‘‘Ormanda yol ikiye ayrıldı ve ben daha az kullanılanı seçtim. İşte, hayatımda ne olduysa ondan sonra oldu.’’ 

—Robert Frost

Meseleye bir açılım getirmek adına sinema tarihinin -bana göre- müstesna yol filmlerini derledim. Belki de bu sizin için bir yol ayrımı olur ve hayatınızda ne olursa ondan sonra olur.

 

1) İz Sürücü | Andrey Tarkovski

 

2) Nostalji | Andrey Trakovski

 

3) Yaban Çilekleri | Ingmar Bergman

 

4) Yedinci Mühür | Ingmar Bergman

 

5) Yolcu | Michelangelo Antonioni

 

6) Puslu Manzaralar | Theodor Angelopoulos

 

7) Sonsuzluk ve Bir Gün | Theodor Angelopoulos

 

8) Dersu Uzala | Akira Kurosawa

 

9) Dönüş | Andrey Zvyagintsev

 

10) Kirazın Tadı | Abbas Kiarostami

 

11) Tokyo Hikayesi | Yasujirō Ozu

 

12) Bab' Aziz | Nacer Khemir

 

13) Pi’nin Yaşamı | Ang Lee

 

14) Kandahar | Muhsin Makhmalbaf

 

15) Kara Tahta | Samira Makhmalbaf

 

16) Yarım Ay | Bahman Ghobadi

 

17) Kutsal Direniş | Elia Suleiman

 

18) Çingeneler Zamanı | Emir Kusturica

 

19) Kikujiro’nun Yazı | Takeshi Kitano

 

20) Yeşil Yol | Frank Darabont

 

21) Özgürlük Yolu | Sean Penn

 

22) Son Yolculuk | Michael McGowan

 

23) Motosiklet Günlüğü | Walter Salles

 

24) Thelma ve Louise | Ridley Scott

 

25) Yol | Yılmaz Güney,  Şerif Gören

 

26) Yusuf Üçlemesi ( Yumurta – Süt – Bal ) | Semih Kaplanoğlu

 

27) Üç Yol | Faysal Soysal

 

28) Bir Zamanlar Anadolu’da | Nuri Bilge Ceylan

 

29) Uzak | Nuri Bilge Ceylan

 

30) Jîn | Reha Erdem

 

31) Kosmos | Reha Erdem

 

32) Masumiyet | Zeki Demirkubuz

 

33) Kader | Zeki Demirkubuz

 

34) Her Şey Çok Güzel Olacak | Ömer Vargı

 

35) Temmuz’da | Fatih Akın

 

"Herkes gönlünce bir yol arıyor kendine. Ama bir gün, bir ses haykıracak göklerden 'Herkesin yolu kendine varır, arama başka yerde'."  

—Hayyam

 

‘‘Dünyadaki ruhlar adedince Allah’a giden yollar vardır!
Bu yolculukta herkes yolunu bulmak için en değerli hediyesini kullanır.
-Dedeciğim tek başımıza bu çölde yolumuzu nasıl bulacağız, ya kaybolursak?
-İnancı olan kişi asla kaybolmaz, küçük meleğim!
Yürümek yeterli, sadece yürü, davet edilenler yolu bulacaktır.’’

Bab'Aziz Filminden Bir Pasaj


Teolojide dünya bir çöle benzetilir, insan bir yolcuya, dünyaya gelişse varışı olmayan bir yolculuğa. Yani; dünya bizim için tehlikeli ve ıssız bir duraktır. Peygamber’in büyük cihaddan bahsederken kast ettiği şey, bu yolculuk olmalı.

Her insan, büyük bir yolculuğa gebe. Yaşamın kendisi, müthiş bir ironi barındırıyor içinde.Sanki zorunlu bir hâldir bu. Dursak da yürüsek de yolculuk devam ediyor. Dünya durmuyor gidiyor, insan da beraber gidiyor, biz de yolcuyuz. Ruhumuzla, bedenimizle yolcuyuz.

