KISA METRAJ ÖYKÜ TADINDA: KOLTUK

Yaşamak için çalışan, çalışmaktan yaşamaya vakit bulamayanlar kulübünün daimi üyesiyim. Kulüp üyeleriyle birlikte bu durumun irade dışı mı meydana geldiğini yoksa kendi tercihimiz mi olduğunu sorgularız, fakat her zaman tek cevap hakkı tanıyan iki şıklı sorulardan nefret etmişimdir.

Bu tür sorular istediği cevabı almak için vardır. Cevap veren kişinin iradesi hiç mi hiç önemli değildir. Oysa ki hayat, ne bu kadar yüzeysel ne de tek yönlüdür. Zaman zaman kurguyla gerçek, yetenekle çaba iç içe geçtiği gibi zorunluluklar ve tercihler de iç içe geçebilir. Bu hayat hem zorunlulukların hem de tercihlerin birlikteliğinin bir ürünüdür.

Metropolde yaşamak iki saatlik bir filmi iki dakikalık fragmanıyla anlamaya çalışmak gibidir.

Gösterilenle gerçek arasındaki mesafe izleyicilerin hayal kırıklığıdır ve çoğu insan umutlarını kaybetme ihtimalini göze alarak filmi izlemeye cesaret edemez. Bir süre sonra, fragmanın filmin kendisi olduğuna inanmaya başlar insanlar.

İz bırakan şairler, yazarlar ve yönetmenler söyleyeceklerini metaforlar aracılığıyla dile getirir çoğu kez. Aslında hayatın kendisi başlı başına metaforlar kümesidir ve bu kümenin elemanları da hayatın basit gerçekleridir. Önemli olan filmin kendisini izlemeye cesaret edebilmektir.

Otobüsün durağa yanaşmasıyla birlikte hesaplar başlar zihinlerde. Oturacak yer bulma umudumu çok önceleri zaten kaybetmiştim. Sırtımı dayayabileceğim bir yer olsun yeter. Böyle zamanlarda otobüs koltukları çok değerli görünür insanın gözüne. Deriden yapılmış, heybetli ve kendinden dönmeli makam koltuklarından dahi değerlidir.

Makam koltukları insana sonsuza kadar yatabileceği mezar gibi gelir ve insan kalkmamak üzere heybetiyle çöker koltuğun içine. Makam koltuğu insan onurunun mezarıyken, otobüs koltukları yolculuk bittiğinde terk edilir kolayca. Belki de insanın bu kadar değer verip de kolayca vazgeçebildiği nadir nesnelerden biridir, otobüs koltuğu.

Otobüste çeşitli yolcu grupları vardır. Bu grupları denek olarak düşünüp sosyolojik çıkarımlar yapmak dahi mümkündür. İnsan mutsuzluğunun can bulduğu işe gidiş saatlerinde yolcuların çoğu erkekse, ailenin çalışan üyesinin genellikle erkek olduğuna dair çıkarım yapılabilir mesela. Çoğu kez arka sıraları erkekler işgal eder. Belki bu da ataerkil dünyanın otobüsteki yansımalarıdır. Kafasını öne eğip gözlerini kapatacak kadar yola pervasız olan yolculardan uzak durmak gerekir. Bir sıra önünüzden veya arkanızdan birileri kalktığında başkalarının oturduğunu izlemek en talihsiz anlardan biridir. Sanki insanlar size karşı sözleşmiş gibidir. Ne zaman oturan biri kalkma eğilimi gösterse ayaktakilerin zihnindeki hesaplar hayat bulur hamlelerle. Yolcu kalkmazsa eğer herkes hayal kırıklığı içinde yoluna devam eder. Tam siz oturacakken araya başkasının girmesi insanın tepesinin tasını attırır. Başlarsınız bu uyanığa saydırmaya. Tabi ki içinizden… Zihninizde yankılanır durur küfüler ve hakaretler. Başka türlü öfkenizi yatıştıramayacağınızı düşünürsünüz. Yol ilerledikçe umutlarınız da azalmaya başlar. Baktınız ki oturamayacaksınız kendinizi teselli etmeye başlarsınız: ”Zaten yolun yarısından fazlasını geçtik, otursak ne olur ki bu saatten sonra.’’Yol boyunca asla oturamayacağınıza kendinizi tam inandırdığınız sırada son durağa bir kala birçok koltuk boşalır. Bu sefer de ‘’ne yani, bütün yol boyunca her yer doluyken son durağa bir kala koltukların boşalması iş mi’’ diye isyan edersiniz. İsyanınızı dışa vurursunuz meydan okuyarak koltuklara.’’Bu saatten sonra oturmuyorum’’ der ve kalan bir duraklık mesafeyi de ayakta gidersiniz. Son duraktaysa bütün yolcular iner. Makam koltuğundan değerli koltuğun artık hiçbir kıymeti yoktur. Oturmak için yapılan hesaplar da bir o kadar anlamsız. İçten içe de olsa edilen küfürler ve hakaretler, zaman zaman hayat bulan tartışmalar, yer vermemek ve yer kapmak için oynanan oyunlar utandırır bu defa.

Yahu adam, niye anlattın bunca şeyi bize diyerek kızabilirsiniz bana... Dediğim gibi, mesele fragmanın ötesine geçebilmekte. Sonrası metaforlarla anlatılan basit gerçeği keşfedebilmektir.

Otobüs dünyayı, yolculuksa hayatı simgeleyen bir metafordur. Farklı hayatlarımız, hayallerimiz ve amaçlarımızla doluşuruz otobüse. Kız arkadaşıyla buluşmaya giden de vardır, ekmeğini kazanmaya giden de. İdealist hayallerine kavuşmak için yola çıkan öğrenci de vardır, yaşadığı şehri hayalleri için terk etmek üzere otogara giden de.

Bu dünyanın kıymetlisi de koltuklardır. Herkesin peşinde koştuğu dikili ağaçlardır, koltuklar. Oturabilmek için yapılan hesaplar, oynanan oyunlar da eksik değildir bu dünyada. Yolculuk başlarken çok değerli olan bu koltukların yüzüne bile bakılmaz yolculuk bittiğinde. Kiminin yolculuğu uzun kimininse kısadır, ama elbet her yolculuğun bir sonu vardır ve bu son, koltuğun da onun için yapılan hesapların da ne kadar değersiz olduğunu anlatır. Marifet sona gelmeden bunu anlayabilmektir.

Yolculuğun sonuna bir kala koltukların değersiz olduğunu anlamak sizi kurtarır mı bilmem, ama son durakta anlamaktan iyidir.

