Esra Matur

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

1991 yılında, Üsküdar'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi İnşaat Mühendisliği bölümünü bitirdi. Dört seneyi aşkın süredir Boğaziçi Yöneticiler vakfı (BYV) üyesi olan Matur, 2010 yılı itibariyle İBB Gençlik Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu'nda Avrupa ve Ortadoğu temelli sosyo-kültürel çalışmalarına devam ediyor. 

 

 

 

Kafa Kâğıdı:       

 

Farklı ülkelerden farklı kadınlar...

Bu defa konu edilen, 13 farklı müslüman ülkeden 140 farklı kadın!

Yapımcılığını gazeteci-yazar Ayşe Böhürler'in üstlendiği bir projeden bahsediyorum. İsmi "Duvarların Arkasında". 14 farklı bölümden oluşan bir belgesel film. Yemen, Suriye, Mısır, Ürdün, Lübnan, Pakistan, Türkiye gibi 13 farklı müslüman ülkenin kadınlarının konu edildiği, değerlendirildiği ve belki de toplumların asıl öğrenmesi gereken ancak şu ana dek bir türlü dillendirilmemiş sosyolojik meselelerin yer bulduğu bir belgesel.

11 Eylül sonrası gerek yerel gerekse uluslararası medyada müslüman dünyasına yapılan saldırılar ardı arkasını kesmezken, tüm bu saldırılar karşısında yaptıklarımız bize yöneltilen suçlamaları yalanlamak ve sürekli aksini iddia etmekten öteye geçmedi. Oysa dünyanın geri kalanının ihtiyaç duyduğu; hakkımızda söylenenlerin gerçek olmadığını dinlemekten ziyade, "gerçeğin ne olduğunu öğrenmekti".

Bu sebeple, daha çok anlatmaya ve anlaşılmaya ihtiyacımız olduğu kesin.

"Duvarların Arkasında", bize kadınları tanıtıyor. Müslüman coğrafyada yaşayan birbirinden farklı kadınların hayatlarını, yaşam standartlarını, deneyimlerini, kısacası bu kadınların ait oldukları dünyaları gösteriyor bize.

Oryantalist ifadelerin dar kalıplarından sıyrılıp, aslında her müslüman ülkesindeki kadının "aynı olmadığı" gerçeğini öğretiyor.

Lübnan sokaklarında mini eteğiyle & dar kıyafetleriyle özgürce dolaşan Lübnanlı kadınla, İran sokaklarındaki kadının rahatlığı bir değil. Lübnanlı kadın, erkeğiyle hukuk önünde eş haklara sahipken, Mısır'daki kadının eşini boşayabilmesine mucize gözüyle bakılıyor.

Sudan'da, Mısır'da kadınların sünnet edildiğini görüyorsunuz. Üstelik bunun 1000 yıllık bir gelenek halini aldığı Mısır'da, yalnızca müslümanlar değil hristiyanlar da kadınlarını sünnet ettiriyor. 

Sonra, ülke sokakları boyunca ilerliyorsunuz. Birbiri arasında sadece bir caddelik mesafe olan iki farklı mahallede, zıt iki hayat görüyorsunuz. Zenginliğin ve refahın doruklarda olduğu bir bölgeyle, sefaletin kol gezdiği bir diğer bölge birbirine o denli yakın.

Ve oralardaki kadınlara odaklanıyorsunuz...

Mesela, Lübnan'daki Sabra ve Şatilla isimli mülteci kampında yaşayan iki çocuklu, Filistinli bir anneyi dinliyorsunuz. İsrail saldırılarında gözlerini kaybeden kocasıyla küçücük bir evde yaşam mücadelesi veriyor. Sonra bir kadın daha duyuyorsunuz. Üniversite bitirmiş, üstüne bir de masterını yapmış ve temizlikçi olarak çalışıyor. "Daha kötüsü olabilir mi?" diyerek, bir başka eve yöneliyorsunuz. Durum, orda da değişmiyor. Bu kamptaki kadınlar hep benzer hayatları yaşıyor.

Sonra Mısır'a uğruyorsunuz. "Hüda Şarawi" caddesine ismini veren ünlü feminist Hüda Şarawi'nin hikâyesini dinliyorsunuz. Cadde ortasına gelip, peçesini indiriyor ve Mısırlı kadınların direniş sembolü halini alıyor.