Ruh ve beden ise aykırı yolcu gibi. E, burası dünya; gölge aslına itiraz ediyor.

Tam da bu noktada bir Kızılderili sözünü anımsamak gerek:

Işığı önüne alda yürü, gölgen arkandan ister gelsin ister gelmesin.

İnsan, huzur bilmez bir gezginden başka nedir ki?

Hayyam’ın dediği gibi:

Herkes gönlünce bir yol arıyor kendine.
Ama bir gün, bir ses haykıracak göklerden:
Herkesin yolu kendine varır, arama başka yerde, diye.

Modern çağda ise yolculuk, kendisinden başka kaçacak hiçbir yeri olmayan insanın, kaçacak yer arama çabasıdır.Yollar, kendine bir yer bulamamış kişinin özlemine dönüşüverir  bu çağda. Bu yüzden yerini yitiren kişi yola çıkmak zorundadır.Oysa her kaçış bir başka yakalanışa gebe.Her yola çıkış, çıkılacak yeni yolların sorumluluğunu da beraberinde getirir.

Yola bir kez çıkılınca, dursa bile hep yolda kalacaktır yolcu.

Özgürlük budur belki de: Sürekli bir yersizlik yurtsuzluk, sürüp giden bir yol…

Yol bitmeyince; gitmek, bir süreğin ta kendisi olur. Yolculuğun kendisi bize yetmeye başlar, varış noktası unutulur. İnsanın kendine rağmen kendine yolculuk etmesi, kendini araması nasıl bir deliliktir? Bu durumu Andrey Tarkovski, Nostalji filminde Deli Domeniko’nun dilinden şöyle haykırır:

‘‘Bir zamanlar olduğumuz yere dönmeliyiz yanlış tarafa döndüğümüz noktaya.
Hayatın ana temellerine geri dönmeliyiz suları kirletmeden.
Deli bir adam size kendinizden utanmanızı söylüyorsa ne biçim bir dünyadır burası!’’

 

 

Dünyada kendine yer edinememişlerin özlemi denir yol için. Dünyada değil de ‘dünyayı’ kendine yer edinemeyenlerin kaçış isteği gibi gelir bana daha çok.

Gözüne bir hedef kestirmeden yürümek, yolu kat etmek, sonrayı düşünmemek... Yüzü hep sonraya dönük, dahası onun merakıyla yaşayan modernoğlu için bir tedavi yöntemidir belki de bu. Gelecekte neler olacağını merak etmenin verdiği o esaret duygusundan kurtulmanın, aklı ve gönlü sonrasızlığa açmanın, kendi ile meşgûl olmaktan kurtulmanın en ferah yolu.

Yolun, sıradan sıkıntıları unutturup, içinde bulunulan hâlin gayesizliğinin de insanı rahatlatan, gönlü açan,genişleten bir tesiri var. Böyle bir hâl içre bir zamandı, tipik bir doğuluyum, demiştim yoldaşıma, durup bakmaktan yapılmışım; şu yanımdan geçen evlere, ağaçlara, dağlara, gecenin rengine saatlerce bakabilirim.

Yola dair bir cümle: "Sonraki durağı bilmiyorum”.

Mesele biraz da bu. Belirsizlik, dünya hayatı içinde düzensizlikle musavi bir şeyse de, -yani en kötü düzene razı gelinen o duruma denkse bile-bilinmez olanda insanı kendine çeken bir şeyler var. Bilinmezi keşfetme isteği. Fethetme. Sonu gelmez bir imkân.

Yol sade gidilen, yürünülen, katedilen bir şey olmaklığıyla değil; insanın kendini, hayatı tanıması, tanımlayabilmesi için göze aldığı bir istikamet. Dünyanın, içine doğulan çevreden ibaret olmadığını gösterir insana; içteki keşif fitilini ateşler durur. Daha, daha, daha... Dahası vardır hep.

