Author

İskele Editörü

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

SUÇLU BENİM

Kalp bu…

Kırılıyor işte…

Hata yapmadım değil, hala geçmişin izleri üzerimde. Yeni bir sayfa açtım, bu son desem de olmuyor! Kendimce son versem de bütün bu olanlara, gönül koymuşum bir kere ne aklım vazgeçiyor, ne de kalbim yaralarını sarabiliyor. Bocalayıp duruyorum bu yıkıntıların arasında. Yenik düşüyor çoğu kez kırık kalbim… Niye mi? Çünkü kimi zaman acımasızca yüzüme vuruluyor, kimi zamansa edilen bir hakaret olarak geri dönüyor bana… Hem de keskin bir bıçak yarası olarak zihnime yerleşmiyor değil. Ne insan içine çıkasım kalıyor ne de yüzümün güldüğü. Ne zormuş böyle bir duyguyla yaşama. Ben bırakmak istesem de onları bu izler benden hiç vazgeçmiyor.

İnsanlar…

Düşünmeden konuşup dinlemeden anlamadan bir çırpıda ağzına geleni sayıp çekip giden insanlar… Kolayca kalp kırıp, incitip sonra hiç bir şey yokmuş gibi davranan insanlar. Neden bu kadar acımasız neden? Soruyorum ama aklıselim bir cevap bulmadım ve bulamıyorum. Bazen diyorum ki üzüldükleri için mi bütün bu yaşattıkları yoksa yerli yersiz öfkelerini kusup olmaya çalıştıkları için mi? Ya benim içim ne olacak peki. Ben nasıl taşıyacağım bu kadar yükü… Bir yandan onlar, şüpheli bakan gözler, anlık gülümseyip sonra asılan asileşen suratlar… Kabul edin işte en büyük darbe, en dermansız yara, en şiddetli sarsıntı bende.

Kolay aslında…

Hem de çok…

Bir insanı, bir canı tek kalemde silip atmak öyle kolay ki… Hani bir örnek vardır ya kalp vazo benzetmesi… Yüce insan kalbi kırılan bir vazoya benzetilir. Ama bu o kadar kolay değil işte. Yanlış bir tabir bu benim hayatımda. Koskoca fırtınaları, acıları, geçmişi ve bugünü aynı anda yaşayan yüreğim bir vazoya benzetilemez. Evet, belki kırılınca tamiri güç, bazense imkânsız olsa da benim kalbim bir vazo kadar basit değil. Kimsenin ki bu kadar anlamsız değil. Kalp işte bu… Ne vazo ne de bir bardak, hiçbir şeye benzemiyor. Evet, kırılınca, incinince geri düzelmiyor ama bir vazo gibi yeri, ne yenisi de gelmiyor

Kapalı bir kutu…

Ben öyleyim işte. Gerçekler, darbeler, sarsıntılar benim içimde ama dilimde değil. Hepsi bir bir kelepçeli, tutsak bu kutuda.                                                                                                                        Ama her şeye, acılarıma, hatalarıma, yanlışlarıma, yaptıklarıma ve yaşattıklarıma rağmen hayal kurmuyor da değilim hani… Kapalı yerine bir müzik kutusu olmayı yeğleyerek süslüyorum hayallerimi. Yeri geldiğinde susan, açıldığında konuşan, konuşurken insana huzur veren bir müzik kutusu. Tamam, yüreğimde sakladıklarım olsun amenna ama bazense konuşmak istiyorum ben. Kırgınlıklarımı, yalnızlığımı hem de koskoca kalabalığın içinde aklımı alan yalnızlığımı, gerçekleri bende konuşmak istiyorum. Çok bir şey mi istedim acaba. Yapılması bu kadar mı imkânsız, içimi dökmek için kapağımın açılıp, kapatılması çok mu zor?

Bende insanım neticede… E o zaman bu denli acımasızlık niye peki niye?

