Bir Kadın Sevdim Adı Aysel

Kemal Gökkaya tarafından yazıldı. Aktif .

Hatay’a göç edeli tam altı ay olmuştu. Burada daha fazla sığınamayacağımı geçen ay çıkan çadır yangınında anlamıştım. Nasıl olduğunu anlamadığımız bir şekilde, yan çadırda kalan canlı canlı yanmıştı. Hiçbir şey yapamadık. İtfaiye geldiğinde her şey sönmüş, bir tek Azraf ağbiyle hanımın ciğeri hala alevler içindeydi…

Artık gitmeliydim buradan. Halep’in arka sokaklarına gömdüğüm ailemden bir tek ben kalmıştım geriye. Biz Türkiye’ye gelirken sadece vatanımızı değil, haysiyetimizi de geride bırakmıştık. Acıya alışmıştık artık. Gözümüzün önünde yanan Malik’in acısı bile bir ayda unutulmuştu. Sinek avlar gibi avlanıyorduk, kanatlarını hızlı çırpan kendini Hatay’daki sığınma kamplarında buluyordu. Bir akşam otururken konuyu Azraf ağbiye açtım. ‘Ağbi ben gideceğim buradan, iş bakacağım kendime’ dedim. Kafasını yerden kaldırmadan, en ufak bir şaşırmışlık belirtisi bile olmadan cevap verdi, ‘Nereye gideceksin? Ne iş yapacaksın?’ En çok çalıştığım ama cevaplarını da bilmediğim yerden gelmişti sorular. O an aklıma geldiği kadarıyla anlattım; ‘Önce direk İstanbul’a gideceğim. Bizim amca çocuklarından biri, bir arkadaşının ailesiyle Bağcılar diye bir yerde ev tutmuş. Kabul ederlerse onların yanında kalacağım. Büyük şehir elbet ben de bir iş bulurum'. Halep’teyken boyacılık yapıyordum. HSBC bankta açtırdığım hesaba birkaç kuruş para da yatırmıştım. İstanbul serüveninde bu parayı kullanmaya karar vermiştim…

Bir Ekim sabahı Azraf ağbi, hanımı ve ben düşmüştük yollara. Aslında bir sığınma kampından, bir sığınma şehrine gittiğimizin farkındaydık. ‘Olsun’du, ‘Bir umut’tu, ‘Belki’ydi, en iyi niyetlisinden bir belki...

İstanbul’da gezmediğim yer kalmamıştı. Suriyeli olduğumu anladıklarında dilenciye acır gibi bakan gözlerden sıkılmıştım. Ben alnımın teriyle çalışıp para kazanmak istiyordum, dilimin döndüğünce iş istiyordum ama şivemin farkına varan herkes yardım istediğimi sanıyor ve beni geri çeviriyordu. Ne kiralık bir ev bulabiliyorduk ne de çalışacak bir iş. Saat, kemer, cüzdan ve parfüm piyasası zencilerin elindeydi. Her biri Swatch satış temsilcisi gibi çalışıyordu. Bizden daha önce geldikleri için birçok sektörü ele geçirmişlerdi ve kabul etmeliyim ki bizden daha iyi Türkçe konuşuyorlardı…

Azraf ağbi de benim gibi akrabalarının yanında kalıyordu, yakın mahallelerdeydik. O benden biraz daha şanslıydı. Bir müteahhittin inşaatında sıva yapıyordu. Türk işçilerin üçte birine çalışıyordu ama bu bile ona yetiyordu… İstanbul’da da yüzüm gülmemişti. Zaten yüzümün bundan sonra sadece yüz nakliyle gülebileceğini sanıyordum. İstanbul’dan ayrılmanın zamanı gelmişti…