Yunuscan Ebici

Paylaş

BİR RAMAZAN DUASI

Laboratuara sığdırılamayan yüce Allah’ım, bizleri de kullarının laboratuarlarından esirge! Onların her türlü dalaverelerine kobay olmamak için bizleri koru!

Ne tanrılık taslamak türünden kalp gözlerimizi kör et, ne de biz gibi kullarına kul eyleme bizi!

Şu gani âleminde, “BEN ZENGİNİM” havalarıyla çalım atan zengin-kodoşların sofralarında lokmalanacak derecede alçaltıp, aç bırakma bizleri ya Rabbim!

On bir ayın Sultanını, markalı-yıldızlı otel resepsiyonlarına hapsedenlere fırsat verme ya Rabbim!

Beş yıldızlı otellerde senin adına şatafatlarla ikram edilen lüks iftar yemeklerini bizlere nasib etmektense, iftarsız ve sahursuz bir ay oruç tutmanın sabrını ver Allah’ım!

Yarabbim, “kendilerine akıl verdiklerinin” akıl sahiplerine yeniden akıl ver!

Verilmiş akıllarını silah namlularına milimetrik yerleştirmiş şu beyinci-tetikçilerin, her türlü hedefleri olmaktan uzak tut bizleri!

Eterlenmiş beyinli entellerin, art niyetli ve zehirden mutfaklarına malzeme olmak gafletine düşürme bizleri!

Yarabbim, minnacık serçeleri yeniden öldüren çocukluğumuza dönüştürüp, ‘sapan’a düşürme bizi!

Balıkların bile artık sularda boğulduğu şu kirletilen dünyaya yeni baştan “İNSAN” nasibeyle Allah’ım!

Ölmek sana kavuşmaksa, birçok inananın sana dönüş korkaklığına kaptırma bizi. Said-i Nursivari, mahpuslarda naaşı kaybedilen ölüm bağışla ya Rabbim!

Kendi icatları olan “çelik mide”lilerin o, uzuvlarına yaptıkları mal-mülk yığınağı telaşesindaki delalete düşürme bizleri!

Onlarca apartman dairelerine sahip olanları, her gün ayrı bir dairede oturmaya mahkûm et ya Rabbim!

Kadın’a şeytan diyen, sonra kadını sevip, ondan zürriyet edinenlere; lütfen, nasıl oldu da şeytanı sevebildiklerini hatırlat!

Senin adına ve mülk-saltanat adına, ama hep savaş isteyen, şu iblis kimlikli kullarını, yalvarırım, yaratmış olduğun başka bir planetine hicrete zorla…

Mars’a, Jüpiter’e yeniden hayat ver de, şu barıştan korkanlar def-ü bela olup oralara yerleşsinler... Ve böylece tabiat, hayvanlar, ağaçlar sonra da biz rahatlayalım ya Rabbim!
Allah’ım, fakiri fakirin başından eksik etme... Yoksa acından ölür fakir, işi zenginlere kalırsa!

Henüz bir aileyi idare etmekten aciz, ehliyetsiz çırakların ülkemizde reis, bakan, örgüt/parti başı ve idareci olmalarına izin verme Allah’ım!

Yanlışlarda olduğu gibi, doğrularda da muhalefeti meslek edinmişleri, ebedi muhalefete mahkûm et ya Rabbim!

Birbirimizin ana dillerine saygı-kabul göstermemekle, yıllardır kardeş-eti yiyen bizlere, yeni bir dil, yepyeni bir lisan öğret Allah’ım!

Kimi yazar-konuşanların, kimi de çizer-görüntüleyenlerin, ama çok “ince” fesatlarından bizleri muhafaza eyle ya Rabbim!

Asker-sivil dalaşmalarından gına gelen bizlere, ya tümden asker olmayı nasib eyle, ya da askerlerimizin sivilleşmesini sağla ya Rabbim!

Ama dağdaki, ama bağdaki ölüm cellâtlarını, yalvarırım, onları cellâtlaştıranlara yönelt Allah’ım!

Ekonomide paraya biraz şefkat, şefkatliye de para nasip et ya Rab!

Suların bol olduğu ülkemizde su darlığı çeken fakirlerin hatırına, riyakâr müslimlere gusül-abdestlerini, sözde demokrat ve liberallere de yıkanmalarını Coca Cola ile nasib et!

Ve sevgili Allah’ım, nasıl olacaksa her gün yeniden yaşanacaklar... Evvela ve sonra ,”Sadece sana kulluk eder ve sadece senden yardım isterim” kudsiyetine halisâne bağla bizleri!

***

Fransa’da akademisyen olarak yaşamına devam ederken, iki yıl önce vefat eden Sadi Inak adına; yayınlatan, yeğeni Ömer Faruk Alimoğlu

KUTUBİSTAN ANAYASASI: 'KOD'UM MU OTURTURUM!

Türkiye güzel memleket. İçindeki insanlarıyla, o insanların samimiyeti ve sevgisiyle güzel memleket. İçinde barındırdığı kültürlerle ve bu kültürlerin getirdiği yemekten elbiseye kadar zenginlikleriyle güzel memleket. Taşıyla, toprağıyla ve ilk medeniyetlerin kurulduğu coğrafyasıyla güzel memleket, ama bu güzel memleketin yüzündeki acı hiç eksilmiyor ve bizler bu memleketin insanı olarak önümüzde duran sorunlar yüzünden memleketimizin güzelliklerini yaşayamıyoruz. Bu sorunların en önemlilerinden biri de ‘kutuplaşma’.

Kutuplaşma demek insanların farklı görüşlere ve ideolojilere sahip olması değil, kutuplaşma demek bir görüşe, inanca ya da ideolojiye sahip olan topluluğun diğer toplulukları bastırmaya çalışması ve bunun neticesi olarak toplumdaki bireylerin kendi varlıklarından ziyade ait oldukları topluluğa bağlı olarak tanımlanması ve farklı sosyal topluluklar arasında güce ve ezmeye dayalı siyasal bir mücadelenin verilmesidir. Kutuplaşma demek kolayca bir bireyi çok kimlikli halinden tek kimliğe indirgeyip zihinde onu kategorize etmek ve ona kategorize ettiğiniz zihinsel tanımlara bağlı olarak davranmak demektir. Kısacası kutuplaşma demek bireyden önce ideolojinin ve isimden önce siyasal tercihlerin yer alması demektir.