Suç ben de…

Her şeye sebep olan, herkesten, her söz ve tavırdan önce kendimi üzen benim. En büyük yarayı açıp, insan ağzı ya bu açıp geri büzemeyen de benim. Gözümde işte şu kısa hayatımın zanlısı benim.

Kalbimin kırılmasına izin verip sonrada buna en mükemmel şekilde, oyunun kurallarını bozmadan sessizce seyirci kalan benim. Hayatımın en şiddetli depremlerini oldurup hala artçı sarsıntılarına maruz bırakan benim. Ve herkesten önce

Suçlu benim!

Nermin Uyan

Paylaş


     Nermin Uyan'ın Eski Yazıları

KÜÇÜK ÇOCUK

Sen hiç büyüme küçük çocuk…

Büyümeye özenme. Hep küçük kalma isteği, o büyük hayallerinin içinde olsun.

Büyüdükçe keşke’lerin başlıyor, durmadan özlemlerin, hep çocukluğunu arıyor. Yorulduğunda dizlerine yaslandığın bir annen olmuyor ve her zaman sen şu hayat telaşında yorgun düşüyorsun.

Çünkü çocuk sen her zaman seçimlerini yaşıyorsun. Ya ‘iyi ki’lerini ya da keşke’lerini yaşıyorsun.

Kendi ayaklarının üzerinde durmayı seçiyorsun, zaman bunun sana daha iyi olacağını gösteriyor. Ama ilk başlardan sana büyük mutluluk veren bu durum daha sonra pişmanlıklarını doğuruyor. Ve sen doğan bu pişmanlığın sancılarını tek başına çekiyorsun.

’’Seçimlerim’’ diyorsun büyük bir hezeyanla… Belki dönüşün vardır ama hayatın söz konusu olsa bile laflarını yere düşürmemeye azami gayret gösteriyorsun.

Galiba bu da senin bir seçimin oluyor ve sen gene bu yolda yapayalnız yürüyorsun. Yeri geliyor küçüğüm sen bu seçimlerden, yaşamdan, yaşamaktan sıkılıyorsun bir teselli bir çıkış kapısı arıyorsun.

Yıllar boyu seçimlerinin anaforunda kaybettiğin O yüce adalete sığınıyorsun.

Geç olsa bile huzurda hissediyorsun kendini ve ilk defa bir seçiminden ya da senin insan olarak seçilme hissinden bu kadar lezzet duyuyorsun. Yaşam seni kendine bir kerede bağlıyor ama bu sefer sonsuz bir beraberliğin içinde olma hissinin tadı bir başka oluyor.

Asla seçimlerinden pişmanlık duymamaya başlıyorsun. Çünkü artık seçimlerinin arkasında yüce bir kurtarıcının senin yanında olduğunu bilmen sana ayrı bir kuvvet veriyor.

Adeta ilahi bir güç senin seçimlerinde tutan elin, yazan kalemin oluyor. Sen hiç anlamasan da seçimlerin artık sana haz veriyor.

Ne olursa olsun küçüğüm elbet büyüyeceksin ama önceden büyümek için kendini yıpratma.

Seçimlerinin sana ileride artılar kazandırmasını da istiyorsan da eğer her zaman arkanda olan O gücün arkasına at kendini ve o doğrultuda yaşa hayatın.

Bırak erkenden büyümeyi!

Sana verilen ömür takviminin keyfini sür ayaklarını güzelce uzat ve sana bahşedilen bu hayatın o geriye hiç dönemeyeceğin ve her zaman özlem duyacağın çocukluğunun keyfini sür.

Bırak zamanın içinde kendini büyütme hevesini, zaman seni olgunlaştırsın. Sığındığın yüce adalette hiçbir zaman sana keşke’lerini değil ‘iyi ki’lerini yaşatsın…

 

Feride Özge Çaylak


     Feride Özge Çaylak'ın Eski Yazıları

MEDCEZİR

Bazen öyle bir boşlukta olur ki insan, etraf sis perdesi gibi olur adeta, hiçbir yeri göremezsin.

Bulamazsın yönünü, gideceğin yolu...

Öylece kalakalırsın. Olduğun yerde.

