Author

İskele Editörü

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

BELÇİKA’DA BIR TÜRK RENGİ: TURKUAZ

Başka bir milletten olan sevgilinizin annesi sırf Türk olduğunuz için size klasik müzik konseri görmemiş, dinlememiş muamelesi yapsaydı tepkiniz ne  olurdu?

 a)    Utanır, sıkılır, bir şey diyemezdim.

b)    Hayır efendim, hic öyle olur mu?” der Türk batı müziğinden uzun uzun bahsederdim.

c)    Gitmem gerek, kuvatta kurban keseceğim, der oradan uzaklaşırdım.

Eğer cevabınız C ise bu filmi seveceksiniz. Çünkü babasının ölümüyle sarsılan, iki kardeşiyle Belçika’daki hayatlarını tekrar düzenlemeye çalışan, babasının gercekleştiremediği bandoya girme hayalini bandoda trompet çalarak gercekleştirmek isteyen Timur’un, Sarah’nın annesine cevabı bu.

Bana kalırsa bu tepki, kaderinde hep bir şeyleri açıklama, kanıtlama zorunluluğu olan insanın yorgunluğunun, “cahilsen oyle kal” düşüncesinin neden olduğu bir tepki.

Belçikalı anne ve Timur’un olumsuz tutumları sonucu işler yolunda gitmeyince filmi beraber izlediğim Belçikalı yavaşca elimi sıkıyor.

Türk’üm diye bu duruma alınacağımı, kızacağımı düşünmüş olmalı, destek çıkmak istiyor. Timur’un ağabeyinden “Belçikalı gavur kıza” karşı dahada sert bir tepki gelince “Ooo hoşgörüsüzlük karşılıklıymış. İyi bari.” anlamında bir şeyler söylüyor.

Ben ne ilk tepkiye alınıyorum; ne de ikinci tepkiye şaşırıyorum. Çünkü annenin tepkisinin “bilinmeyene,kulaktan duyma yargılara”  duyulan korkudan; ağabeyin tepkisininse “kendi öğretilerinin dışına çıkma, kendi benliğini yitirme” korkusundan ileri geldiğini anlıyorum.

Belçikalı-Türk yönetmen Kadir Balcı’nin ilk filmi Turkuaz (Turquoise) şimdiye kadar hep kurutulmuş, son yıllarda turizm ve sosyal yollarla yeşertilen Belçika-Belçika Türkü ilişkisini iki aşık üzerinden anlatan, iki tarafın da kendinden bir şeyler bulabileceği bir film.

Gurbeti yakından tanıyanlara şiddetle tavsiye edilir.

 Burcu Yasar

 

Paylaş


     Burcu Yaşar'ın Eski Yazıları

 

ÜSTÜ KAPALI BİR DUYGUSALLIK: BIKKINLIK

Okulun kapısından hiçbir engelle karşılaşmadan, elimi kolumu sallaya sallaya geçip gitmenin nasıl bir şey olduğunu üç yıldır merak ediyordum. Bir ütopyaydı benliğimin bir yarısını kapının dışında bırakmadan okul sınırları içerisinde bulunmak. Bende değil ama belki bir ihtimal benden sonraki nesillerde can bulacak bir hayaldi okulun koridorlarında, kafelerinde, bahçesinde “aslında olduğum gibi” yürüyebilmek, “ben” olabilmek.-bastırılmadan, susturulmadan, yasaklanmadan…

 Bir sihirli değnek döndü bir zamanda, gidiş değişti aynı zamanda. Bir karmaşa peydahlandı geçmişle gelecek arasında. Bana kana kana içmek düştü bu henüz adı konmayan, yasal koruması olmayan arafta kalan anda. Bir yandan korku döndü aklımda, sanki herkes bana bakıyordu, sanki birileri üzerime saldıracakmış hissi akıyordu dört bir yanımda. Nefesimi tutup haklı sebeplerle doldurdum zihnimi; savunma mekanizmam aktif fikirsel baskınlarda.