Türkiye’de halk kesiminde yani tüm toplumsal örgütlenmenin temelini oluşturan bireylerde kutuplaşmaya bağlı olarak davranış özellikleri gösterme arzusu temel olarak yer almasa da birtakım amaçlar uğruna özellikle basın yoluyla bilinçaltına empoze edilen kutuplaşmanın yol açtığı davranışlar ciddiye alınmayacak gibi değil. Mesela otobüste yolculuk eden birey, yanı başında duran, hayatında daha önce iletişim kurmadığı kişiyi okuduğu kitaba ya da gazeteye bağlı olarak kolayca kavramlar içerisinde sıkıştırabilmektedir. Nasıl bir insan olduğunu dahi bilmediği bireyin tüm karakterini, geçmişini ve düşünce yapısını umursamadan bireyin elindeki gazeteye bağlı olarak kendisine servis edilen kavramlara o bireyi sıkıştırmakta ve adeta kimlik katliamı yapmaktadır ve bu kavramlar süreç içerisinde önyargılara dönüşmekte, yüz yüze konuşmuşluğu dahi olmayan insanlar birbirlerini tek kimliğe indirgeyerek bireyler arasındaki mesafe gittikçe açılmaktadır. Bu sorun kendini açık bir şiddet halinde yansıtmasa da toplum psikolojisinde zihinler arası uçurumlara ve bozukluklara yol açmaktadır. Kutuplaşma halkın kendi bünyesinde ürettiği bir sıkıntı değildir ve bu bizzat toplumun eğitimli bireylerinden ve siyasal, sosyal alandaki aktörlerden kaynaklanmaktadır.

Cumhuriyet tarihinde her ne kadar Demokrat Parti ile birlikte muhafazakâr-milliyetçi görüş daha büyük oranlarda meclise yansısa da asla meclis ülke yönetiminde ana aktör haline gelemedi ve sürekli belirli noktalarda gerek asker gerek yargıç gerek gazeteci gerek akademisyen sıfatıyla konuşlanmış resmi ideoloji tarafından engellendi. Cumhuriyet tarihinden bu yana ilk kez iktidar olan siyasal görüş çoğunlukla CHP ve asker üzerinden resmi ideolojinin konuşlandığı noktaları hedef alarak harekete geçti ve muktedir olmayı başardı ya da bizler böyle zannediyoruz. Muktedirlik sürecine gidilirken ya da muktedirlik sürecinin bizzat kendisinde ilk kez tabu haline gelmiş resmi ideolojinin uygulayıcıları güçlerini kaybetmeye başladığı için her zamankinden daha şiddetli bir çatışma söz konusudur ki bu çatışmanın şiddeti de bizi kutuplaşamaya kadar götürmektedir.

Kutuplaşmanın ortaya çıkmasındaki temel sebeplerden biriyse ‘’kodlama’’ algısıdır. Bir olayda birden çok bileşen varken bireyler sadece karşı oldukları için olayın anlamını ve içeriğini sorgulamadan kendilerince kesinlikle yanlış kabul ettikleri bileşene odaklanarak bu yanlışlığı tüm bileşenlere mal etmekte ve bu yolla tüm olayı önceden koşullanmış bir şekilde ‘’yanlış’’ veya ‘’kötü’’ olarak belirleyebilmektedir. Oysaki birden fazla bileşeni içinde barındıran yapılara dair ‘tek’ cevapların bizi doğru sonuca ulaştırması mümkün değildir. Mesela ‘’2-1=1 ve 4-2=1’’ bileşenlerinden oluşan bir yapıya yönelik doğru mu ya da yanlış mı şeklinde sorulan soruya verilecek cevaplar her halükarda yanlış olacaktır çünkü bu yapı içinde cevapları farklı olan bileşenleri barındırmaktadır. Sadece yanlış bileşenden yola çıkıp bu yanlışlığı yapının tamamına mal etmek ne kadar hatalıysa sadece doğru bileşeni ön plana çıkarıp yanlışları görmemek ise o kadar aldatıcıdır. Bir de hayatın matematik kadar donuk olmadığını ve duyguların yol açtığı daha karışık bir yapıya sahip olduğunu düşünürsek bir bileşenin dahi farklı yüzlerinden dolayı duruma ve koşullara göre farklı cevaplarının olabileceğini söyleyebiliriz. Bu durumu birkaç örnekle somutlaştıralım:

Osmanlı şeriat ile yönetilmiştir.

Osmanlı son dönemdeki yeniliklere karşı gelindiği için yıkılmıştır.

Bu durumda şeriat, yeniliklere karşı çıkan gerici bir yapıya sahiptir.

Örnekte önermelere bağlı bir mantık yürütme ve önermelerden çıkan bir sonuç görmekteyiz, fakat unutulmamalıdır ki yanlış önermelerden oluşan bir yapının doğru sonuca ulaşması mümkün değildir. Bunun için de şu örneği inceleyelim:

Bulutlar beyazdır.

Pamuk beyazdır.

Bu durumda bulutlar pamuktan oluşmaktadır.

Bu kodlama yönteminin ne kadar hatalı olduğunu bu örnek ile mizahi bir bakış açısıyla anlatmaya çalıştım. Oysaki gerçekten bilgi sahibi olan ve şekilsel kodlamalar yerine bilgisine ve gerçeklere dayanarak fikir üreten insanlar, Osmanlı’nın şeriatla yönetildiği dönemlerde dahi dünyanın en büyük devletlerinden biri olduğunu, bunun direkt olarak şeriata bağlanamayacağını, fakat bunun en azından şeriatın ilerlemeye engel olmadığını gösterdiğini söyleyebilir. Ayrıca Osmanlı’nın sanayi devriminin gerisinde kaldığını ve Fransız devriminin yaydığı milliyetçilik ve özgürlük gibi kavramlardan devletin içerisindeki farklı milletlerin etkilendiğini ve bu tür sebeplerin Osmanlı’nın dağılmasında etkili olduğu bilgisine ulaşabilir. Bu kodlama örneklerini şu şekilde çoğaltabiliriz:

Batı gelişmiştir.

Batı şu şekilde giyinir.

Dolayısıyla gelişmek için Batı gibi giyinmeliyiz.

Veya;

Modern insanlar felsefe ve sanatla ilgilenir.

Modern insanlar dini önemsemezler.

Dolayısıyla felsefe ve sanat dine karşıdır.

Görüldüğü gibi bütün bu kodlamalar bulutun pamuktan oluştuğunu iddia eden yargıdan farksızdır ve sadece şekli olarak geliştirilmiş ve anlamsal olarak derinliği olmayan ve gerçekçi olmayan düşüncelerdir. Maalesef ki hiç düşünmeden ve sorgulamadan fikirlerini bu kodlama yöntemiyle oluşturan birçok birey var toplumda ve bu bireyler de bakkalından profesörüne kadar geniş bir kitlenin parçasıdır.