Gökhan Özcan geldi hatrıma böyle söyleyince, kendime çekidüzen verdim; “Daha ne, ne daha?” O şöyle diyordu altına kalemle oyuk açtığım satırlarda:

İnsanın eline verilmişti bütün yönler, işine yaramayacak ve durmadan umut bağlayacağı kadar; başka gidilecek yer yoktu çünkü, herkes için kendinden sonra.”

Kendimle kavga ettim sayın okur, şahitsiniz, ama unutun.

 

 

Yol, şehir ve yolcu. Hangisi yekdiğerini kuşatıcı? Kaderi ‘’kalmak’’ değil, ‘’gitmek’’ üzere yazılmış olan yolcuyu bir şehre bunca bağlayan ne? Yollar bitimli, şehrin ışıkları ise zahiri amenna, öyleyse yolcunun bildiğinden yüz çevirmesine sebebiyet veren ne?

Uzun zamandır buraya kök salmışım. Şimdi sırtımda ufak bir çanta hayatın pencere kenarından bakıyorum. Bir ummanın ortasındayım; ürpersem de aczimi bir kez daha idrak etmenin verdiği teslimiyet ile arkama yaslanıyorum. Kök saldığım yerlerden şimdiye dek çok uzaklaşmamışım, ayrılık mefhumu nedir bilmiyorum henüz, bu yüzden olacak baktığım pencereden uzakları iyi seçemiyorum. Zihnime sıralanan düşünceler kimsesiz kalıyor, mecbur çantamın kapağını aralayıp kâğıda ve kaleme dönüyorum. Beni sorgusuz sualsiz ağırlıyorlar; sadakati bir kez daha onlardan öğreniyorum.

Defteri açtığımda arasından sahaflardan topladığım bazı eski kartpostallar düşüyor kucağıma; beklenmedik bir misafir. Yolculuğum kısa sürecek olsa da bana eşlik edecek siyah beyaz insanların, evlerin ve sokakların varlığına seviniyorum. Hayatın pencere kenarından uzaklaşıp, mazinin aralık kapılarından gün yüzüne çıkan bu yitik yolculara ve evlere bakıyorum uzun bir müddet. Aşina olmadığım yüzler, gölgesinde soluklanmadığım asırlık ağaçlar, hikâyesinden bihaber olduğum virane evler görüyorum. Kimler yaşadı burada? Hikâyesinden bihaber olsam da, hüznün eşyaya yansımış halidir bir ev, bunu biliyorum.

Resimlerdeki insanların içinde bulunduğu ana ve mekâna bugünden bakıp bir anda onların içine dâhil olmak istiyorum. Kendimi resmin içindeki kadife elbiseli küçük kız sanıyorum. Bir bayram günü sanırım. Zira annemin genç sesi geliyor kulağıma; ‘’az ye şu şekerleri!’’ diye seslendiğini duyuyorum. Bir çocuk misket oynuyor az ötede, imreniyorum. Onun sokaklarda oynayan çocukluğunu siyah beyaz resmin arasından çekip kendi çocukluğuma yama yapıyorum. Hikâyenin İstanbul’da geçtiğinden her nedense şüphem yok ama kaybolduğum bu yerler hangi sokak araları kestiremiyorum.

Bir diğer resimde görünen sokaklara aşina gibiyim. Görünen geçit Süleymaniye Kütüphanesi’ne giden yol. O güzergâhtaki yollar, türbeler, ağaçlar bana da şahit, benim gençliğimi de saklayacaklar sonsuza dek. Bunu bilmek beni içten içe mutlu ediyor ve resimlerdeki yitik yolcular ile aramdaki mesafeyibiraz olsun görünmez kılıyor. Şimdi şu karşı yolda pilavcılar uzanıyor, renkler çok değişmiş evet ama aynı manevi hava solunuyor. ‘’Ben bu sokakların öğrencisiyim’’ diyesim geliyor resimdeki insanlara. ‘’Kaldırımlarını aşındırmışlığım, bir köşesine çekilip dinlenmişliğim, ezanlarında ellerimi semaya açmışlığım var. Çok hakkı var üzerimde bu semtin.‘’ diyemiyorum…