Derinden bir yerlerden bir ses geldi kulağıma... “Biz sizi bu şekilde aramızda istemiyoruz.”

Düşündüm, ilk bakışta içinin ne kadar boş olduğu belli olsa da. Tabii ki konuşanın değil de benim düşünmem tuhaftı. Harfleri şöyle bir salladım, evirdim, çevirdim olmadı. Cümleden bir gram mantık kokusu gelmedi. Hoşgörümü cebime koyunca fark ettim buna verilecek cevabı.  Ve acımasızca oynadım kelimeler üstünde: Asıl biz sizi aramızda istemiyoruz.

Tepkim, tepkimi ortaya koyuşum siyasi değil, fikirlerin propagandası değil, toplumu taraflara bölmenin yardakçılığı hiç değil. Bu tamamen duygusal bıkkınlık, hep hor görülmenin hıçkırıkları, her zaman kendimi herkesten daha fazla ispatlama çabasında olmanın yorgunluğu, kendimi olduğum gibi kabul ettirememenin isyanı…

 Ve buraya sıralanabilecek, duygu sömürüsü yapıyormuşum hissi verecek birçok hüzünlü tamlamalar…

“Biz sizi bu şekilde aramızda istemiyoruz.” Dile getirilen sadece bir tane düşünce. Bir de evirilip çevrilmiş; onların doğru, benim yaptığımın yanlış olduğunu anlatan, suçladığını saklayan sözcüklerle allanıp pullanmış; “Seni anlıyorum, yardım etmeye çalışıyorum.” havasına bürünmüş; aslında beni koruduklarını hissettirmeye çalışırken yılan gibi sokan cümleler var. Bu cümleleri, cümleleri hakkında hiçbir fikri olmadan kuranlar var.

Toplum malı oldum, insanlar hakkımda konuşup, beni istedikleri gibi tartışıyorlar. Önce isimleri önündeki sıfatlarda cahilliklerini saklayıp kendilerini çoban sayıyorlar, beni düşünemeyen koyun ilan ediyorlar. Sonra inançlarımın içini boşaltıp kendi savaşları uğruna benim kanımı akıtıyorlar. Yetmiyor kendi fikir kalıplarında beni daraltıp içimi zihinlerinde yıkıyorlar. Kendilerini anlamını bilmedikleri medeniyetin doruklarında resmedip, beni enöteye, sosyal yaşamın en dibine gömüyorlar.

Onlar konuşuyor, onların konuşmaya hakkı var. Konuşmaları asla onlara zarar getirmez, onlar benim gibi değil. Onlar suya sabuna değmeden, lafla peynir gemisinin yürüdüğünü düşünüp bana teğet geçiyorlar. Ben, teğet geçilen, hakkımda tek kelime savunma yapma yetkim yokmuş gibi sadece suskun, seyirci. Birisi gelip suskunluğuma isim takıyor öğrenilmiş çaresizliği.

Hâlbuki suskunluğum değil çaresizliğimden. Sıkıldım yakınıma gelen herkese “Selam dünyalı, biz dostuz.” mesajı verircesine kendimi ifade etmeye çalışmaktan. Sıkıldım aynı hoşgörüyü bana göstermeyene zıt fikrinden dolayı hoşgörülü davranmaktan, bir gün içinde bulunduğum durumu anlayacağını umarak umutlanmaktan. Sıkıldım birileri ipe sapa gelmeyen faaliyetlerde desteklenirken, benim çabalarıma ket vurulmasından, toplumsal köreltilmekten…

Ve buraya sıralanabilecek, okuyanı okurken sıkacak birçok asi tanımlamalar…

Yasaklanmadan ben olabilmenin yarım kalan mutluluğuyla bozuntuya vermeden anı yaşama isteği çatışıyor şimdilerde. Ben elimi kolumu sallaya sallaya arsızca dolaşıyorum çatışmanın içinde. Bastırılmadan “Hakkımda, hakkımda bir fikri olmadan konuşanlar! Siz de kimsiniz?” diye kendi isyanımı veriyorum okulumun bahçesinde.