Bu kodlama eyleminin ortaya çıktığı diğer bir örnekse günümüzdeki ‘endişeli modern’ tartışmasıdır. Son zamanlardaki gelişmeleri ele alırsak alkolle ilgili düzenlemede çıkan tartışmada alkol kullanan bireyler yasaktan dolayı endişeli olmakla kalmıyor bir de ‘modern’ ifadesiyle tanımlanıyor. Sanırım bu tanımlamaya da şu kodlama yöntemi yol açıyor:

Sanatçılar, düşünürler ve entelektüeller alkol kullanır.

Bu kişiler toplumun modern bireyleridir.

Bu durumda toplumda alkol kullanan bireyler moderndir.

Oysaki varoş olarak tanımlanan ve ekonomik ve sosyal koşulların geri kalmış olduğu bölgelerde alkol kullanıp eve gelince karısını döven birçok kişi bulabilirsiniz. Dolayısıyla modernlik kılıkla, kıyafetle ya da içkiyle değil bilgi birikimi, düşünce dünyası ve hayata bakış açısıyla değerlendirilmelidir. Dante gibi önemli bir düşünür ideal devlet düzeni olarak monarşiyi önermektedir, fakat günümüzde düşünsel konulardan uzak ve en azından Dante kadar derinliği olmayan bireylerin bile büyük çoğunluğu demokrasiden yana tavır koyacaktır. Bu duruma göre bu bireyler Dante’den daha mı modern?

Peki, neden ülkenin önemli köşe yazarları ve ‘aydınları’ dahi alkol yasağına karşı çıkan bireyleri onların niteliğine bakmaksızın kolaylıkla ‘modern’ olarak tanımlayabilmektedir? Bu durumun da güçle alakası olduğunu düşünüyorum. Bu soruyu derinlemesine incelemek için ‘farklılıklar’ ifadesini ele alalım. Ortaokuldan başlayıp hayatımız boyunca duyduğumuz en ünlü sözlerden biri de ‘’özgürlük, başkasının özgürlük alanını ihlal etmeden kişini kendi özgürlük alanında istediğini yapmasıdır.’’Oysaki kimse bu ifade içerisindeki ‘özgürlük alanının’ ne olduğunu tanımlayamaz. Çağımızda ulaşımın ve iletişimin gelişmesiyle birlikte etkileşimin de son derece hızlandığını düşünürsek sadece bireyin kendisine ait özgür bir alanı olduğundan gerçekten bahsedebilir miyiz? Tunus örneğine baktığımızda isyanın ortaya çıkmasının sebeplerinden birinin wikileaks belgeleri olduğunu görürüz ya da bu isyanın daha sonra Mısır’ı etkilediğini ve bu etkileşimde de sosyal ağların çok etkili olduğunu açıkça görebiliriz. Dünyanın değişime bu kadar açık olduğu ve değişimlerin dikkat çekici bir hızla gerçekleştiği ve bireylerin internet yoluyla kolayca örgütlenebildiği bir çağda sadece bireye ait olan bir özgürlük alanından bahsetmek mümkün mü?

‘Farklılıklar’ çağımızın en dikkat çeken tartışmalarından birisi. Sürekli birileri etrafımızda farklılıklara sahip çıkmalı ve onlara saygı duymalıyız diyor. Peki, gerçekten bunun anlamının farkında mıyız yoksa özgürlük alanında olduğu gibi sadece çağa mı ayak uyduruyoruz? Farklılıklar dil, din ya da birtakım kültürel özellikler olunca tüm sınırlayıcı algıya rağmen daha kolay kabul edilebilir, ama sıra radikal farklılıklara gelindiğinde içgüdüsel olarak muhalefet ediliyor. Bu durumu bir örnekle somutlaştıralım. Muhafazakâr bireylerin etkili bir güce sahip olduğu bir toplumda birtakım insanlar ‘eş cinsel’ olduklarını ve kendilerine toplum içerisinde bu sıfatlarıyla varlık hakkı tanınması gerektiğini söylüyor. Bu durumda, muhafazakâr eğilimli bireyler değerlerinin de gerektirdiği şekilde olumsuz bir tepki verecekler ve bunun üzerine toplumda muhafazakâr olmayan bireyler insanların kendi tercihlerini yaşamakta özgür olduklarını belirterek karşı görüş ortaya koyacaklar. Peki, gerçekten eş cinsel bireyin bu tercihi sadece kendi özel yaşamıyla mı ilgili yoksa kendi özel yaşamını da aşarak toplumu da etkiliyor mu? Örneğin eş cinsel olduğu bilinen bir şair şiirleriyle toplumu etkilerse zamanla bireyin eşcinsel olması toplum nazarında normalleşmeyecek mi ve bu normalleşme sonucu muhafazakâr bireylerin çocukları da eşcinsel olmayı tercih ettiğinde bu gerçekten sadece bireylerin özel hayatımı olacak yoksa toplumda bundan fazlasıyla etkilenecek mi? Peki eşcinselliğe karşı çıkan muhafazakâr bireyler bu tercihe bireylerin istedikleri gibi yaşamalarını engellemek için mi ya da toplumda bunun yangınlaşıp bireyin özel hayatından çıkarak kendi yaşam alanlarına ulaşmasını engellemek için mi karşı çıkıyorlar? Bir başka konu ‘taşıyıcı annelik.’Belki bugün teknolojik yetersizlikten dolayı Türkiye’nin gündeminde yer almayan bu konu beş-on yıl sonra tartışıldığında ve normalleşip uygulandığında bu sadece bireylerin kendi özel hayatıyla mı ilgili olacak yoksa toplumun ana öğesi olan bireylerdeki değişimler toplumun da yapısının değişmesine yol açıp tüm toplumu mu etkileyecek ve bu ihtimalden dolayı bu görüşe karşı çıkanlar bunun yaygınlaşmasını engellemek için demokratik olarak mücadele ederse bu mücadele farklılıklara karşı tehdit mi yoksa bireyin kendi yaşam alanını koruması olarak mı algılanacak? Eşcinsel olmak isteyen birey ya da taşıyıcı annelik yoluyla çocuk sahibi olmak isteyen kadın bu tercihinde gerçekten özgürdür ve hukuki bir sınırlama olmadığı sürece bunun engellenmesi de mümkün değildir. Bu durumda sormamız gereken soru şu: Toplumun içerisinde din ya da ideolojiler gibi yaşamını şekillendirme noktasında farklı referans kaynaklarına sahip olan bireyler var ve referans kaynağı birden çok olduğu için aynı olayda iki durumun da bireyin hakkı olması mümkün. Öyleyse her iki birey de talebinde haklıysa ve gerçekten bireysel alan dediğimiz unsurlar iletişimin ve etkileşimin son derece hızlı olduğu etkileşim çağında toplumu etkileyerek bireysel alandan çıkıyor ve toplumsal alana geçiyorsa kabul etmemiz gereken doğru nedir ya da nasıl bir uzlaşma sağlanabilir? Sanırım bunun cevabını bulmak mümkün değil ve işte bu noktada devreye ‘güç’ giriyor.