Buralarda Behzat diye bir komiser varmış, ben hiç görmedim ama çok meşhur buralarda. Ankara’da tanımayan yoktu Behzat komiseri.  Her gün karşıma çıksa diye dua ediyordum. Bir gün bir yerde karşılaşırsak eğer, ona bütün olan biteni anlatacaktım. Halden anlayan, düşmüşe yardım eden, korkusuz bir polis bana da elini uzatırdı elbet. Vatanımı, haysiyetimi, ekmeğimi kaybetmiştim ama umudumu hiç kaybetmedim. Bir gün vazgeçersem eğer, birkaç gazetede, göze bile çarpmayacak, sıradan bir ‘mülteci ölüm’ haberi olarak kalacaktım. Sadece başlığını okunan, kaderim gibi en küçük puntolarla yazılmış, içeriği hiç bilinmeyen sıradan bir ölüm haberi. Adım bile tam yazılmayacaktı; ‘Suriyeli mülteci Mahir Ç. Ankara-Cebeci’de kaldığı evin kömürlüğünde ölü olarak bulundu…’

Sonunda bir işim olmuştu artık. Bir dekorasyon şirketinde her işi yapıyordum. 800 lira maaşla boyacı olarak anlaşmıştık. Daha doğrusu anlaşamamıştık. Kemal diye bir muhasebecileri vardı, o gugıltıransletten patronun dediklerini Arapçaya çeviriyor, sonra bana okutuyordu, ben de dilim döndüğünce cevap vermeye çalışıyordum. Nihayetinde orta bulup, anlaşmıştık. Boya işi olmadığı zamanlarda alçı işlerine yardım ediyordum, o da olmasa yaptıracak bir şey buluyorlardı…

Cebeci-Dörtyol’da bir daire boyanacakmış. İzzettin ağbi yanıma bir çırak verdi, ‘Mahir, kadının beğendiği rengi katalogda işaretledim, nalbura uğrayın önce, boyalar hazırdır’ dedi. Her zamanki gibi bana sağır muamelesi yaparak bağıra bağıra adresi tarif etmeye çalıştı. Zaten Ankaralılarda anlamadığım nadir şeylerden biri de buydu. Türkçe bilmeyen herkesi sağır zannediyorlardı. ‘Tamam, ağbi’ dedim. Çırak İbo’yla birlikte önce nalbura uğradık, boyaları alıp, Manolya sokağı aradık, boyayacağımız evi bulduk. Kalburüstü bir apartmanda, 4. Kattı. İlk o gün gördüm Aysel’i. Kapıyı açar açmaz profesyonel bir boksörden kroşe yemiş gibi oldum. Bir an sokağın adını, Aysel’den esinlendiklerini düşündüm. İçeriden bir çocuğun ‘Anne’ diye bağırmasıyla irkildim. Evliymiş demek ki diye düşündüm. Birkaç saniye evvel kapıldığım bütün imkânsız hislerden, bir ‘anne’ kelimesiyle vazgeçmiştim. Zaten paramparça olan umutlarım, Sahra Çölü’ndeki kumlar gibi uçuşup gidiyordu…

‘Oğlum. Mahir. Bak seni severim bilirsin. 3 aydan beri yanımızda çalışıyorsun, Allah var bir yanlışını görmedim ama tam 5 gün oldu ulan o dairenin boyası başlayalı. Ufak tefek şeylerle uğraşma diye İbo’yu da verdim yanına. Niye bitmedi hala oğlum bu daire?’

Hepsini olmasa da cümlenin ana düşüncesini anlamıştım. Aysel’e olan aşkımın ilk firesini vermiştim artık. Üç günde bitmesi gereken daireyi, beşinci günde hala bitirememiştim. Bitsin istemiyordum ki, ne kadar uzun sürerse, o kadar çok görürdüm Aysel’i. ‘Tamam, ağbi. Bu gün bitecek inşallah. Birkaç rötuş kaldı’ dedim. İzzettin ağbi’de fazla uzatmadı, konu kapandı. Aysel, uzun yıllar önce kocasından boşanmış. Kısacası herif bunu yarı yolda bırakmış. At yarışlarından parayı bulunca, bir çocukla bırakıvermiş zalim herif, Aysel’i uluorta. Maddi olarak elini eteğini pek çekmemiş, şimdi ki oturdukları daireyi alıp Aysel’in üstüne yapmış. Mahkemenin bağladığı nafakanın, hep fazlasını yatırmış hesaba. Yılda birkaç kez de uğrayıp oğlunu görmeye geliyormuş. Dünyanın da parayla döndüğünü zanneden bu adam, ne Aysel’e koca, ne de oğluna baba olabilmiş. Oysa ben Aysel’in gözleri için bile Ankara’yı ateşe vermeye hazırdım. Eğer olur da bir gün Behzat komiserle karşılaşırsam bu konuyu da o’na açmaya karar verdim…