Mısır'da 2000 yılından beri "Ulusal Kadın Konseyi" isimli bir kuruluş çalışıyor. Bu, ülke kadınları için devrim niteliğinde bir adım olmuş durumda. Kadınlar sosyal alanlarda daha aktif olabilmenin, seslerini daha çok duyurabilmenin arayışında.

Ama burada da, derin sosyal sınıf farklılıklarını görüyorsunuz. Zenginliğin ve fakirliğin yan yana ve had safhada yaşandığı ülkelerden birisi de Mısır.

Sosyal eşitsizlik her yerde. Sınıflararası boşluklar kabul edilebilir gibi değil. Tüm bu çelişkiler içinde kadın özgürlüğünü aramak / sorgulamak bir süre sonra size de mantıksız geliyor.

Yalnızca birkaç ülkeyi incelediğinizde dahi, kadınların ve yaşamların farklılaştığını görebilirsiniz. Her müslüman aynı olmadığı gibi, her müslüman ülkedeki kadın da aynı değil.

Hayatları, kaderleri ve hayalleri çok farklı. İşte, dünyanın geri kalanının öğrenmesi gereken tam olarak bu.

Anlaşılmaya ihtiyacımız olduğunu belirtmiştim. Evet, bunun için önce duvarların arkasından çıkmaya, sonra da kendimizi anlatmaya ihtiyacımız var.

 

Üniversiteden bir arkadaşın blog sayfasında paylaştığı son yayını okuyunca meseleden haberdar oldum.

Konu, kendisinin dindar olmaya zorlanmasıydı ve bunu da bizzat Türkiye Cumhuriyeti başbakanının yaptığını söylüyordu. "Neden bu tarz düşüncelere kapılmış ki" derken, Başbakan'ın yine merkeze oturtulduğu bir tartışma halkası daha gördüm. Demek ki, üniversiteli gencimiz "dindar nesil yetiştirmek istiyoruz" sözlerini duyar duymaz blog sayfasına koşmuş ve içindeki hezeyanı dile getirmişti... Hepsi bu!

***

 

Sahi hepsi bu mu?

 

Elbette değil.

 

Cumhuriyetimizin ilk yıllarında hüküm süren tek parti yönetiminden tutun, her türlü baskıcı rejimle eşdeğer tutuldu bu sözler. Tek tip nesil yetiştirme hülyaları insan hak ve hürriyetine bir saldırıdır, dendi. Farklı gazetelerden pek çok yazar, köşelerinde sitemlerini dile getirdi. Korkularından bahsetti.

 

Ama zannediyorum ki, tüm bunları yaparken çok mühim bir noktayı atladılar.

 

Bahsettikleri olgu, zorla icra edilebilecek bir şey değil.

 

Din, sevgiyle bağlanma işidir.

 

Dindar, dinine bağlı olan kişidir.

 

Dindarsanız; namaz kılarsınız, oruç tutarsınız, velhasıl dinin size "yap" dediklerini yapar, "yapma" dediklerinden sakınırsınız.

 

Gönül işidir bu. Önce Yaradan'ı sever, o sevgiyle O'nun rızasını kazanma arayışına girer ve tüm bu çabalarla belki dindar olabilirsiniz.

 

Ötesi yoktur bunun. Kimse sizi ite kaka namaz kılmaya zorlayamaz. Öyle olsa, o kıldığınız namaz olmaz.

 

Demem o ki, yersiz endişelere mahal vermemek gerek. Din ve vicdan, bireyin şahsındadır... Devlet kontrolüyle idare edilebilecek değerler değildir.

 

Gelelim başbakanın sarf ettiği sözlere...

 

Bir siyasi parti liderinin, hele hele bir başbakanın ülkesi için dindar nesil temenni etmesi ne demektir?

 

Eğer bu sözleri muhalefet kanadından değerlendirmeye alıyorsanız, irtica geliyor çığırtkanlıklarına çoktan başlamışsınızdır. Sizin için sözün bittiği yerdir, laik cumhuriyetimiz tehlike altındadır.

 

Ya da yukarıda bahsettiğim "baskıcı rejim, ideoloji dayatması" gibi endişelere kapılan kitlelerden birisinizdir.

 

Oysa unuttuğumuz bir şey var.

 

Başbakanın kendisi zaten bir muhafazakâr.

 

Yani dinle uzaktan yakından ilgisi olan biri.

 

Dindar neslin ne anlama geldiğini pek çoklarından daha iyi anladığı da kesin. Ve dindar neslin ne tür maslahatlara sahip olabileceğini de biliyor hiç şüphesiz.