Özgürlük alanı çatışmasında her iki taraf içinde adil olan bir çözüm yerine güçlü olanın sözünü geçirdiği bir sonuç çıkmaktadır. Dünyada şu an güçlü olan Batı ve onun kültürü ve değerleridir ve bilgi akışı da Batı’dan Doğu’ya doğru gerçekleşmektedir. Temel hak ve özgürlüklerden ziyade yaşam tarzını biçimlendiren tercihlerin yol açtığı farklılıklara özgürlük, aslında güçlü olana geniş bir özgürlük alanı oluşturmakta ve onun şekillendirdiği hayat tarzını ‘gönüllü asimilasyonla’  topluma kabul ettirmektedir. Bundan dolayı alkol düzenlemesi tartışmalarında alkol yasağına karşı çıkan insanlar ‘modern’ olarak kabul edilmekte ve yasağa karşı durmak erdem göstergesi olarak değerlendirilmektedir.

Farklılıklar üzerinde düşünürken zihnimizde canlanan diğer bir kavram da ‘birlikte yaşam’dır. Birlikte yaşam, farklı hayat tarzlarına, değer yargılarına ve referanslara sahip olan bireylerin kendi farklılıklarını koruyarak aynı toplum içerisinde bulunması, aynı sokakları, sinema solanlarını, parkları paylaşmasıdır. Ülkemizde ne zaman hoşgörü ya da birlikte yaşam kavramı gündeme gelse tartışma ekseni kutuplaşmanın etkisiyle ‘laik-antilaik’ ekseninin dışına çıkamamaktadır. Oysaki teknolojinin gelişmesine bağlı olarak ortaya çıkan küreselleşmenin bize kaçınılmaz olarak birlikte yaşamı dayattığı, çok kültürlülüğün en ileri demokrasi standartlarını yansıtan Batı’da bile tartışıldığı bir dönemde birlikte yaşam konusu farklı açılardan detaylıca değerlendirilmelidir. Birlikte yaşam teknoloji çağının bize dayattığı bir olgudur. Gelenekçi bir ayinle ilgili olarak her daim Osmanlı’daki hoşgörü ortamından bahsetsek de aslında Osmanlı döneminde birlikte yaşamın var olmadığını söylemek mümkündür. Gerek o çağın teknolojik imkânlarının elverişli olmaması gerek de o dönemde farklı etnik ya da dini grupların eyaletler yani gettolar halinde yaşaması birlikte yaşamı engellemiştir. Buradaki hoşgörü kavramı ise Osmanlı yönetiminin ulus devletin aksine topluma dini ya da etnik kimliğiyle yaşama noktasında her hangi bir müdahalede bulunmaması ile ilgilidir. Bu hoşgörünün sınırı da iktidar çıkarlarına bağlı olarak şekillenmiştir.

Teknolojiye bağlı olarak ortaya çıkan ve küreselleşme dediğimiz olgu birlikte yaşamdan kaçışın mümkün olmadığını göstermektedir. Birlikte yaşam aslında kişinin kendi değerleriyle, doğrularıyla yüzleşmesi ve kendisinden farklı olanlarla karşılaşmasıdır. Farklılıkları iki bölüme ayırmak gerekir. İnanca ya da etnik kökene bağlı oluşan kültürel farklılıklar makul değer ölçütlerinde çatışmamaktadır. Mesela, bir bireyin Hıristiyan olması ya da Süryanice konuşması hiçbir yaşam tarzını tehdit etmediğinden çatışmaya yol açmayan farklılıklardır ve birey milliyetçilik gibi hastalıklara yakalanıp insani değerlerden uzak düşünmediği takdirde bu farklılığı kolaylıkla benimseyebilir. Nitekim özellikle gelişme düzeyi açısından geri kalmış bölgelerde çocukluğundan itibaren bu tarz farklılıklar içerisinde büyüyen bireyler bu noktada herhangi bir çatışma yaşamazlar ve en ileri demokrasi anlayışını yansıtırlar. Bu durumda birlikte yaşam bir problem olarak karşımıza çıkmaz.

Yaşam tarzına bağlı oluşan ve toplumdaki bireylerin değerlerini karşı karşıya getiren farklılıklar da söz konusudur. Bu farklılıklar bir inançtan, etnik kimlikten ya da kültürel değerlerden ziyade yaşam tarzıyla ilgilidir. Somutlaştırırsak, Kürt bir sanatçının Kürtçe şarkı söylemesi makul düşünen hiçbir birey için yaşam tarzına yönelik bir tehdit oluşturmamaktadır, fakat toplum içerisinde eşcinsel evliliklerin yayılması, nikâhsız yaşam, sperm bankaları aracılığıyla çocuk sahibi olmak gibi yaşam tarzına dayalı farklılıklar çatışmaya yol açmaktadır. Bu çatışmanın temelinde de bireyin kendi değer yargılarını başkalarına dayatmasından ziyade etkileşimin önlemez olduğu bu çağda kendi yaşam tarzını koruma ihtiyacı yatar. Yaşam tarzıyla ilgili farklı değerlerin çatışması karşımıza ‘birlikte yaşamı’ bir sorun olarak sunmaktadır.