Sonra mı?

Sonra susturulmadan önce son defa üstü kapalı şekilde “Ben buyum, hoşgörü sırası sizde.” diyorum zihnimde.

Hilal Yaslı

Paylaş


     Hilal Yaşlı'nın Eski Yazıları

RUHÎ BUNALIM VE GAYELİ HAYAT

Cinnet esasen insan fıtratının dışına çıkma ve fıtratın altına çekilme gibi anlamlarda kullanılabilir. İnsanın, akli muhakemelerden yoksun kalmasıdır bir bakıma. Bugün öyle bir ruh haline geldi ki insanlar hiç olmayacak meselelerde çarcabuk yaka paça olabilmekte, birisine iğnenin ucuyla ufak bir dokundurulduğunda beklenmedik bir tepkiyle karşı karşıya kalınabilmekte. Sineye çekme, artık çok uzaklardan gelen lahûti bir ses gibi.

İşte bu sineler dünyayla, mâlâyânî işlerle dolup taşmaya devam ettikçe insan ruhunun esas fizyolojisi kısıtlanıp ne tahammüle meydan kalıyor ne de manevi anlamda ruhun derinliklerine kanatlanabiliniyor. Halbuki dünyaya gelişimiz itibariyle sahip olduğumuz uhrevi bir anlam var. Varoluşu bu uhrevi anlama zıt, sırf cismani boyutla açıklamaya çalışan felsefi cinnet içindekiler; zahiren insanın hayvaniyeti ve nefsi emmaresi açısından bazı isabetli tespitlerde bulunsalar dahi hakikatte insan dışı davranışlara çağrı yaptılar, yapmaya devam ediyorlar.

Meselelerin öznesine Allah'ı koysalar oysa sorun 'şıp' diye yerine oturacak ama gönüllerinde rikkat ve Allah'a itimat olmadıktan sonra yazdıkları ve yaptıkları kalın şişler üzerinde boşa atılan ilmeklerden oluşan karmakarışık bir örgü olarak kalacaktır. Dolayısıyla hayatımızın orjinine neyi koyduğumuz, meselelere vakıf olurken idrak noktamız olacaktır.

Bu orjinin insana verdiği öyle bir gaye-i hayal olmalı ki insan bir ufukta yükselsin veya bir ufuktan başka bir ufka geçebilsin. Aksi halde insanın kendi benliğinden uzaklaşması, bencilliğinden sıyrılması ve kendine takılmaktan kurtulması mümkün olmayacaktır. Bu bağlamda milletin huzur toplumuna dönüşebilmesi için fertleri rehabilite etmeyi mefkure edindiysek eğer; toplumun en küçüğünden başlayarak nabza göre şerbet vermeli, herkesin idrak ufkuna göre fazilet duyguları kazandırmaya çalışmalıyız.

İnsan, iradesiyle çok geniş alanlı yaşar çok geniş alanlı yürür lakîn bu genişliğin sınırlandırılması mevzuu yine onun iradesine bırakılmıştır. İradenin arka planında Allah'ın emir ve yasakları olmalı, bunlara bağlanma için de iman ile takviye esastır. Haşr-ü neşre bağlanma, hayatın hesabını verme düşünceleriyle her an meseleyi arka planında götürmeye uğraşmalıyız.

Kader, yolunuza su serpsin…

Agâh Çetinkaya

Paylaş


     Agah Çetinkaya’nın Eski Yazıları

MÜZİK KULAĞI

Ardı sıra dizilen aynı iki mana, zannediyorum tesadüf olamazdı. “Tesadüf değildi ismin harflerinin birbirini sırayla izlemesi”  ve yolda üç tane taşı üst üste görse kim koydu diye düşünen insanoğlu, etrafında bunca olup biteni düşünmeden geçemezdi. Evet, düşünmek şarttı. İnsan olmamızın ilk şartıydı bu.