Bazen düşüncelerinin karmaşıklığında boğulursun.

Öyle bir enkazın içine girersin ki sesini duyan olmaz. Kimsenin suçu değildir yaşananlar, yaşayacaklarımız...

Kendi ellerinle boğuyor insan kendini, o enkazın içine bilerek itiyor benliğini. Kimseden ziyade kendi sesini bile duymuyor, kendi sesine bile yabancı kalıyor.

O kadar başka düşüncelerin anaforunda boğuluyoruz ki, iç sesimiz tamamen yabancılaşıyor bize. Boynumuza kendi ellerimizle ip bağlıyoruz ipin sonunu yalnız emanet ediyoruz başka ellere.

Bilinmeyen nedenler, niçinler etrafında özgürlükten bahsederken bile ayağımıza takıyoruz prangaları, daha kendimizden bile geçemezken.

Çoklu seçenekler içinde kaybolmuş hayatımız. Belirlenmiş bir yörüngede sanki kurallarımızı kendimiz belirlemişçesine dönüp duruyoruz belki de. Boş hülyaların peşinde dolanıyoruz ve bunu hayat diye adlandırıyoruz.

Tüm öbür heba olsun diyoruz adeta... Diyoruz da o kadar kapılmışken bunu bile duymuyoruz. Zaman gelip geçiyor bu koca hayat denkleminde, şaşırarak izlesek de, dur diyemesek de bu gidişe...

Düzgün yaşanmışlıklarımızı alıp gitmek düşsün en azından hanemize. Şöyle geriye dönüp baktığında 'keşke'lerin nadir olduğu ,'iyi ki'ler doldursun ömür çetelemizi.

Şu yalan zamana inat, yaşamdaki zorluklara inat, dönüp baktığımızda arkamıza iyi ki yaşadım iyi ki yaptım demeli...

Diyebilmeli insan...

Feride Özge Çaylak


 

 

     Feride Özge Çaylak'ın Eski Yazıları

FARKLI ZAMAN VE MEKÂNLARDA, FARKLI İNSANLARLA

Kendime haksızlık ediyorum… Sakin, boş ve her şeyden kopuk geçiyor gibiydi zamanım. Macera yok, heyecan yok, değişik hiçbir şey yok... Rutinde daraldığımı hissediyordum sürekli. Öyle değildi aslında, kendimden uzaklaşıp baktığımda fark ettim. İçinde bulunduğum zaman ve mekâna kayıtsız kalsam da, içimde bulduğum zaman ve mekânda kaygısız, tasasız seyahat ettim.

Bu ay neler yapmadım ki, farklı zaman ve mekanlarda, farklı insanlarla…

Denizlerde kavrulup, güneşlerde söndüm. Aşk deryasının kenarında taş sektiren küçük bir kızdım. Mevsimin değiştiğini dizlerimdeki yaralardan anladım. Dışıma akmıştı tüm merakım, hepsini içime topladım. Yumdum gözümü, tüm merakımı özüme akıttım. Aşkın bir yudumunu gördüğümde fark ettim… Her şeyi bilmek isterken, aksine, -aşk dışında- her şeyi unutmuştum. Aşk… her şeyi önemsiz kılmıştı.

İçimde yağmurlar biriktirip dalga dalga taştım; sel oldum, aktım. Her sabah ayrı bir zihinde farklı fikirler keşfettim, hiç biri benim değildi. Keşfettiklerimle yetinmedim, yeniden keşfe çıktım, kayboldum; yolumu sonradan buldum. Mecnun’la dertlenip Leyla’yla sustum, suspus oldum. Mecnun’ la aynı anda daha fazla aşk için secdeye kapandım kutsal topraklarda. Aynı yaratana dua ettik. O Leyla’ yı istedi, ben yaratanın kendisini…

“Aşk, sen” dedim.

“Sen, aşk” dedim.

“Bana aşkını ver…” dedim.

Sustum.