Bu durum bize birlikte yaşamın aslında ‘tavizler bütünü’ olduğunu göstermektedir ve bireyler kendi yaşam tarzlarından ne kadar az taviz vererek birlikte yaşamı sağlayabilirse gerçek demokrasiye o kadar yaklaşılmış olur, fakat bu tavizin her iki taraf açısından da sıfıra indirgenmesi mümkün değildir. Somutlaştırırsak, İslam’a inanan Müslüman, inancının gereği olarak Kuran’ın rehber olduğu, hukukun İslam hukuku dikkate alınarak düzenlendiği ve hatta devlet sisteminin İslam’ın ortaya koyduğu sisteme bağlı olarak şekillendiği bir toplumda yaşamak ister. Diğer açıdan baktığımızda sosyalist ya da komünist bir birey de benimsediği değer yargılarına göre düzenlenmiş bir toplumda yaşamak ister. Etkileşimin bu denli hızlı olduğu bir çağda artık gettolaşma mümkün olmadığı için farklı değerlere sahip bireylerin sadece kendi gibi düşünenlerle birlikte olduğu bir toplum mümkün değildir. Aynı zamanda, bir grubun kendi değer yargılarını başka bir gruba dayattığı bir toplum da mümkün değildir. Bu durumda olması gereken, gerek dindar bireyin gerek sosyalist ya da komünist bireyin kendi değerlerinden taviz vererek birlikte yaşamalarıdır. Bu tavizin sınırları da ‘güce’ bağlı olarak şekillenmektedir. Yukarıda da bahsettiğim gibi güçlü olanın daha az taviz verdiği ve güçsüz olanın fazla taviz vererek bir nevi yaşam tarzının tehdit edildiği bir çağda yaşıyoruz. Somutlaştırırsak, yakın zamanda Harakiri adlı bir karikatür dergisine cinsel içerik taşıdığı için uyarı cezası verildi ya da ‘ölüm pornosu’ adlı kitap içerik olarak uygun bulunmadığı için kitabın Türkiye’de satımına izin verilmedi. Yüzeysel olarak bakıldığında birçokları tarafından ‘gerici ya da yasakçı’ bir tutum olarak nitelendirilecektir bu olay. Hatta toplumun ahlakı size mi kaldı diyenler de olabilecektir. Unutulmamalıdır ki bu toplumda bu dergiyi ya da kitabı okumak isteyen bireyler olduğu gibi bunların yayınlanmasından huzursuz olan bireyler de olacaktır. Bu huzursuzluk sonucu bireyler ‘ben istediğimi yapmakta özgürüm, bu benim özel hayatım’ diyerek savunmada bulunabilirler, ama topluma sunulan dergiler ya da kitaplar bireyin özel hayatı şeklinde değerlendirilemezler, aksine toplumda dönüştürücü rol oynadıkları için toplumsal yaşamın parçası olarak görülürler. Özgürlük ve özel yaşam adı altında güce dayalı oluşan algı tavizsiz ve dayatmacı bir davranışı yansıtmaktadır. Hayat tarzına dayanan sınırsız özgürlük aynı zamanda içinde gizli bir ‘faşizmi’ de barındırmaktadır. Bir de sosyal paylaşımın özel hayatı deşifre ettiği bu çağda gerçekten bireye özel bir hayattan bahsetmek mümkün mü?  Dindarlar, kendi değerlerinden devlet sisteminin ve hukukun belirlenmesinde bu denli taviz verirken dindar olmayan bireylerin birlikte yaşamda taviz verme açısından tahammülsüz olması çatışmaya neden olmaktadır. Bu durumda yapılması gereken kitabın ya da derginin aleni olarak satılmasını engellemek ya da bu noktada birtakım sınırlamalar getirmektir, ama kesinlikle bireylerin bu kitabı ya da dergiyi okuma hakları da engellenmemelidir. Böylelikle hem dindar hem de dindar olmayan bireyler tavizler vererek birlikte yaşam sağlanabilir. Tavizler kaçınılmazdır ve önemli olan en az tavizle birlikte yaşamı sağlamaktır.

Çağımızda güçlü olan kapitalizmdir. Kapitalizm ‘küreselleşme’ adı altında her geçen gün bizi birbirimize benzeştirmektedir. Metropolde yaşayan orta sınıf bir Kürt ailesi ile bir Türk ailesi karşılaştırıldığında yaşam tarzlarının birbirlerine fazlasıyla benzediği görülebilir. Bu durumda, farklılıkların ve birlikte yaşamın bu denli vurgulandığı bir çağda insanlar kapitalizmden dolayı farklı değerlerini kaybetme riskiyle karşı karşıyadır. 

Genel olarak ülkemizde aydın olarak tanımlanan bireyleri incelediğimizde çoğunun muhafazakâr olmadığını sosyalist ya da liberal olduğunu söyleyebiliriz. Sosyolojik bir araştırmayla bu aydınların nerelerde okudukları incelendiğinde birçoğunun muhafazakâr bakıştan uzak Robert Koleji ya da Fransız Lisesi gibi okullarda eğitim aldıklarını ve akademik kariyerlerini de Batı’da şekillendirdiklerini söyleyebiliriz. Mesela ülkücü kesim içerisinde aydın olarak gösterilen Nihat Genç ise Trabzon’da ve farklı illerde ortalama devlet okullarında eğitim almıştır ve bu durum kendisinin ülkücü olmasında son derece etkilidir. Eğer Nihat Genç Robert Koleji’nde okuyup yüksek lisansını Amerika’da yapmış olsaydı kendisi rahatlıkla sosyalist ya da liberal bir aydın olarak görebilirdik. Şerif Mardin’in verdiği bir örneği ele alalım: Erzurumlu bir genç Erzurum’dayken Türk ocağı ile tanışmıştır ve hayatını anlatan kitapta İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okurken kendini Milli Türk Talebe Birliği’nin içinde bulduğunu söylemektedir. Yani küçük yaşlarda bulunduğu çevre hayatının şekillenmesinde ciddi anlamda etkili olmuştur.

Tüm bu örnekler aslında bireyin en fazla öne çıkarıldığı bu çağda aslında düşündüğümüz kadar özgür olmadığımızı ve güçlü olanın yaşamımızı şekillendirdiğini gösteriyor. Tüm bunların Türkiye’deki kutuplaşmayla alakasına gelince ülkede yıllarca siyasal iktidar değişse de Kemalizm olarak tanımlanan resmi ideoloji sistemi kendine göre işletti ve kendisine karşı olanları da sistem içerisinde eritti ve  ‘‘vatan haini, gerici, Atatürk düşmanı’’ gibi kavramları basın yoluyla kullanarak toplum önüne linç edilmek üzere servis etti. İlk kez iktidar olan bir parti kamunun çeşitli alanlarında kökleşmiş resmi ideolojiye karşı mücadele verip onu ortadan kaldırmaya çalışmaktadır ve bu da ciddi çatışmalara ve kutuplaşmaya yol açmaktadır. AKP iktidar olarak statükolaşmış resmi ideolojiye karşı hukuk ve demokrasi mücadelesi vermekle beraber bu ülkenin başka bir vesayete değil sadece ve sadece demokrasiye ihtiyacı olduğunu unutmamalıdır. Var olan güce karşı meydan okumak için yapılan hukuksuzluklar ya da hatalar son bulmalı ve durumu ideolojik hesaplaşma havasının dışına çıkarak samimi bir ‘ileri demokrasi’  arayışında olmalıdır. Acısını yaşadığı resmi ideolojiyi ortadan kaldırmaya çalışırken yozlaşıp kendi şeklini verdiği bir resmi ideolojinin ve statükonun bileşeni haline gelmemelidir. Aksi takdirde gücü eline geçirenin kendi lehine demokrasi adı altında işlettiği çarktan toplum fazlasıyla zarar görecektir ve kutuplaşma siyasetten, kulislerden ve medyadan insanların evlerine taşarak insani ilişkiler ideolojik bakışların arkasında kalarak sorunlu bir toplum meydana gelecektir.