Yarım yamalak Türkçemle kâğıda yazdığım çay davetini, okuduğunda gözleri iki defa büyümüştü Aysel’in. Hem kızgın, hem şaşkındı. Sinirlenince çok güzel olduğunu fark ettim, bir kere daha âşık oldum. Daha önce evlenmiş olması, bir çocuğunun olması benim için hiç önemli değildi. ‘Ben ikisine de bakarım’dı. İmkânsızdı, sızıydı, sancıydı ama yine de güzeldi onu sevmek. Davet, beni işimden de edebilirdi, Ankara’dan hatta canımdan bile, umurumda değildi. İki arada bir derede kalmıştı Aysel belliydi. Gözlerinin içinde sustuğu bir şeyler vardı. O’nu tutan, sinirlendiren, şaşırtan ve susturan nedenleri ben de iyi biliyordum. Sanırım dul bir kadın, Suriyeli bir mülteciyle evlenmek istemezdi…

Aysel, sabit, çizgileri belli olan kararlar almış, davetimi kabul etmişti. Televizyonda izlediği kadarıyla Suriyelilere acıyordu ve beni altı günde tanıdığı kadarıyla insan olarak seviyordu. Belki o da etkilenmişti benden, onun büyük engelleri vardı. Beni kırmamak için davetimi tam yirmi dört gün sonra kabul etmişti. Dörtyol küçük bir yer olduğundan, onun istediği, gözden uzak bir yerde, sadece beş dakika görüşecektik. Eğer bir duyulursa görüştüğümüz eski kocası Erol’un ikimizi de öldüreceğinden korkuyordu. Bu beş dakika bile bana yeterdi. Artık daha iyi Türkçe konuşuyordum, bu beş dakikayı kelimeleri ikileyerek harcamayacaktım, kararlıydım. Söylemek istediğim sadece birkaç kelimeydi; ‘Evlen benimle Aysel...’

‘Bak Mahir. Beni anla diye tek tek, kısa ama öz konuşacağım.’ Gözlerimi ‘Tamam’ der gibi kırpıyordum. Anladığımdan şüpheli bir şekilde konuşmaya devam etti.

‘Birisi tarafından beğenilmek güzel bir şey ama senin söylediğin şeyler delice. Eğer beni, geçmişimi biraz tanısan böyle bir şeye cesaret bile edemezdin. Benim ayağıma, kendimden ağır demirler bağlı. Aklında ne varsa sil at. Seni üzmek, kırmak istemem. Gerçekten çok iyi bir adamsın. Her kadının sana ilgi duyabileceği kadar da yakışıklısın. Bazen şaşırıyorum, Suriye’den bu kadar yakışıklı nasıl oldu da çıktı diye’ cümlesi bittiğinde gülümsüyordu, onu gülerken gördüğümde söylediği her şeyi unutmuştum… Bir şeyler söylemem gerekiyordu;

‘Ben öyle şeyler yaşadım ki, taş olsa ikiye yarılırdı. Annemi, babamı, ablamı gözümün önünde hava uçurdular. Ellerimle enkaz kazdım. Bak bu tırnağımdaki yara izleri, hep o günlerden. Üstümde eski bir ceketle, bir katır arabasında sekiz kişinin arasında, Hatay’a zoraki göç yaptım. Sığınma kamplarında tam altı ay yaşadım. 5 yaşındaki çocuk gözümüzün önünde canlı canlı yandı. Şimdi sen imkansızlıktan mı bahsediyorsun? Benim bunca şeye rağmen ayakta kalmam da imkansız değil miydi? Ama kaldım ve beni ayakta tutan nedenlerin başında artık sen geliyorsun Aysel…’

‘Benim bir oğlum var ve beni de ayakta tutan tek şey onun varlığı. Ben sana ümit vererek, onun hayatını, senin hayatını ve kendi hayatımı mahvedemem. Şurada seninle oturduğum bile duyulsa, öldürürler bizi. Erol, ilgisiz gibi görünse de burada ki adamlarına beni izlettirir. Her şeyden haberi olur. Senin geleceğin, benim muhafazakâr yaşamımda saklı değil. Güzel bir anı olarak hatırla beni, ama fazlasını hiçbir zaman umma.’