 

Ömer Seyfettin, bir kitabında bakın ne diyor : "Dualarında hep hayırlı, dindar evlat isterdi."

 

Zira din, hayra sevk eder. Dindar olan hayırlıdır.

 

Bu sözlerim, "dinsiz olan hayırsızdır"a çekilmesin. Ben dinin sevk ediciliğinden bahsediyorum. Ve eminim, başbakan da benzer bir mantıkla dindar nesil vurgusu yapmıştı.

 

Korkulacak bir şey yok dostlar. Evleriniz basılıp da, kitaplıklarınıza zorla Kuran-ı Kerim'ler konmaz. Kızlarımıza okul girişinde zorla başörtüsü takılmaz. Üniversite kampüslerinde büyük büyük mescidler açılıp, haydi namaza, haydi kurtuluşa çağrıları yapılmaz.

 

Çünkü dindar olan, bunu yapmaz.

 

Zamanın birinde kitaplıklarımızdan Kuranların, okul girişlerinde başlarımızdan örtülerin zorla alındığını biliyoruz.

 

Ama siz korkmayın.

 

Dinde zorlama yoktur.

 

Dindar nesil de sizi hiçbir şeye zorlamaz.

 

Selametle...

 

Yer ve mekân isimlerinin tarihçeleri ilgimi çekmiştir hep. Bir dağa, ovaya, köye ya da memlekete verilen isimlerin arka planlarındaki hikâyelere hep ilgi duymuşumdur.

O nedenledir ki Arakan'ı da merak ettim. Kan ağlayan Arakan'ın gerçek hikâyesini öğrenmek için kendi çabalarımla bir iki araştırma yaptım. Bulduklarım kanla, ağlamakla ya da acıyla ilgili değildi elbet. Aslında birçok krallığa ev yapmış, etnik çeşitlilik bazında zengin bir geçmişi olan Arakan'ın talihsizlikten öteye yazılacak başka bir hikâyesi olmadığını gördüm.

***

Arakan'a Budizm, Buddha henüz hayattayken geliyor. Din ülke geneline yayılıyor, derken Bengal yönetimi altına giriyorlar ve Müslüman bir yönetici altında yaşamaya başlıyorlar. Çok geçmeden yeniden bağımsız oluyorlar ve tekrar yeniden özerk yaşam başlıyor. Babürlerden müslümanlığı öğreniyorlar ve son minvalde Burma'nın bir parçası olarak tanıyoruz Arakan'ı. Ama Arakan, Arakan olamıyor artık. Yeni ismiyle, oraya Rakhin denmeye başlanıyor. Yerli halkın büyük çoğunluğunu oluşturan Rakhin'lerle anılıyorlar.

Ama birileri unutuluyor orada... Rohingya'lar... Müslümanlar.

Arakan'da Rakhin'ler kadar onlar da var, Rakhin'ler kadar onlar da yaşıyor ama etnik varlıkları kabul görmüyor.

Ne yazılmış bir tarihleri var, ne de onlar için planlanan bir gelecek.

Kısa süre öncesine kadar sosyal medyada paylaşılan haber ve görüntüler olmasa, Rohingya'ların varlıklarından ben de bihaberdim. Dünyanın bir yerinde, ülkelerinden etnik kimlik çatışması ileri sürülerek kovulan, aksi takdirde ölüme mahkum edilen bu insanları bilmiyordum.

İşin ilginç yanı, tüm bu olan biten eziyet "yeni" değil. Yıllardır süregelen "talihsizlik" silsilesinin devamı ve sosyal medyanın gücüyle Güney Asya'dan dünyanın geri kalanına duyurulabilen kısmı.

Ve işin acı yanı, duyurulmaya çalışılan gerçekler asıl duyması gereken kişilerce dikkate alınmıyor.

Burma Başkanı etnik temizlik yapacaklarını "edepsizce" dile getirebiliyor.

Bunları söylerken hiçbir çekincesi yok.

Nasılsa Dünya sadece dinliyor.

*** 

"Bir koyun veya keçi Fırat nehri kenarında gezerken kurtlara yem olsa kıyamet gününde onu benden sorarlar diye korkarım." diyor Hz Ömer.

 Ülkesindeki kıyımdan kaçıp Bangladeş'e sığınmaya giden ama geri çevrilince nehirde, sandalların içinde yaşam mücadelesi veren aileleri kıyamet gününde bizden sorarlar mı? Ya sorarlarsa cevabımız ne olur?!

