Süleyman Kahraman

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Doğum yeri, kaybedilen toprakların aziz hatıraları sayılacak topraklardır. Daha henüz emekleme safhasında iken Türkiye’ye adım atarak 21 sene T.C topraklarından ayrılmadı. Bir senelik Karl Marx Stadt’da eğitimine yama yaparak, makine mühendisi olma yolunda özgeçmişine bir parantez ekledi. İlkokul ve liseyi İstanbul’dan önceki başkentte, üniversiteyi ise sanayi göbeği Kocaeli’nde okudu. Birkaç deklanşör hamlesiyle fotoğraf işinde amatör, birkaç karalamayla da yazmakta…

 

Kafa Kâğıdı:    

 

 

 I

Havalarda iyice soğumuştu. Dört kişiye yetecek masada, camın duvar vazifesi görmesi ve manzaraya nazır olmasından dolayı duyduğu memnuniyetle gözü dışarı dalmış; aklı ise bambaşka âlemlerde, yalnız başına oturmaktaydı. Aslında hem gözü hem de aklı, yenik ve yıkık viranelerden farksız yerleri mesken tutmaktaydı kendilerine.  Önünde sonradan gönlüne taht kurmuş,  adıyla hayatının çeliştiği sütlü kahvesi durmaktaydı. Aslında bunu her içerken kendisine karşı bir mahcubiyet duyardı: Sevemezdi bunu; yerine Türk kahvesi varken.

Zamanın durduğu, mekânın vazifesinden lakayt şekilde ilerlediği bir anda o çıka geldi karşısına. Apansız olan bu durum karşısında önceden ezber edindiği siperlerden hiçbirini kendine kalkan edinemedi. İçinden geldiği gibi davranmak zorunluluğuyla karşı karşıyaydı anlaşılan.  Artık ne zamanın durması ne de mekânın yavşaklığının bu durum karşısında hiçbir tesiri yoktu.

Tek hareketi boynunu birkaç derece döndürmek oldu. Ama gözler sanki kal-u beladan tanışıyor gibi olmasından dolayı, ortada kaçamak hiçbir hamle söz konusu değildi.  Baktı sadece. Bakmakla görmek arasında zerre miktar fark kalmazcasına baktı. Ne düşünsün ki diye düşündü ilkin. Geçmişinin hatırasında yer edinmiş bu insana, bunca şeyi rezil ettiği için kalıp dolusu küfürler mi savurmaktı yani yapacağı. Ya da modernite budalalığının, ağırbaşlılıkla birleştiği tek nokta olan vakur bir davranış mıydı? “Yaşandı bitti, her mutlu anım için sana minnettarım!”

Her ikisinin de hesabını gözden geçirecek ne bir takati ne de beyninde bu konu için harcayacağı boşa bir glikoz vardı.  Bu yüzden uzunca bir süre uğrak yeri olmayan kalbine danışma ihtiyacı hissetti. Bu olay istem dışı çalışan kas misali gerçekleşmişti. Ruh ile bedenin ortaklığı, varlığın metafizik boyutunun ispati gibiydi sanki.

Öyle de yaptı… Ama ortada eksik bir şey vardı gibiydi. Sorunun neden bir cevabını bulamamıştı ki gönlün evinde?  Anlamsız geliyordu bu, illaki bir iki cümle söylemenin farz olduğu bu anda, kazaya bırakılmayacak kadar önemliydi bu. Ama yoktu. Derken kapitalizmin yetiştirdiği gözü pek bir ferdi olan garson, masaya yeni oturan birini elbette gözünden kaçırmamıştı ve “ne içersiniz?” diye sormuştu. Bu noktada sisteme karşı içi bir anlıkta olsa, onu bu durumdan kurtardığı için, ısınmıştı doğrusu.

Garsonun zamanlamasından ötürü tebrik edercesine bakışları, o tanışık bakışlara döndü tekrar ve sanki ona yabancı biriymiş gibi bakıp, mütercimlik yapmasını bekleyen bir bakış attı.  Bu bakışlara aynı soruyla karşılık verdi: Ne içersin? Bu soru sanki davetsiz gelen misafire orda oturma izni çıkmışçasına kalmasını tescilledi. Masada duran sütlü kahveden bir tanesi daha sipariş etti. Ancak bu siparişte, Türk kahvesine muhtemel bir ihanetten doğacak bir mahcubiyet elbette söz konusu değildi. Zira o her zaman severdi ve yapardı sonra da biterdi her şey onun için.

Bu birkaç saniyelik siparişten sonra öyle bir hal almıştı ki, onunla olan tüm geçmişinde dinamitle patlatırcasına yıkılış söz konusu oldu. Günlük birkaç muhabbet konusu, ağzını bıçakla tehditvâri açılışının dışında geçmişten tek söz konu edilmedi. Bu garipliğin nedenini bilememesinden dolayı bir sıkıntı hâsıl olsa da doğru olanın bu olduğu kanaatine vardı.