Gidiyordu… Daha fazla konuşacak bir şey yoktu. ‘Aysel, evlen benimle!’ diye bağırdım arkasından. Döndü ve ‘Ben zaten, bensizlikle evliyim ve bütün yakışıklı adamlar mutlaka bir gün evli bir kadına aşık olurlar’ dedi. Haklıydı, herkesin hayatının üstünde mutlaka bir ‘olmamışlık’ izi vardı…

‘İşte her şey böyle Said ağbi. 35 yaşında, çocuklu ve evli bir kadına aşık oldum. Allah bütün imkânsızlıkların belasını versin’ dedim. Said ağbi şaşkın şaşkın anlattıklarımı dinliyordu araya ayıp olmasın diye bir soru sıkıştırıverdi.‘Peki şimdi ne yapacaksın?’

‘Ağbi sen doğma büyüme Ankaralısın değil mi?’

‘Evet. Keçiören’de doğdum. Ulus’ta büyüdüm. Cebeci’de öleceğim.’

‘He tamam işte ağbi, benim ilacım sende. Bu Ankara’da Behzat diye bir komiser varmış. Hangi kahveye gitsem hep ondan bahsediyorlar. İyi bir adammış, fakire fukaraya yardım ediyormuş. Ona bir ulaşsam her şeyi anlatsam, bana da bir yardımı dokunur. Nasıl bulabilirim ağbi ben bu adamı?’

‘Behzat komiser mi? Hangi Behzat la? Behzat Ç. mi?’

‘Evetağbi soyadı değişik bir şey’ dedim. Cümlem bittiği anda kahkahayı bastı Said ağbi. Ciddi ciddi konuşurken birden ne oldu da böyle gülmeye başladı anlamamıştım. Gözlerinden yaş geliyordu, elini masaya vurdukça, çay bardakları zıplıyordu…

‘N’olduağbi niye gülüyorsun ya? Yanlış, komik bir şey mi söyledim?’

Kahkahalarından zar zor sıyrılarak, derin derin nefes alarak birkaç kelime söyledi ‘Lan oğlum manyak mısın sen? Ne Behzat’ı? Ne Ç. si? Oy anam oyyy…’

‘Ağbi vallahi anlamadım. Neye gülüyorsun sen şimdi, soyadını söyleyemedim ona mı?’

‘Lan oğlum yok yok. Behzat Ç. dizi dizi. Yok öyle birisi. Film icabı o. Film lan o. Manyak mısın sen? Kim kandırdı seni?’

Said ağbinin söyledikleri çivi gibi çakılmıştı beynime. Olduğum yerde donup kalmıştım. Demiştim ya umutlarım Sahra Çölü’ndeki kumlar gibi dağılıyordu ve şimdi o Sahra Çölü’ne Ali Ağaoğlu yeni projesini dikmişti. Beton olmuştu bütün umutlarım…

Yazar Hakkında

Kemal Gökkaya

Kemal Gökkaya

1989 Sinop doğumlu. Uzun sürmüş bir öğrencilik hayatının ardından İşletme Fakültesini bitirdi. Ele güne karşı Denizcilik Fakültesini kazandı, ancak okumadı. Sağlam Galatasaraylı’dır. Ayrıca Sakaryaspor'u da tutar. Öğrencilik yıllarında kız tavlamak için yazdığı şiirler, zamanla keskinleşti; ve önce kendisini kesti, sonra başkalarını kanattı. Postiga Yayınları tarafından neşredilmiş bir şiirsel deneme kitabı bulunmaktadır: MÜSTAH'A(ş)K [2012]. İlerleyen zamanlarda çıkacak olan bir roman ve öykü kitabını aynı anda yazmaya devam ediyor.

Kafa Kâğıdı:    

 

Online dergiler Online dergiler