 

Müslüman Kardeşler’le fiilî manada tanışıklığım 2010 senesine uzanıyor. Yani Mübarek’in kendisinin ve rejiminin dimdik ayakta olduğu ve mutlak otoritesine muhalefet edebilen tek örgütsel yapının İhvan olduğu bir dönemde, teşkilata mensup arkadaşlarla tanışma ve hareketin muhteviyatını öğrenme fırsatı elde etmiştim.

Zihnimdeki İhvan tanımı; o zamanların baskıcı rejimi altında devamlı zulme uğrayan mazlum muhafazakar müslüman topluluğu olarak yerleşmişti. Nitekim adaletten uzak suçlama ve yargılamalar, hapisler, ölümler zihnimdeki tanımlamayı doğrular nitelikteydi.

Ve seneler geçti...

Önce Arap Baharı geldi. 30 yıllık hükümranlığın ardından Mübarek gitti; Mısır reelde ilk demokratik seçimini yaptı ve Mohammed Morsi, İhvan’ı temsilen Mısır’ın seçimle gelen ilk cumhurbaşkanı oldu. Buraya kadar yaşanan süreç, averaj standartlardaki bir sosyal medya kullanıcısının takip edebileceği olaylar zinciri olsa gerek.

Bir adım ötesine geçildiğinde ise; sürece dair uzman görüşleri, sosyo politik analizler ve -benim çok da itimat edemediğim- siyasi parti mensuplarının değerlendirmeleri geliyor.

Türkiye; en ciddi meselelerde dahi, duygusallığının tesirinden çıkamayan insanların memleketi. Bu tanım yeni yetme muhafazar gençleri de kapsıyor, yıllanmış solcu zihinleri de, devrimci Türk & Kürt’ü de... Bundan mütevellit hangi mesele üzerine konuşulursa konuşulsun; âlâkadar olmak ya da olmamak, mevzu-bahsin takip edilen ideolojiye uygun olup olmamasıyla ilişkilendiriliyor. Bu çerçeveden bakıldığında; İhvan yönetiminin darbeyle indirilmesi siyasi bir gelişme olarak görülür, savunuculuğu ya da karşıt olma hali meseleye dair iç-dış parametreler göz önüne alınarak belirlenebilir. Bunlar düz mantıkla dahi bakıldığında kabul gören yaklaşımlardır. Ancak darbeyi takrîben gerçekleştirilen katliam “insanî” bir meseledir. İdeolojilerin kısıtlamalarından münezzeh, tamamen vicdanlara seslenen bir olaydır.

Mısır halkı Morsi yönetimine şikayetlerini haykırmak için Tahrir’e çıktığında, “yabancılar” olarak meseleye müdahil olmamamız gerektiğini savunmuştum. Benzer senaryolar birkaç hafta öncesinde Taksim’de yaşanmışken, “yabancı” basın ve yorumcuların olayı ne boyutlara taşıdığına daha yeni şahit olmuşken, Mısır’ın iç meselesini kendisi halletmesi gerektiğinde nettim. Hele ki İhvan’a yöneltilen şikayetlerin birçoğunu haklı bulurken, İhvan savunuculuğu yapmak doğru değildi. Ta ki, yönetimin darbe eliyle değiştirilmesi ve hemen arkasından vuku bulan katliamlara kadar...

Türkiye’yi duygusal bulmamdaki örnekler süreç takibini bir adım geriden yaptığınızda netlik kazanıyor. Gençlerin birçoğu İhvan’ı sosyal medyada paylaşılan fotoğraf ve haber linklerinden tanıyor; kendilerine yakın buldukları siyasi parti ve grupların söylemlerine sarılıp ya muhafazakar İhvancı oluyor ya da ulusalcı söylemlerle darbeye destek veriyor.

Mevzuya hakimiyetleri “duyduklarından” ve onlara “söylenenlerden” ibaret. İstisnalar elbette mevcuttur; ancak kesin olan gerçek şu ki ilmimizle, bilgimizle değil; etkisinden kurtulamadığımız duygusallığımızla yargılar ve peşin hükümler verir olduk. İnsanlar “birey” olduklarının şuurunu kaybetmiş vaziyette; kitleleri oluşturan figuranlar edasında holiganlık yapar hale geldi.

İslamiyet’te hizmetin yolu anarşi ve terör değildir; nasihattir, irşattır. İhtiyaç duyulan; birbirimize sıklıkla bu hakikati hatırlatmak ve yıkıcı olmaktan ziyade yapıcı olmaktır.