Yunuscan Ebici

HER ŞEY BİR GÖNÜLDÜR…

Bir annenin gönlünden dökülür bu söz evladına

Evladından da bana gecenin bir vaktinde…

“Her şey bir gönüldür”  diyor evlat

Hayretle bakıyorum ve bir an olsun düşünüyorum;

Bu kadar güzel bakabilmenin ne kadar genişletebileceğini gönlü, fikri, zikri...

Tahmin bile edemiyorum…

Gönülden çıkmış sözler geliyor aklıma;

Gönülden muhabbetler,

Nasıl da huzurla dolduğum…

Öte yanda gönülsüz sözler geliyor aklıma

Gönülsüz muhabbetler

Nasıl da hüzünle dolduğum…

Huzur da hüzün de bir gönle bakarmış meğer

Her şey bir gönülmüş kıymetini bilirsen eğer...

Fatma Esra Günaydın

YİNE Mİ SEN?

Yaklaşık son 30 yılımıza damgasını vuran daha doğrusu popülar hale getirilen bir olgu cemaat, daha özelde Fethullah Gülen hareketi. Keza bugünlerde de dillere sakız olmuş bir vakıa, bir muamma. Türkiye’nin tam kabuk değiştirmeye başladığı ve her zaman için bu olgudan rahatsızlık duyan belli bir kesimin, bunun önüne geçmek için kulladığı bir jargon oldu artık cemaat.

Cemaatin bu ülke için ne kadar büyük bir tehlike olduğunu açıklamadan evvel konu ile alakalı ya da alakasız bir duruma değinmek istiyorum. Açıklamak istediğim şu: Cemaate müntesip insanlar (burada genel anlamda düşününüz) var ve bunun karşısında da bir grup insan mevcut. İşte ben biraz bu karşıt grubu anlatmak istiyorum. Bunların kim olduklarını.

Genel olarak iki alt başlık altında düşünülebilinir bunlar. Birincisi bilinçli olan grup, ikincisi ise bilinçsiz. Bilinçli grubu oluşturanlar genel olarak dış etkenlere bağlı yaptıklarında, söylediklerinde hep bir amacı güden,  planlı çalışan ve daha doğru bir tabirle cemiyet oluşturmuş olanlardır. Açıkçası bu grubun tek bir sorunu vardır: Din düşmanlığı. Bunlar için insan hakları, laiklik, demokrasi, ordu vs gibi kavramların anlamlandırdığı tek nokta dinsizliktir. Dinsizlik sadece İslam karşıtlığı olarak algılanmamalı. Hristiyan, Musevilik gibi semavi dinlerin varlığından da rahatsızlıkları olup; zaten bu dinlerin içini boşalttıkları için sıra İslam’dadır ve İslam’a 600 sene bayraktarlık yapmış Türkiye’dedir öncelikleri.

Bilinçlilerin ardından gelen bilinçsiz vakıalar daha kroniktir. Cehalet, ön yargı ve özgür yaşama isteği (Buradaki özgür yaşam sadece halt yemem fiilinin içine alabildiği herşeydir, yani nefs-i emmarenin ve şeytanın emrettikleridir. Körelen ruhların Don Kişot’luğudur anlayacağınız. Ama mesela çarşafla okumak, sakalla okumak değildir özgürlük bunlar için) gibi kavramlarla bilinçsiz bir karşıtlık beslemektedir bu gruplar. 

Türkiye’ye kurulan yabancı okullar bu bilinçlilere asker yetiştirme kurumu olmuştur adeta ve ilk olarak kışla görevini görende bu kurumladır. Burdan mezun olanların bilinç altına yapılan tecavüzler sonucu oluşturulan karşıtlıktır ki, bugün karşımızı bilinçsiz yargıya varma mekanizmasını insan bedenine enjekte eden şey. Hasıl-ı kelam bunların çoğu çok akıllı insanlar olmayıp, entelektüel bir tavır takınmayı giydikleri elbiselerle olacağını ve ağızlarında pelesenk olmuş bir kaç özel kelimeyle ulaşacağını sanan insan yığınlarıdır. 

Mesela yurt dışıyla alakalı bir çok programa katılanlarda, ülkemizdeki yabancı okulların yapmış olduğu hizmeti yapmaktadır. Yurtdışına gidip belli bir dönem orda yaşayıp “geniş özgürlüğü” tattıktan sonra aynı askerlik vazifesini bunlarda çıkarmaktadır. Maalesef bu tip insanlar çok fazladır.

Cemaat… Çok büyük bir tehlike bu topraklar için. Düşünün ki ülkeyi düşmanlardan korumakla mükellef olan Genelkurmay başkanlarımız bile bu konuya çokça üstü kapalı veya açık değindiler. Dendi ki; bu vaziyet artık akıl almaz bir duruma ulaştı. Mesela yalancı darbe iddialarıyla masum ve şerefli Türk generallerine ve subaylarına komplo kuruldu, Ergenekon yani. Balyoz iddianamesiyle de aynı insanlara vuruldu. Polis içindeki örgütlemeleri ve kendilerine çıkar sağlamaları, Cübbeli Ahmet Hoca’nın Fethullah Gülen’e yaptığı eleştriler nedeniyle tutuklanmasına ne diyeceksiniz? Ve en son ve büyük iddia Fenerbahçe Cumhuriyetini ele geçirme iddiaları!

Eğer akıllı insanlarsak ve hala vicdanımızı yitirmemişsek şunun bir kere farkına varmamız gerekiyor. Yukarıda belirttiğim vakıaların hepsinin çıkış noktası bir suç: Şike, darbe, suikast planları... vs. Hepsinin altında bir cemaatin çıkabilme ihtimalini düşündüğümüzde ve bu ihtimalin matematiksel olarak ne kadar olduğunu söylebildiğimiz ölçüde mantık ve vicdanlı olabiliriz.