Resimleri defterin arasına emanet ediyorum isteksizce ama aklım o yitik yolcularda kalıyor.  Bu âlemin yitip gidenlere sanki hiç şahitlik etmemiş gibi aynı devran içinde dönüp durması ağırıma gidiyor. ‘’Yaşanmış’’ ile ‘’yaşanmamış’’ olan zaman karşısında nasıl da ‘bir’e dönüşüyor diye hayıflanıyorum. Resimler bahane belki de, kendimin de bir gün yitik yolcuların safında yer alacağı gerçeğine sitem ediyorum.

Görevlinin anonsu geliyor kulağıma, çantamı toplayıp inmeye hazırlanıyorum. Varacağım yere gitmem için bir otobüse binmem lazım. Güneşin kavurduğu sokaklarda sora sora ilerleyip bir durağa geliyorum. Yanıma gözlerinden ve ellerinden çok şey yaşadığı anlaşılan bir amca yaklaşıp, ‘’öğrenci misin evlâdım?’’ diye soruyor. Ve ardından ‘’ah gençlik!’’ diye derin bir iç çekiyor. Gözlerim hafif nemleniyor ama neyse ki beklediğim otobüs çok bekletmeden geliyor. Boş bir pencere kenarı bulup defterimi çıkarıyorum, aklıma çok sevdiğim şu satırlar diziliyor: ‘’Biraz gez, dünyanın hiç kimsenin olmadığını anlarsın. Nereye kök salsan bir başkalık, bir yabancılık taşıdığını. Nereye adım atsan sona kaldığını. O zaman anlarsın Âdem’den bu yana bu yer’li olmadığını… ‘’

 

Bir yeri terk etmiş olmak zalimliğimiz, aklımız o yerde kaldığı sürece mazlumluğa dönüşür. Bu sebeple bir yol üzere giderken ayrıldığımız ve varacağımız yerleri tasavvur etmek bizi daima bir başkasının hakkımızdaki kanısına uymaya sürükler. Halbuki yürümek yalnız, adımların sürüklediği yere seyretmektir.

İnsanın yaratılışından sonrası, kendine doğru yürümekten başka bir şey değil. Yaratanın, yaratılandaki varlığını göz ardı etmiyorum bunu söylerken. Kendimize gelmek bahsi, aslında O’na gitmekten başka hiçbir yere varmıyor. Burada “gel” ve “git” kelimelerine takılabiliriz, kime göre yahut neye göre gelmek ya da gitmek. Yani belki O’na gelip, kendime gidiyorumdur, yok burayı düşünmüyoruz. Burada “yol” mefhumu devreye giriyor. Kendime bir yol, O’na bir yol, dünyaya bir yol ve başka yerlere binlerce…Hayrola, kafamız mı karıştı? Diyorum ki, hayat bazı yolların ortasında bulunmak olarak var yani, belki sonrası da öyle; ancak nereden geldim ve nereye gidiyorum karmaşasıyla daima yolu kaçırıyoruz. Kendimize yürüyor olduğumuzu unutuyoruz. Bir şarkıda yürüyoruz, bir şiirde, bir yolda –el ele değil-, bir eserde –belki insan yapımı- ama bu yürüyüş daima kendimize varıyor. Bu noktada “kalkıp şimdi gitmek istiyorum” dediğimiz kendimizdir. Buraya bir yaz günü, “Artık gideyim istiyorum, böylece kendime geleceğim.” dediğim bir anda varıyorum; elimden ancak bir melodi içre gitmek geliyor.