Bu sene girdiğim ilk derslerden birinde olanca dikkatimi hocaya yöneltmişken, sunulan slâytta bir cümle gözüme çarptı. Bu satırlar, o gün payıma düşen ilk mana olmuştu. Biyoloji hocası iki bin yılında başlayan bir genom projesinden bahsediyordu, ardından o ders veren satırları, Bill Clington’un proje açılışındaki sözünü alıntıladı: “yüzyılımızın bu en büyük bilim projesi ile Tanrı’nın yaşamı yarattığı dili bugün öğreniyoruz” İlk dersteki bu alıntı ileride anlatılacak olan biyolojik yapılardan, canlılardan, sistemlerden daha önemliydi ve bu dersin ve elbet diğer tüm derslerin de özü idi.

Yüksek okulda o günlük ilk dersimi almışken Hz. Mevlana’nın sözleri geldi aklıma. “Müzik, Allah’ın lisanıdır” demişti asırlar önce. Genom projesini hazırlayanlar Mesnevi’den ne ölçüde haberdardı bilmiyorum ama Mevlana onlardan önce davranmıştı ve tanrının dili diye ulaştıkları bilgiyi biz asırlardır Allah’ın lisanı olarak dinliyorduk.

 Tanrının yaşamı yarattığı dili mantıki delillerle, bilim projeleriyle öğrenebiliriz. Aslında bilim ile bilinen; bu yokluk aleminin yaratıldığı dilin kendisi değil, ancak yankısı olabilir. Varlığın gölgesini takip eder gibi, yaratılış dilinin de yankılarını bilim ile süreriz. Dev projeler, keşifler, bu teknolojik gelişmeler manen hep o yankıların aslına ulaşmak içindir.

Clington’un bu gerçeği haykıran sözü üzerinde düşüncelere dalmışken ders nihayete erdi ve ben gayri ihtiyari adımlarla kantine yönelmişken aynı mana kulaklarıma müzik olarak geldi. Eski bir şarkıyı Göksel seslendirmişti: “bir sarı saçı okşar kanarsın/ o bir gölgedir varlık sanırsın.” Aslolanın farkına bilim ile de varabiliriz, bir sinema filmini izlerken ibret sahnesine de gözlerimizi açabiliriz, ya da ahenkle kulağımıza gelen bir şarkı sözünde yaratıldığımız dili düşleyebiliriz. Göksel’in seslendirdiği bu parçada, parça parça o yaratıldığımız dili hisseder oldum ben de. Bundan sonra müzik kulağı denilen yeteneği Hakk’a doğru çevirmek istedim.

Müzik dinlerken nağmelerin oluşturduğu ahengi, yaşantımızdaki ahenkli oluşlara benzetebiliriz örneğin. İnsanın kötülükten sığınıp, iyiliğe meyletmesi;  görmesi gerektiğini görmesi, bazılarını duymaması, duyması gerektiğini duyması da insanın hayatında bir ahenk oluşturuyor. Bu kozmik benzerlik insan yaşamını dinlenesi bir müzik haline getirebilir.

Yaşamının ahengi sekiz asırdır dinlene gelen ve müzik konusunda en kısa, net ifadeyle Allah’ın lisanıdır diyen Hz. Mevlana bu söylemle uzun bir anlatı yapıyor aslında. Onun adını anıp hem de müzikten bahsedince insan misali “ney” de kendiliğinden dâhil oluyor konuya.

