Dursun ile Yusuf

Osman Kibar tarafından yazıldı. Aktif .

DURSUN İLE YUSUF

Sarışına yakın açık kumral saçlı, delen bakışlı, orta üzeri boyluydu ve onun için durupdururken olduğu yerde durdu, taş kesilmedi ama sanki çakılıp kaldı. Bir kişi bu özelliklere sahip diye niye dursundu, durmanın da bir yolu yordamı âdabı usul û erkânı biçimi sebebi gereği amacı anlamı olmalı değil miydi...

Vardı elbet ama bugünlük, şimdilik o an yokmuş gibiydi.

Durma işi gerçekleşince ilk elde biricik yoldaşı Dursun’u düşündü. Kendini ‘yedinci son ve tek erkek çocuk’ diye tanıtan Zonguldak delikanlısı... Ora delikanlı yerine kömür falanla ünlüydü fakat Dursun’un kömür mömürle ilgisi yoktu (yine de kömür karası kaşları vardı). Yekten harbi bir yiğitti. Yiğidin harman olma işinin adresi her ne keder Yozgat dense de Dursun bu konuda da aksine ferman yazdırır türden on okka çeker özge bir yürekti. 

Doğuma adaklar adanmış doğar doğmaz al bağlanıp kınalar yakılmış mevlitler okunup hatimler indirilmiş üzerine titrenip zerre toz kondurulmamış bir dediği iki edilmemiş iken -ne yazık- yediği önünde yemediği ardında olamamıştı. Yoksulluk ve yoksunluk adlı yedi püsküllü nesne yüzünden sulu tarhana, bol soğanlı yumurta katığıyla büyüyen bedenin serpilme, bıyığın terleme çağı geldiğinde sık nazarlı, az azarlı olup yeni tomurlu kısrak edalı kanıayaklı nice tazenin iç çektiği göz süzdüğü hedef kimliği edinmişti. Mahallede fısıltılar onu konuşuyor çıkışı hemen duyuluyor geçişi belli oluyor, rastlama tesadüf bekleyiş duruş kokuş acaba, belki de bugün soruları göz ucundan kayıp fistan ucu savurtan yele karışıyor bütün sokak fark edilmek için yarışıyor. Elde kova bakraç yarım oya dantel kasnak iğne iplik (hatta ocakta tencere bekleten kimi fettanlar denmiştir ki, vebali söyleyenedir), düşürülmeye ayarlı karanfil (gül, ellerin nemiyle serhoş), dağınık unutulmuş saç, savrulan perçem, ‘hergün bir yana düşer bu nasıl baş bağlama’ diye sorduran allı yeşilli çemberler... Bunca malzemeye desteklik eden iç çekiş soluyuş anlam dolu öksürüş kalça ahengine göre şekillenen ökçe tıkırtıları... Sıradan görünümlü kaldırım taşları da masum değil, bu oyunda üzerine düşeni düşünmeden yerine getiriyor. Düzgün değil de eğri büğrü durup zavallı vücutların yürürken aldığı şekillere suç ortaklığı yapıyor. Dursun aşkına hepsi taşlıklarını -taş kalpli sananlara inat- daha bir belli ediyor.

Uzaklardan duyup düşenler, keşke gelmeseydik diyenler, görüp gönül üşürenler, boşluk içkisi içip yokluk yemeği yiyenler...

Gün geldi baba göz ağrılarına nazar okutmak muska bağlatmaktan usandı. Bozulan işini bahane edip yedekte köroğlu İstanbul’a göç yolunu tuttu. Kendileri varmadan ünleri ulaştı, Dursun adı dillerde dolaştı. İlk önce -her zaman olduğu gibi- bitkiler kıskandı! Güzel İsmail Efendi’den beri böyle Yusuf görmemiş Dersaadet’te güllerin rengi daha kızıllaştı, soy tükenmesiyle didişen laleler ilkin boy verip Dursun’u görünce boyun büker oldu. Sümbül leylak sardunya menekşeler ise koklanma umup koparılmayı bekler halde solup gitti. Erguvanlar çom çom olup salkım salkım döküldü. En dayanıklısı gül çıktı; nebevi bir iltimasla kızıllığı arttıkça arttı, İstanbul kıpkızıl bir gülşen olayazdı.

Anası muskanın yetmediğini biliyordu, sivilce ve çıbanlardan medet umdu, olmadı. Bıyığın terlemesi bitmiş, ipeksi bir temas sakalla birleşmişti. Kadın ‘Bi sarığı eksik, o da olsa memlekette doğranmadık el kalmayacak mâzallah’ diyordu. Geceleri başucu bekliyor, koca bebesini gül çiçek canım yavrum kuzum sonrası ‘yusufum’ diye seviyordu. Rüya bölücü müşfik temaslardan şımaran çocuk, alışık bir yan dönüşle çölde buzdan sular içtiği kuyu başındaki rüyasına dönüyordu. Kadın ‘Yusuf nebiye kıyan cahiller sana da kıyar, âh kuzum insan içine çıkma kurt kapar’ diyordu. Kendinden artık kadınlık değil oğluna analık bekleyen evdeşinin yanına varmazdan önce alnına kömür karası çalıyordu.