 

Işın gruplarının etrafımızdaki cisimlere çarptıktan sonra gözümüzde bıraktığı etkiye renk denir. Renkler psikolojik etkileri baz alınarak incelendiğinde karşımıza sıcak ve soğuk renkler olmak üzere iki farklı grup çıkar. Sıcak renkler kişiyi uyarır, neşelendirir, enerji ve dinamizm verirken; soğuk renkler daha çok yatıştırıcı ve dinlendiricidir. Özünde ciddiyet taşır. 

Renklerin dünyasına yaptığımız bu kısa gezintiden sonra, onların günlük hayatımızdaki algı mekanizmalarını nasıl etkilediğine geçelim.

Renklerle düşünebilmekten bahsediyorum.

Bir elbisenin,ojenin ya da çiçeğin rengi N.Ş.A’da herkes için birdir, değişmez. Elbise pembeyse, pembedir. Kırmızı bir ojeyi gören herkes, ojenin renginin kırmızı olduğunda hemfikirdir.

Ancak renkler; soyut düşünce ve kavramlarla kullanıldığında subjektif nitelik kazanmaya başlar : Beyaz bir mutluluk, koyu bir yalnızlık gibi.

İfadeler soyutlaştıkça tasvirlerde kullandığımız renkler değişkenlik göstermeye başlar.

Şehirlerin insan ruhunda bıraktığı izler gibi…

Fas’ın neşesi, turizmin kalbi Marakeş, kırmızı bir şehirdir. Şehrin mimarisinde kullanılan magribî tuğlaların yanı sıra; şehir hayatındaki canlılık da buraya “kırmızı şehir” ismini yakıştırır. Havası oldukça sıcaktır; her an her yerden bir at arabası ya da motosiklet çıkabilir. Gece gündüz dinmeyen canlı ve dinamik yapısıyla Marakeş kırmızıdır.

Kahire…7000 küsur yıllık medeniyet tarihine sahip, yaşlı ama bir o kadar da ruhu genç şehir. Rengi sarı. Tepeden hiç inmeyen güneşiyle, caddelerde yürürken aniden esen rüzgarla yüzünüze çarpan kum taneleriyle Kahire tabiî ki sarıdır. Canlıdır. Sıcaktır. Kahire insanı yüreğinde taşıdığı sayısız dert yüküne rağmen güleçtir, selimdir. Onlar için hala bir hayat vardır ve hayat dolu Kahire, sarıdır

Cenevre… İdealizmin beşiği. Barışın, düzenin yüzyıllar boyu hâkim olduğu Avrupa şehri. Rengi mi? Tabii ki soğuk, yatıştırıcı olan gri. Şehrin hemen her yerine hâkim sessizlik içerisinde adeta bir dinlenme seansında gibidir Cenevre. Caddeler, evler… Hepsi bu şehre gri rengi yakıştırabilecek denli düzenli, durudur. İnsanlar yüzlerinde şehrin atmosferine adapte olmuşçasına gri renkte bir ifade taşır. Duyguları, mimikleri yoktur. Sükûneti, düzeni ve insanlarıyla Cenevre gridir.

Ya İstanbul?

İnanın, ona tek bir renk atfetmenin haksızlık olacağı düşüncesindeyim. Bu şehir, adeta gökkuşağının yeryüzündeki temsilidir. İstanbul; içinde barındırdığı her tip insan ve hayatla, renklerin dünyasından ancak beyazla örtüşebilir. Beyazın içinde tüm renkleri barındırması ve saflık / güzellik sembolü olmasıyla, İstanbul elbette beyazdır.

 

Nezakete bu denli önem verdiğimi bilmiyordum.

 

"Ne denli?" mi diyorsunuz?

 

Hannibal Lecter'a hayran olabilecek denli.

 

Ve şimdi de "Hannibal? O da nerden çıktı?" mı diyorsunuz?

 

Hemen anlatmalıyım o zaman...

 

Günlerden bir gün kendime, "Kuzuların Sessizliği" isimli filmi neden bu zamana dek izlemediğimi sordum. Bu benim için bir eksiklikti, çünkü klasikler arasında sayılabilecek filmleri izlemiş olmam gerektiğine inanırım. Buna prensip diyebiliriz. Ve evet, işte tam olarak bu prensiple bahsettiğim filmi izlemeye başladım. Filmi (her ne kadar sinema eleştirmeni olmasam da) günümüz standartlarıyla kıyasladım ve çok da büyütülecek bir yanı olmadığını düşündüm. Ancak tek bir şey farklıydı. O da Psikiyatr Dr. ve aynı zamanda filmin seri katili olan Hannibal Lecter'dı. Oldukça zeki, kibar ve sıradışı bir insandı.