 Mesnevi’nin ilk beyitleri ney’den bahseder; dağa taşa yüklenince taşınamayan, ancak insana yüklenen yük gibi ney’in taşıdığı bir sır olduğunu anlatır bize. Sadık Yalsızuçanlar’ın ‘Hayat Müzik ile Devam Eder’ kitabında bu konuda denilmiş ki: “Bütün hikaye, kuyudan yükselen sestedir. Hu, sırdır, sırların sırrıdır, onu da hiçbir kalp taşıyamaz, nefes, onu mutlaka söyler. Ney, bize böylesi bir sırrı söylemektedir.” Ney’e üflendiğinde insan sesine en yakın denilen bu ses, kamıştan ayrı kalmanın haykırışıdır. Varlık aleminden kopup gelen insanın her nefes alışında haykırdığı aykırılık şikayeti gibidir. Mesnevi’de şöyle belirtilmiş: “ney, kanlı yolu anlatıyor; Mecnun’un aşk hikayelerini anlatıyor.” Sırrı, aşkı, haykırışı bir nefeste anlatıyor ney. Bir nefes alıp vermelik mühlette batın aleme yansıyanı, bu zahirlik içinde anlamak çok zor. Anlattıklarını değil anlar gibi olduklarımı bile anlatmaya vakıf değilim ben. Müzik konusunda yazmaya çalışırken, neyden de bahsetmeden geçemedim yalnızca.

Hep dilimize dolanan, kulağımıza bir yerlerden gelen, aklımıza takılan şarkılar vardır. Şu anda bile biraz düşünsek en son dinlediğimiz şarkıyı hatırlayabiliriz. Aklımızın bir köşesinde bir çalgı aleti çalıyordur muhakkak. Müzik derken, sadece dinlemeye yönelik değil bu eylem. Bir kez dinlendikten sonra aynı tonda aynı ritimde birebir şekliyle aklımızda çalmaya devam eder şarkılar. Şarkı sözlerini hatırlamak bile bir meseleyken nasıl olur da dünyanın en muhteşem korosu aklımıza sığabilir ve her akla gelişte çalmaya başlayabilir? Mesela ben şu anda Göksel’in bahsettiğim şarkısını aynıyla dinliyorum kafamın içinde, görünürde bir şey olmamasına rağmen müzik çalıyor benim için.

Dünyanın en muhteşem orkestrası beynimizdedir aslında. Usul bilmeyiz, yok bilmeyiz, hangi şarkı olduğunu bile çıkaramayız ama aklımızda çalar durur şarkılar. Bu bilmezliklerden bir bilen akıl çıkarmak, o gölgelerden Varlık’a giden yol gibidir. Müziğe ibret gözüyle bakınca, daha doğru bir tabirle müziği ibret kulağıyla bir dinlemeye başlayınca bu yol da kapılarını bize aralayacaktır.

Bir de belirtmek gerekir ki klasik bir deyişle “söz gümüşse, sükût altındır”. Müziğin sesinden, anımsattıklarından bahsederken, fazla sesli ortamları, gürültüden ibaret mekânları bundan uzak tutmak gerekir.

Bu dünya hayatı da huzurlu bir sükûtun özlemini çeken, gürültülü bir gurbet yeridir. Seyyid Hüseyin Nasr bu konuda, insan yaşamının“iki belirsiz ve ebedi sessizlik arasında bir gürültüden ibaret” olduğunu belirtir. Beklenen ebedi sessizlik karşısında her ses gürültü gibidir. Yine de bugün, bunca ses içinde düşünürsek; bazı müzikler bize ebedi sessizliğin huzurunu hatırlattığı için dinlenecek kıvamdadır, denebilir.

Müzik ile alakalı derin düşünme çabalarım, o gün kantinde şarkının ahengiyle gelen havanın bana yaşamın ahengini hatırlatması ile başladı. Göksel, nostaljik bir görüntüyle çekilen klibinde koşup zıplamış, neşeli bir hava katmış şarkıya. Okuduğu şarkı bestesiyle zaten belli bir tempoyu yansıtmış, yaz şarkısı havası veriyor. İşte dersten çıktığım o anda, klibe ilk olarak farklı bir gözle baktığımda sorguladım ki, “o bir gölgedir, varlık sanırsın” sözündeki yanılma hali nasıl böyle sevinçli bir lisanla söyleniyor. Böyle ciddi bir konu var ortada, görünen her ne ise hayal olma iddiası var, yine de klipte mutlu insanlar rol almış.