Tazeler körpeler yeniyetmeler yetmemiş gibi duldan eramilden yenigelin tayfasından da âşıklar türemişti. Oğlanı bu azgın suyun önünden almak zordu. Çarşı pazara çıkamaz okula gidemez iki iş edemez olmuştu. Dağınık saç kirli sakal eski giysi yırtık ayakkabı... hiçbiri çare olmadı. Öyle sanki daha çekici fazla ışıldayıcı hal alıyor geceyi yırtan dolunaya dönüyor karşısında yıldızlar sönüyordu.

Anne baba akraba dostlar tanıdık tanımadık... hiç kimsenin aklının ucundan dahi geçmeyen o şeyin olacağı umulur muydu? Ama oldu. Dursun, kara kuru bir mahalle dilberine tutuldu. Yalanın gerçek, iftiranın hakikat çıkmasıyla yıkılan annenin de nutku tutuldu. Baba gittiği yerden geç döner, oğlan içini yer eriyip gider oldu. Âşıklar, tutkunlar ancak o zaman adının Dursun olduğunu hatırladı; Yusuf olsa Zeliha gibisine bile bakmazdı deniyordu.

Karamık kara kuru kız ise hiç oralı değildi. Devlet kuşu diyenlere ‘Ankâ olsa gözümde yok, gönlümü hüsn-ü mutlaka adamışım, meğer mukayyed ola n’ola’ karşılığı veriyordu!

Hekimler deva doktorlar çare olamadı, dualar kabul olunmadı olacak, etrafa sessizliğin ağırlığı çömdü. İş ilk önce karış ardınca karmakarış çoğa varmadan kördüğüm halini aldı. Olmazlığı anlaşılınca hırçınlık isyan kopuş üzüş bilmezlik kapanışlar yaşandı. Epey sonra tanımsız bir durgunluk baş gösterdi. Ağzı dualı öğüdü makbul bir hoca ziyarete getirildi. Kalkışa yakın yalnız kalınca ‘Tebdil-i mekanda ferahlık vardır, gönlün kapısı tektir ama inşallah maveradan başka kapılar açılır’ dedi. Çocuk, öteki onca sözü geçip buna sarıldı. Deli akan kanına cam kırığı ve sivri uçlu küçük hançerler karıştı. Damar çeperlerine çarpan keskin şeyler kanında sürüklendi. Acıtan akışlı kan yolculuğu kalbe her varış ardından bitti denirken yeniden başlıyor, genç bünye dayanılmaz darbeler altında sarsılıyor, zavallı güzellik gözlerinin ağlayışına dayanamayıp kendi de hıçkırıyordu.

Bir gün damar kıyısını zorlayan kararlı bir sivrilik -her nedense- bundan vazgeçip daha yukarılara yol tuttu. Çocuğun beyni bu çılgın sıçrayışı beklemeye başladı, işe akıl karıştı fikir bulaştı. Hız kesmeyen yükseliş beyni tırıs geçip akla uğramadan geçip gitti... bilinmedik görülmedik duyulmadık pek çok şey daha oldu. Gönlüne duruluk geldi. Delikanlı verdiği karara bürünüp uyudu ve sabaha karşıyı beklemeye koyuldu.

Mahalle bir çığlığa uyandı.

Anne ‘Gitti oğlum uçtu tutamadık’ diye yaka bağır yırtıyor, baba sakalından süzülen yaş topluyor. İlk önce on, sonra yüzlerce taze vücut, âşık gönül halinde paylaştıkları kader yanına bir de ayrılık ekliyor...

Darmadağın derde düştüm, yâr zülfünde tarak mıyım diyen şair bile sustu.

Asla unutulmadı ama pek fazla bir şey de olmadı. Anarşistlere karışmış falan denmesinden dokuz ay sonra da vuruldu haberi duyuldu. Koparılan çığlık, akıtılan gözyaşı, ak düşen perçem eriyen beden yanında can kıymaya kalkan sayısız taze, bin bir yalan ve olmazı belli türlü vaadle dünyanın zaten fani olduğuna ikna edildi.

*

Kimi kuzular için, anası dursun dese de durmaz önde gider denmiştir.

Dursun’u yolda durdurup vurmuşlardı. 

İşte şu an kendisi de durmamış durdurulmuştu.

Durduran, durdurmakla görevli ve birörnek giysili silahlı memurlardı. Anladı... (kim anlamaz ki). Demek, böyle veya buna benzer gerçekleşiyordu. Çok bekletmediler, kırk gün işkence görüp bir İstanbul alacasında beşinci kat penceresinden atılarak öldürüleceği emniyet müdürlüğüne götürüldü.

 

Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

Yazar Hakkında

Osman Kibar

Online dergiler Online dergiler