“Ben dahi bile yapıldım taş u toprag arasında” denen de budur. İnsanın iç yolculuğudur onu yeniden yapan. Başlangıç ve bitiş noktalarını unutarak, yeniden yeniden ve yeniden yapılmamızı sağlayacak yolları, onları fark ederek yürüyebilmek duasıyla kendimi sizin simgelerinde yürüdüğünüz bu sesler yolunun içine bırakıyorum. Her yürüyüş birer düşüşe gebe olacaktır, daima. Mümkün.

Melike Kılıç

 

 

 

Hayat bitmek bilmeyen yollardan ibaret… Doğarken bir yol, yaşarken bir yol, ölürken bir yol... Gah sıla olur gah gurbet gah ayrılık, hepsi bir yol. Ömür biter yollar bitmez misali… Dünya başlı başına bir yol.

Hele de Anadolu’nun bağrı yanık evladıysan yollar bambaşka bir mânâ… Bu coğrafya gerçek bir yol öyküsü.

Eskiden konar-göçer dedelerimiz-ninelerimiz, hayatı tüm güzellikleriyle yaşamayı (şimdiki tabirle organik hayatı) adeta bir felsefe edindiklerinden ilkyazı başka, hazanı başka yerde geçirirlermiş… Bahar ayları obalarından göçlerini yükleyen bu çalışkan insanlar, Karadeniz’in münbit topraklarında yurt edindikleri yaylalara aşılmaz dağ yollarını aşarak giderlermiş…  Eee tabi ne yapsın insanlar… Aşılmayan yolları aşmak kolay mı ? Yollar hiç biter mi? Türk’e “nisbet î’siyle” bağlanan türküleri yaren olurmuş onlara.

“Yol havaları” derler, bilir misiniz?

Yol havaları; aşılmaz dağ yollarının patikalarını aşındıran, peştamalini dolamış elleri nasırlı ninelerimiz ve hırçın mizaçlı, inatçı yiğitlerimizin eğlenmek amacıyla söyledikleri, yol yareni türküler… Yol boyunca onları coşturan, neşelendiren yeri geldi mi de hüzünlendiren birer arkadaş… Yol havaları, dağ çileği ve çam sakızı tadında organik bestecikler…  Sisdağının başlarından, Kadırga’nın çimenine, Maçka’nın yaylalarına yakılan bir kına… Memleket çeşnisinin kekik kokulu ezgileri…

“Ah yaz gelende
Açti da maçkanın yaylaları
Garip dağlar oy dağlar
Kalk gidelim seninle yaylaları gezmeye
Oy oy oy ey ey güzelim ey
Dağlar oy oy
Ahada gene geldi
Yayla zamanlari
Kuş konar çalilara
Oy dağlar oy
Yaylalar güneşliydi da bakamadım dağlara
Oy oy oy ey ey güzelim oy
Dağlar oy oy”

Yol boyunca gelin kız gibi süslenen sarı kız danasını da yanına alan, gönlüne bir avuç dağ çiçeğinin kokusunu serpiştiren, ısırgan otları kadar yabanıl ve bir o kadar da naif ve sevecen insanların türküsü yol havaları… Sevdanın türküleri… Sevdalı yüreklerin türküleri. Şairin ifadesiyle, durup ince şeyleri anlamaya vakti olanların gaydaları…

Yol havaları; her bir anında yolcu olduğumuz, geçici olduğumuz dünya denilen hanın mihmandarlığında, ümide, neşeye ve sevdaya kanat çırpmanın ifade şekli. Yol havaları “doğal ve katıksız” aşkın makamı… Gelin kulak verelim. Gelin yürek verelim onlara!

“Ne işlerin var idi
Sis dağı başlarında
Nedir başıma gelen
Gencecük yaşlarımda
Oyyy dağlar oyy

Gidemiyom yaylaya
Yaylaya yaylamaya
Yedi seneden beri
Düştüm gara sevdaya
Oyy dağlar oyy”

İnsan olarak kalabilmek için gün geçtikçe “türkülere” daha çok tutunmamız gerektiğini düşündüğüm bu zamanlarda “yol havası” almanız dilek ve temennilerimle...

 

Online dergiler Online dergiler