 Bir müddet sonra aklıma geldi ki bu sözlerdeki gerçek’te acıtacak bir yan yok. Bir müjde gibi gelmiş kulağımıza. Sevdiğin, üzüldüğün her ne ise hepsi gölge, gerçek sanırsın demiş sanatçı bize. Bu gördüklerin gerçek değil demekle, “gerçek nedir o halde?” sorusunu canlandırmış dinleyenlere. Bunu sorgulayan insan da er geç sırra erecektir. Varlık sandıklarımızı yaratan mutlak varlık’a ulaşmak için manen söylenmiştir bu şarkı. Yeryüzünün gölgelerinden bıkan insanın, başını semaya kaldırırsa o gölgeleri var eden’i hissedeceğini vaat ettiği için böylesine sevinç içinde söylenmiştir hatta.

Ben bu satırları duymanın sevinci içinde, ilk defa dinliyormuş gibi devamını bekledim şarkının. Çok dinlemiştim daha önce ama ilk defa duyar gibi oldum. Devamında diyordu ki: Sevda çölünden geçerse yollar/ Bütün bir ömür ah ile dolar/ İnan ki gençlik/ Gülden tez solar. Burada da yine iki kısa cümleyle uzun manalar kurmuş şarkıyı yazan. Bütün bir ömrü doldurmak hele ki yakarışla yapmak bunu, ancak sevda çölünden geçenler içindir.

Diğer cümle de yine kati bir gerçeği, gençliğin hemen bitiverdiğini söylemiş. Klipte oynayan genç insanlar gençliğin biteceğini söylüyorlar ve bunu söylerken mutlular, gülümseyip dans ediyorlar. İnsan düşünmeden edemiyor ne vaat edilmiş bu gençlere de yaşlanacaklarını söylerken böyle neşeli oluyorlar diye. Klibin yönetmeni bir köşeye çekmiş de acaba yaşlandıklarında onlara mutluluk mu temenni etmiş. Ya da yıllar, yüzyıllar öncesi, zaman ötesi zamanlar öncesi, Bir’i tüm insanlar gibi onları da toplamış, öldükleri zaman için cennet mi vaat etmiş? Bu müjdeyi biraz olsun duyduğumuzda müzik kulağı denilen yeteneğe sahip oluruz, zannımca.

 Friedrich Nietzsche’nin bir sözünü de burada alıntılamak yerinde olacaktır: “Bach’ın müziği Tanrı’nın Dünya’yı yarattığı anda orada bulunduğumuz hissini veriyor insana” .  Filozofun dediği gibi, şarkılar bazı zamanlarda bize bildiğimizi sandığımız o gizli gerçeği anlatırlar.

Müziği farklı duygularla dinlemek her zaman mümkün olmaz elbet. Kendi adıma düşünürsem, bunca yıldır kulağıma bir yerlerden müzikler gelir ama Göksel’in klibi gibisini bana hiçbir şarkı söylememiştir.

 Dinlediğimiz müziklerin hepsinde neden aynı şeyleri hissetmediğimizin yanıtını en güzel şekliyle İmam Gazali vermiştir. Bu, aynı zamanda dinleyen herkesin neden aynı hisleri paylaşmadığının da cevabıdır. Şöyle demiştir büyük imam: “müzik, insanın kalbinde ne varsa onu güçlendirir, hangi tutku baskınsa onu canlandırır.”

Kalpte güzel şeyler barındırdığımız müddetçe, ‘şey’lerdeki güzellikleri de fark edeceğiz; en güzel barınak kalbimiz olacaktır.

 

Kübra Nur Ayar

BİR İSTANBUL MASALI(!)

Ben İstanbul’ u gördüm, ondan başka da metropol kelimesine yakıştırılan bir şehir görmedim.

 

İstanbul metropol bir yerse metropoller İstanbul gibi mi?

Bilmediğim şehirlerde kaybolmak hoşuma gider. Tanımadığım insanlarla konuşmayı severim. Tarif edilen altı farklı yolun altısından hangisinin doğru olduğunu bulmak, gideceğim yere varmak; benim işim. Eğlencelidir. Yine de her defasında bunu deneme yanılma yöntemiyle öğrenmek, zamanın kaldırabileceği bir yük değil.