Filistin’deki limon ağacına sürdüm ellerimi sonra, ellerime sindi kokusu. Bir tane kopardım dalından, taptaze, kutsal emanet diye sakladım. Yahudi ve Müslüman soykırımına aynı anda ağladım, iki taraf içinde aynı yaratana dua ettim.

Masum çocuklar öldürüldü yanı başımda, hiçbir şey yapamadım. Tüm dünya görmezden geldi, sustular, ben de sustum. Sürgün oldular kendi topraklarından, asi olup isyanlarla duyurdular seslerini. Yaptıklarına terör dendi, cihad değil. Topraklarını kendi döktükleri masum kanlarıyla geri almak isterler miydi? Toprakları için her şeyi yaparlardı, her şeyi. Gidecek başka yerleri yoktu.

Gaz odalarına konulup, Polonya’ da sabun diye satıldı insanlar. Hiçbir günahları yoktu, insan oldukları için suçluydular, onlara dehşeti yaşatanlarsa insan olmadıkları için… Mecburdular, başka topraklara yerleşmeliydiler. Onlara yapılanları başkalarına yaşatmak akıllarının ucundan geçer miydi? Kendilerini düşünmeliydiler, sadece kendilerini. Gidecek başka yerleri yoktu.

Konya’ ya uğradım bir ara. Kıskanılan, uğruna baş verilen aşka tanık oldum. Şems’ in hazır cevap halleri, Mevlana’nın yumuşak, kendine hayran bırakan tavırlarıyla selamlandım. Onların halvetlerine misafir oldum, aşka gelip onlarla semaya durdum. Aşkla, sevgilinin adını anmak kadar haz veren bir şey yokmuş, anladım.

“Hu” dedim.

“Allah” dedim.

“Allah-u ekber” dedim.

Secdeye kapandım.

Kimya hatun gibi, iki aşk ehline de hayran kaldım. Onlar ayrı düştüklerinde, ben Konya halkıyla küsüştüm. Zaman ve mekânın zirvelerinde olan zatları bilmekle şereflendirildim. Beyaza kara çalıp, muhterem bir başa kıyanları lanetleyenlerdenim artık. Siyah ferace kanla ıslandıkça, benim de yüreğim ıslandı. Kendimi tutamadım, ağladım.

Şu sıra İmam-ı Gazali’nin yanında dolaşıyorum. Bana yalnızlığı anlatıyor. Kendini tamamen sevgiliye adayıp, dünyadan el etek çekmenin faydalarını…

Buralarda işim bittiğinde başka birinin yanına uğrayacağım. Daha adı anıldığında, hakkında hiçbir şey bilmeyenlerin bile yorum yapmaktan çekinmedikleri birinin yanına. Eminim onunla da güzel vakitler geçirip, halden hale gireceğim.

Hiçbir zaman yanmayacağım belki ama hep pişmeye devam edeceğim.

Hilal Yaslı

Paylaş


     Hilal Yaşlı'nın Eski Yazıları

ÇİFT ŞEHİRLİ, TEK PARÇA İNSANLAR

Araftadır hep iki şehir arasında gidip gelen insanlar. Ve oralarda yaşamını idame ettirenler. Çift kültürlü sanki çift yürekli olurlar. Bedenleri iki parçaya ayrılır nereye giderse gitsin hep bir parçası diğer şehirde kalır.

Sanki diğer şehrin sokaklarında gezerken aldatmaktadır ötekini. Vicdan yapar hep sanki. İki evladını ayıramayan yüreğe sahiptir anne gibi…

Laf söylemez, söyletmez ama hep diğerine özlem duyar yüreği. Ne yardan ne de serden vazgeçmemektir bunun tarifi. Artık bir zaman sonra yürekleri de zihinleri de karışır çift şehirli, tek parça insanların. Birinin sokaklarında dolaşırken, diğer şehirdeki insanlar görür gibi olur. Sanki hep tanıdıktır herkese.