“Efendim! Darbeyi kasaplar, manavlar mı yaptı?” diye bir söz duymuştum bir televizyon programında. Ortada çok ciddi bir suçlama ve bu suça dayanak edilecek belgeler mevcut. Tüm bunlar ortadayken insanların bunun arkasındakine bakmaya çalışmasını ben anlayamıyorum. Varsayalım ki bu olayın ardında cemaat var ve tüm belgerin adalet mekanizmasına ulaşmasını sağladı. Bu durumda sadece yapılacak şey minnet borcudur başka bir şey değil. Zira bu tarihlerde (2003-2006) eğer bir darbe vukuu bulmuş olsaydı sizin değil torunlarınızın dahi dünya muvazenesinde yüzü kızarmış olacak ve zaten çok yüksek olan aşağılık kompleksimiz logaritmik olarak artacaktı. Keza bu durumdan da anlaşılacağı üzere cemaat kavramı bir takım insanlar tarafından (burdakiler yukarıda bahsettiğim bilinçli takım)  işlenen suçları örtpas etmek için ve meselenin bakılması gereken odak noktasını kaydırmak için kullanılan bir anahtar kelimeden başkası değil. İşin bir diğer tarafıda bu tür kandırma ve tiyotro oyunlarına da kimilerinin kanmasıdır. (Buradakilerde bahsetmiş olduğum ise bilinçsiz tayfası. Düşünmeden yargı mekanizması çalışan insanlarda yankı bulması meselesi yani)

Fenerbahçe konusuna da biraz değinmek istiyorum. Fenerbahçe’yle cemaati vurma doğrudan olarak Aziz Yıldırımın işidir. Aziz Yıldırım’ın ne tür bir insan olduğu herkes tarafından bilinir. O da birçok zengin gibi oluşturmuş olduğu medya grubuyla olayı; Fenerbahçe eşittir cumhuriyet ve ona şeriatı getirmek isteyen cemaatin savaşı gibi gösterdi veya gösterilmesini sağladı. Sonuç: Şike bir kenarda ve Amerika’ya giren kupalar! Şu üç beş satırı okuduktan sonra olaylar arasında vakıalar değerlendirilip, sinir krinizi geçirmemek bilemiyorum bir hakkaniyetli insan için mümkün müdür?

Her yıl düzenlenen ve bu senede onuncusu düzenlenecek olan Türkçe Olimpiyatlarına takdir ile bakıp, bunca insanın canla başla yeri gelip kanla büyüttükleri bir çiceğin gübresi olmaktan daha aşağı bir vaziyette konumlanmak, bilemiyorum ki nasıl tip insanlara yakışır. İşte bilinçli bir mekanizmanın yine bilinçli biçimde yarattığı bilinçsizlik topluluğunda gerçekleri görmek ve hiç olmazsa buna çaba sarfetmek insanlık borcudur, farzdır veyahut ne derseniz deyin...

Not: Asena’nın bile cemaatten muzdarip olduğunu ve cemaatin onun önünü kestiğini biliyor muydunuz?

Sağlıcakla kalın…

İÇİMİZDEKİ SES 
Bugün dünün ertesiydi ve bugünde dünleşmeye yüz tuttu, yani saat gece yarısına yolcu. Göz kapaklarında kepenk indirme merasimi başlıyor. Uyku, Araf ve uykusuzluk denkleminin bilinmeyenini arayadururken sen bekli de yüzlerce soru işareti sıkıştı araya. Gecenin tonunda bir sessizlik ve caddeden geçen arabalar yine oyunbozanlık yapıyor. Bu betimistik atmosferden daha derin daha doğrusu psikolojik konuma geçecek olursak 604 800 saniyeyi yani 10 080 dakikayı yani 168 saati kısacası bir haftayı geride bırakırken beyninin ücralarındaki birkaç sorunun tetiklediği birkaç yüz soru meydana geldi.

Hep bir endişe; yarın hangi maske çıkacak şansıma? Yarın nasıl bir tiplemeyi oynayacağım? Yarın bu Allah’ın belası toplumun çıkar ve menfaati doğrultusunda ortaya çıkan hangi rolü canlandıracağım? Yarın hangi gerçekle yüzleşeceğim? Yarın hangi hatamın faturası kesilecek? Yarın canımı sıktığı için görmemezlikten gelip kaçtığım hangi doğruya yeniden teslim olacağım? Yarın hangi dünü yaşatacak bana? Vb. vs. sonsuzluk işareti…

Hep korku, kaygı, takıntı ne derseniz deyin ama sorunlarla eş zamanlı olarak doğan bu sorular daha derin bir tasvir yapacak olursak eğer ‘’geveze amma velâkin sürekli gerçekleri sayıklayan içimizdeki o ses’’ Yakamızı hiç bırakmayacak bizimle alakalı ya da alakasız her şeye maydanoz olacak, bir usta gibi görevini en iyi şekilde üstlenmekten kaçınmayacak. Ona birileri bu işi yapması için yüklüce para veriyordur mutlaka. Maşallah peygamber sabrı! Bu kadar ucuz ve ya bedavaya sunuyorsa kendini. Ve işini ustalıkla yapıyor da. Biz kaçtıkça o kovalıyor biz geri adım attıkça o misliyle ileri adım atıyor. Ne bir elektrikli sandalye ne de ilkel bir işkence türü olan kızgın ateşlerde gezdirilmiş bir demir parçası bununla rekabete girmeye cüret edebilir. Eğer illa ki varsa karşısına çıkabilecek bir şey anca cehennemdir o da yanıldıysam kusura kalmayın. Bu denli kafa kurcalayan , ‘’kalp’’ kurcalayan insanın içini kemiren o malum şey ‘’vicdandır’’ yaptıklarımızın bir yansıması, gözlerimize kusursuzca enjekte eden bir aynadır. Kendi mahkememiz, adaletimizdir. Uygulamaya koymak bir nevi hâkimliğinin başarı oranını güçlendirmek, söz geçirici bir hal aldırmak yine bizim kendi elimizde, kalbimizde, kalbimizin iktidarında ki hüküm sürme yeteneğimizdedir. Bakmalık değildir bu ayna ölçmeliktir. Vidasında biz yaparız ibresini de. Sonuç itibariyle o ‘’ses’’ o ‘’tartı’’ o ‘’ayna’’ tek bir vücut olarak vicdandır.

Muhammed Güney

Online dergiler Online dergiler