 

Filmin en etkileyici replikleri, Doktor Hannibal ve dedektif Clarice arasında geçen konuşmalardı. Biri seri katil, biri FBI ajanı olan bu iki zıt karakterin hiçbir zaman dillendirmedikleri ama içten içe birbirlerine karşı her daim hissettikleri "hayranlık", filmde izlenmeye değer bulduğum şeydi!

 

Belki de sırf bu yüzden, Hannibal ve Clarice'in hikâyesini merak edip durdum. Kafamda onlar için mümkün olabilecek "sonlar" yazmaya çalıştım. Bu iki insanın birlikteliğini diliyordum ama gerçek hayat bunu asla mümkün kılamazdı. Ben tüm bu olası senaryolarla meşgulken, 2001 yapımı Hannibal filmini izlemenin kafamdaki soru işaretlerine en güzel cevap olacağını düşündüm. Sonuçta, bu hikâye orada devam ediyordu.

 

Ve evet... Doktor Hannibal her zamanki nezaketiyle yine oradaydı ve film boyunca Clarice ile olan her görüşmesinde karşınızda bir seri katil değil; aksine, centilmenliğin kitabını yazabilir bir beyefendi görüyordunuz.

 

Yalnızca nezaketin beni büyüleyemeyeceğine eminim.

 

Kapıldığım bu büyü, Hannibal'ın zekâsını da içeriyordu.

 

Size bir sır verebilir miyim?

 

Buna kulak verin: Zekâ ve nezaket!

 

Ben bu ikisini bir arada görüp de, hayran kalmayacak insan tanımıyorum!

 

***

 

Hannibal, film boyunca karşılaştığı her türlü insanı sivil ya da polis ayırt etmeksizin öldürürken, Clarice'e tek bir zarar vermedi. Ver-e-medi!

 

Peşindeki polisleri atlatabilmesi için bağlı olduğu kelepçelerden kurtulmalıydı. Ancak, kelepçenin bir ucu kendi eline bağlıyken, diğer ucu Clarice'in elindeydi. O an bundan kurtulmak için tek yol kelepçelere bağlı olan ellerden birini kesmekti. Ve o "seri katil", Clarice'e zarar vermektense, kendi elini kesmeyi yeğledi.

 

Biliyor musunuz? Buna isim bulamadım.

 

Aşk olabilir.

 

Ya da psikopat birinin bir kadına olan tarif edilemez "hayranlığı"!

 

Ne derseniz deyin, ben bu "şeye" saygı duyuyorum...

 

Hatta açık ve net söylüyorum, ben Hannibal Lecter'ın hayranıyım!

 

O bir seri katil. Kurbanlarının kulaklarını ve vücutlarının belirli bölgelerini yiyen bir seri katil hem de.

 

Ama erdem sahibi.

 

O adamın değer yargıları var.

 

Bir kere kibar.

 

İnsana değer vermeyi biliyor.

 

Ve bir bayanla nasıl konuşulması gerektiğini de...

 

***

 

Clarice, Hannibal'ın kaçtığını anladığında üzülmüştü. Hatta gözünden yaş gelmişti.

 

Hiçbir FBI ajanının, bir katili kaçırdığı için ağladığına şahit olmadık.

 

Çünkü Clarice, o an bir ajan değil; hayranı olduğu kişinin gidişine üzülen kadındı!

 

Film sonunda Hannibal bir uçakta.. Yine bilinmeyen bir yerlere doğru, izini kaybettirme yolunda!

 

Kuzuların Sessizliği biterken, Hannibal Clarice'e bir veda telefonu açmıştı. Clarice ona, "beni öldürmek için peşime düşecek misiniz doktor?" diye sorduğunda o alışageldiğimiz nezaketiyle cevap vermişti : "bunu neden yapayım? Ah Clarice, öyle sanıyorum ki; sen içindeyken dünya bir başka güzel!"

 

***

 

Tüm bunlardan sonra, söylenebilecek çok fazla şey yok sanırım...

 

Ben,  "zekâ ve nezaket"in büyük bir hayranıyım! Ve tabii Doktor Hannibal'ın da...

Online dergiler Online dergiler