***

Arabaların yollarda bitmeyen savrulmaları Zeno’ nun paradoksuna taş çıkaracak cinsten. Her saniye gittiğiniz yolun yarısını alarak gideceğiniz yere varmak büyük bir başarı. Akşam randevunuz varsa kuşluk vakti yola koyulmalısınız; dönüşü hesaba katıp sizi matematiksel çıkmazlara sokmuyorum bile.

Gezdiğiniz yerler hakkında, haberlerde her an bir olay duyabilirsiniz. Ya bombalar kurulmuştur yürüdüğünüz kaldırımlarda, ya gereksiz gruplar gereksiz isyanlarını dile getirmiştir eğlendiğiniz sokaklarda. Vitrin camları taşlanmış, yerdeki taşlar sökülmüş, gaz bombaları atılmış ve insanlar coplanmıştır; muhakkak. Türlü kazalarda trafik arapsaçına dönmüş, bir yerler elbette kana bulanmıştır.

İstanbul büyük şehir; onunla başa çıkmak mümkün değil. Evinizde bile rahat bırakmaz ki… Belli dönemlerde suyunuz kesilir, belli dönemlerde kafanız: çöpler sadece atıklar için değildir; cesetlere de yer vardır, kesik kollara, bacaklara…

Gecenin bir vakti burnunuza sıkılan sprey dolayısıyla siz duymadan paranız da aşırılır, kapıdaki arabanız da. Camlara parmaklık, kapıya birkaç kilit boynunuzun borcu; aman arabalar da dışarıda kalmasın.

Tüm bu olumsuzluklarla baş edebildikten sonra Kızkulesi manzarasıyla sizi büyüler. Ortaköy’ de denizi izleyerek kumpirinizi yiyebilir, çayınızı içebilirsiniz. Taksim’ de tramvay sesi eşliğinde, o nostalji havasında pasajları gezebilirsiniz. Sultanahmet, Eyüp ve daha birçok yer birer lütuftur, o gün içinde hayatta kalma çabanızın birer armağanıdır. Eğer yollarınız bu hoşluklarla kesişmiyorsa ne kadar zavallı bir durum ki sadece metropol hezeyanları kalır elinizde. Tabi yine de muhteşem bir şehirde yaşamanızla avutabilirsiniz kendinizi.

***

İstanbul birkaç günlük hevestir, eğlenilecek bir şehirdir. “ev”lenmek, hayatınızı ona adamak istiyorsanız İstanbul aşkı gözünüzü kör etmiştir. Gözleriniz İstanbul aşkıyla kör olduysa, onu sonsuza kadar gözleriniz kapalı dinleyebilirsiniz.

Ve -bence- dinlerken kulaklarınızı da tıkamalısınız.

Hilal Yaslı

Paylaş


     Hilal Yaşlı'nın Eski Yazıları

DUYGU RAPSODİSİ

Duygular âlemi geniş topraklarda kurulmuş içsel bir yapıdır. Orda bin bir çeşit duygu yaşar:

En azgın huylara sahip, elinden koca bir balyozu hiç düşürmeyen, iri azı dişleri ve uzun, kirli tüyleri olan tıfıl öfke;

Kokuşmuş nefesli, uzun siyah saçlı ve kırık tırnakları olan nefret;

Yeni doğmuş bebeğin yumuk ellerine, renkli kelebek kanatlarına ve ömrüne sahip, hızlı hareket eden mutluluk;

Yaratılışının çocukluğundan kurtulamamış, pembe şekerleri çok seven, asla çiçek kokulu parfümlerinden vazgeçmeyen, dağınık yaşam süren aşk;

Buruşuk yüzlü, diğerleri tarafından keşkelerle tanımlanan, yaşlı, her zaman çok düşünceli pişmanlık

Ve bunların türevleri, yandaşları, karşıtları:

AcımaArzuBunalımCoşkuDehşetDüşmanlıkEndişeGururHiddetHayretHüsranIstırapKıskançlıkKederÜzüntüKinKorkuMerakMerhametMinnetSaygıSuçlulukŞefkatUmutUmutsuzlukUtanmaÜzüntüZindelik…

Duygular âleminin yönetiminde süreklilik yoktur. İdare babadan oğula geçebilir. Zaman zaman öne itilen halk kahramanı başa getirilebilir. Kara orduların yönetime el atabileceği gibi beyaz kanatlı bir grup da ihtilal yaparak manifestosunu verebilir. Çoğu zaman kanlı bıçaklı savaşlar, isyanlar verilir taht kavgalarında. Kimi zamansa sükût içinde teslim edilir hâkimiyet. Türlü akıl oyunlarıyla başa gelenler de yerel tarihleri içerisinde görülmüştür.

Tüm bu çeşitlilikte demokrasi yer bulamaz kendine. Duygular âleminde demokrasi yoktur. Hiçbir kudret cumhuriyet getiremez topraklarına. Kim karar verebilir ki hangi duygu yönetiminin üstün olduğuna? Kim sevgiyi nefrete tercih eder? Ya da kim gururu aşka? Duyguların haklarında karar verilemez. Onlar için sadece eylem vardır. Kafalarına göre düşünmeden, davranırlar. Bu yüzden ya adları eskilerde kalmış yönetim biçimleri hüküm sürer ya da anarşiye teslim olur tüm duygu boşlukları bu topraklarda.

Tahtı ele geçiren ana duygu tüm diğer duygulara boyun eğdirir, kendilerini unutturur, bedel ödettirir hepsine;

Karanlık bir perde iner yukarılardan, aydınlık gizlenir gölgelerin arkasına, karamsarlık çöker tahta…

Yağmur başlar, ağıtlar yakılır, boş bir kayık salınır denize, anlaşılır ki üzüntü başta…

Ateşler harlanır, her yer kızıla döner, önde olur hırs giriştiği her savaşta...

Tüm renkler dile gelir, her hece bilmecelerde erir, tüm topraklar merakta…

 

Baştakinin ne kadar egemenlik süreceği ancak bastırılmış duyguların ne zaman isyan edeceğine bağlıdır... Birkaç an sonrasında da tahttaki alaşağı edilebilir, birkaç asır sonra da. İsyanların vereceği tahrip iktidarın hangi duygu olacağından daha ürkütücüdür aslında. Duygusal boşluklar bitmeyen anarşiye teslim olabilir. Savunmasız kalır tüm âlem, yıkımlar başlar gizliden gizliye. Kısa süreli marjinal değişimler yaşandığından duygusuzlaşır her şey. Safkanlık zamanla yok olur, duygular bile göç eder, yapıları değişir hatta ölürler zamanla.

Duygular davranışlar bir yana dursun düşüncelerden bile daha baskındırlar. Âlemlerinde her ne yaşanırsa etkilerler bizi de. Ne hissedeceğimizi onların içişleri belirler. Başta korku varsa sineriz köşemize, coşku varsa yerimizde duramayız, merhamet varsa neyimiz varsa veririz ezilmişe... Asla biz karar veremeyiz hangi durumda ne hissedeceğimizi.

“D” ile başlayan şeylerin en akışkanları, en şaşmışları, en kararsızlarıdır duygular. Asla son bulmaz dönüşümleri. Asla bastırılamaz, asla yok edilemezler. Tabi biz yokolmadığımız sürece…

Sonumuz gelene kadar onların da hikâyelerinin sonu yoktur. Zaten kim ister ki bu değişimlerin son bulmasını… Aslolan hissedilen duygunun hangisi olduğunu bilmektir, bazen hiç kolay olmasa da...

Ne hissettiğimizi anlayabilmek ümidiyle.

Hilal Yaslı

 

Paylaş


     Hilal Yaşlı'nın Eski Yazıları                  

Online dergiler Online dergiler