaktan kaçınmanın esas olduğunu söylemektedir. Bir hükumdarın güvenilmez, laubali, efemine, korkak, karasız olduğu görülürse onu kimse ciddiye almaz. Eğer halk bir hükümdardan nefret ederse onu şatonun kalın duvarı bile kurtaramaz. Bir hükümdar kendisini kabiliyet ve liyakat sahiplerini koruyan biri olarak göstermeli, her ilim ve sanatta yükselmiş kişilere ihsanda bulunmalıdır.

Kitap, “İtalya’nın Hürriyete Kavuşturulması İçin Bir Öğüt” bölümüyle biter. Artık yeni bir hükümdarın, “Bir İtalyan Kahramanı”nın ortaya çıkma zamanı gelmiştir; çünkü İtalya şimdiki ümitsiz halinde bir Yahudiden daha çok esir, bir İranlı’dan daha çok ezilmiş, bir Atinalı’dan daha çok bölük-pörçük olmuştur; lideri yoktur, nizamı yoktur, yenilmiş harcanmış parça parça edilmiş, bitirilmiş, her yönden tükenip yıkılmaya terk edilmiştir. Kendisini barbarca zulümlerden ve ezilmekten kurtaracak birini göndermesi için Tanrıya nasıl yalvardığını görüyoruz. Eğer bir lider bulunsaydı, o ne derse desin takip etmeye nasıl hazır ve istekli olduğunu da görüyoruz.”…

Machiavelli, bu cazip hitabesini şu sözlerle bitiriyor: “İtalya’nın beklediği bu fırsat kaçırılmamalı. Ona bu fırsatı verecek adamı (yeni hükümdar) düşman işgalinden ızdırap çeken bütün eyaletlerin nasıl bir aşkla, nasıl bir intikam susamışlığıyla, ne kadar sadakatle, nasıl bir bağlılıkla, ne göz yaşlarıyla karşılayıp kabul edeceği benim şu kelimelerim hiç bir zaman ifade edemez. Ona hangi kapılar kapanacak? Kimler ona boyun eğmeyi reddecek? Onun yoluna hangi kıskançlık çıkacak? Hangi İtalyan önünde saygı ile eğilmeyecek? Bu zalim diktatörlük herkesin burnunun direğini sızlatmaktadır.”Sonuç olarak Machiavelli’ye göre Devletin menfaatleri uğruna herşey mübahtır ve devlet hayatı ile özel hayatın ahlak ölçütleri birbirinden farklıdır.

Bu doktrine göre bir devlet adamının özel müzakerelerde tamamen ayıp, hatta suç sayılacak hile ve şiddet yollarına başvurması normaldir. Hükümdar bu ana fikirle beraber hükümdarlara, iktidarı nasıl kazanacaklarını ve nasıl ellerinde tutacaklarını öğreten bir rehber, bir el kitabıdır.

Online dergiler Online dergiler