Çift şehirli insanlar iki aile kurmuşlardır kendilerine. Hep alışmak zorundadırlar bir şeylere. Tam alıştım derken diğerine, öteki şehrine gitmek durumunda olurlar. Ve bu durum gitgide hem dimağlarının hem de yüreklerinin karışmasına sebep olur. Oysa her iki tarafta da bambaşkadır düzenler ve hep bir çabalama süreciyle karşılaşırlar. Hep yoğundur duyguları, hep yarımdır diğer yanları.

Zordur hayatları çift şehirli, tek parçalı insanların. Bambaşka bir türkü mırıldanırken, oraların türküsünü söylemeye başlarlar. Haberlerde, gazetelerde artık diğer şehri de takip ederler. Ötekini nasıl takip ediyorsa. İkisinden de bahseder her yerde. Orayı da seviyorum ama der… Devamı gelmez bu cümlelerin aynı kendileri gibi yarım kalır. Edemez ihanet diğerine. Hangi ana kıyabilmiştir evladının diğerine.

Evliya Çelebi ‘ Çok gezen mi bilir çok okuyan mı?’ demiştir ya hani. Çift şehirli tek parça insanlar bilir bunu, çok yaşayarak öğrenilir hayatın değeri. Ve onlar bilirler ki iki yaşamları da olsa farklı şehirlerde, olsun derler, tecrübe ederler ve hep bilirler her iki tarafta da öğrenilmiştir hayatın sebebi. Nedense hep onların daha doludur heybesi. İnanır tüm yürekler, yarımda olsa yürekleri, elbet alınacaktır bu imtihanın semeresi.

Günün birinde tek şehirde ikame edecek bile olsalar, onların yürekleri diğer şehrin özlemiyle zaten hep yarım kalacaktır. Ve bu yaşam boyunca gözlerinde bir şehrin özlemi tütecek, anılarda yâd edilecektir.

Feride Özge Çaylak

Paylaş


     Feride Özge Çaylak'ın Eski Yazıları

HAVA DURUMU VE PSİKOLOJİ

 365 günün hiçbiri diğerinin aynı değildir. Her gün sıcaklık, nem ve adını bilemediğim birçok parametre değişmektedir.

 Bana kalırsa insanoğlunun psikolojisi de her gün değişmektedir. Parametreleriyse çoktur insanoğlunun. Bir gün neşelilik oranı yüksek, bir gün asabiyet yüzdesi yüksektir. Ama süregenlik yoktur, değişkenlik vardır. Bir günümüz bir günümüzü tutmaz; 1 senede 365 tane “ben” vardır esasında. Mutlu ben, sinirli ben, şaşkın ben, panik ben, huzurlu ben, olgun ben…

Evlilikler de hava durumu gibi gelir bana. Bir günü bir gününü tutmayan ama her gün yeni tahminlerle, yeni umutlarla beklenen. Bazen evde hava güneşlidir, o zaman ayak uydurabilmeli eş güneş gözlüğünü takabilmeli, bazen yağmurludur hava o zaman şemsiyesini alabilmeli yanına.

Bir bakmışsın karlıdır hava, en kalın kıyafetlerini giyebilmeli. Yılmamalı eş, hava durumuna ayak uydurabildiği müddetçe evliliği güzel sürebilecektir çünkü. Ama insanız bilemeyiz her şeyi; güneşlidir hava dışarı çıkarız, bir anda yağmur yağmaya başlar, sağanağa tutuluruz, kimimiz yılar kimimiz ardından göreceğimiz gökkuşağını ümit eder, kimimiz her şeyi bir kenara bırakıp yağmur altında yürümeye devam eder.

Kimi zamanda karlar beklemediğimiz bir zamanda erir, karların eridiğine mi üzüleceğiz yoksa güneşe yüzümüzü çevirip gülümseyecek miyiz. Karar sizin. En güzeliyse güneşli günlerde yaşamak, yağmura, kara uyum sağlayabilmek ve de yılmamak. Herkese bol güneşli günler dilerim.

 

Fatma Esra Günaydın

Paylaş


     Fatma Esra Günaydın'ın Eski Yazıları

 

Online dergiler Online dergiler