Birkaç dakikanın ardından kahvenin gelişiyle, kendisinin herkes gibi oluşunun farkına varması sürecinde ne hissetti bilemedi. Zaten bu durumda da pek bir önem de arz etmiyordu zatında artık. Yine birkaç dakika ardından tükenen kahveler ve kahvelerde tüketilen anıların kaybolduğunun farkına varılmasıyla bu sefer giden o oldu.  İyi de oldu. Ödeşmişlerdi bu sayede.

Ve yine kendiyle baş başa kalıverdi.

Bu kalkışın ardından, geride kalanın aklına daha çok öncelerinden söylemeyi planladığı bir kaç cümle gelmişti aslında; Kimisi temenni dolu, kimisi yergi, kimisi de gözyaşı… ama neden karşısında muhatabı varken aklına uğrak olmamıştı ki bu cümleler sanki diye içerlerken anladı durumu. Zira içinde yanan alev çoktan sönmüştü. İçinde ölenin ruhuna Fatiha okumasından mütevellid aklına soruların tazyiki başladı:

Karşındakinden miydi bu alevin sönmesi? Başkası olsa gene mi aynı olurdu? Sen sevmesini biliyor musun? Senin bilmediğin bir sevmekten sevmeye talip olsan yine de söner miydi o alev?...

Hep senli onlu sorularla tecavüze uğrayan beyninin en derin dehlizinden bir ses dedi ki: Lâ-uhibbü’l-âfilîn        Bu noktada anlaşıldı her şey. Bu yitişten, bu sönen alevden her iki kimsede mesul değildi. Bunun sebebi ise ruha sonsuz nefesten üflenmiş olması ve aşkın manasının anca sonsuza namzet bir zat ile olunabilmesiydi. Aksi halde görünür her sebebe takılmak, fasit bir dairede dönmekten başka bir şey olmayacaktı. Sonuç olarak da ortada ne bir suç, ne bir katil ne bir maktul kalmıştı. İşte bu kavrayışın gerçekleşmesiydi belki aklından söylenecek sözlerin çoktan uçmuş olmasına sebep.

Afitâbı hüsnü hûbân âkıbet eyler üfûl,

Ben muhibbi lâ yezâlim, “lâ ühıbbü’l âfilîn”

II

Aşk… Kelime manası itibariyle sarmaşık anlamına gelmektedir. Sarmaşık bitkisi tutunacak bir dal bulamadan büyüyemez.  Ancak bulduğunda da onu çepe çevre sarar. Bu manadan aşk tek kişiden oluşan bir kavram değildir.

Denildiği gibi aşkın büyümesi ve yeşermesi için birine ihtiyacı vardır. Bu noktada aşk ile vuslat karıştırılmamalıdır. Her aşk için bir ikinci gerekir; ancak bu ikinciye her zaman kavuşmak ya da başka manayla karşılık bulmak söz konusu olmayabilir. Zaten tarih bunları yazmıştır hep. Mutlu aşkların hikâyesi yazılmamıştır hiçbir zaman.

Aşkın birçok hali, şekli ve çeşidi olmakla birlikte hepsinin temelinde yatan unsur aslında çok basit manada ciddiyet veyahut sebat etmektir.  Modernitenin dayattığı çoktan seçmeli hayatların bu noktada oturtamadığı kavram olan aşkında sadece yatak eğlencesinden çıkamamasının sebebi de budur. Zira çok çabuk sıkılan ve tamir edip yeniden kullanma özelliği yerine, bozulduysa at nasıl olsa yenisini alırsın, kavramı yerleşmiş olan modern insan sebat etmeyi de sabır gösterme ciddiyetini de ruhunun derinliklerinde bulamaz ve bulamadığı içinde aşkın hiçbir çeşidini, şeklini halini yaşayamaz.

Kastetmek istediğim bir Mevlana’nın Şeb-i aruz dedirtecek derecede bir ulvi aşk değil aslında.  Günümüz insanının çok çabuk tükettiği ama günümüz olmayan insanların da gayet geçmişte yaşamış olduğu duygudan bahsediyorum. Kara sevdalı olanların halini vs. aşkın gerçeğinin ancak zat-ı sonsuza olacağına imanım tamdır; ancak sahtesinin bile gerçeğinin yüzü suyu hürmetine yaşanabildiğinde güzelliklere sebep olacağından şüphe duymuyorum.  

“Aşkın gerçeği değildi bildiğimiz; ama aşkın ateşiydi yandığımız.”

Tam olarak bahsetmek istediğim de bu aslında. Bu manada herkese, her şeyin hakikisini bulması temennisiyle diyorum…

 

İnsanların artık çok kolay etiket sahibi olduğu ya da kendilerini ifade ederken çok basit mantık yürütmeleriyle tanımladığı günümüz dünyasında; tanım anlamında benim için daha önemli etken insanın ne olmadığıdır. Yani kelimelerin başına “anti-” eklemek, kıçına “–izm” eklemekten daha evladır. Evladan ziyade mecburen bunu tercih etme zorunluluğudur.

Dostlar! Mele-i alaya talip olan insanın düşünce ve ahlak mekanizmasının zevkin kevaşesi haline gelmesiyle, kendini fütursuzca betimlemelere gitmesi tam olarak,  kapitalizmin dünyayı aptallık konusunda insanları eşitlemeye zorlamasının bir nevi zuhurudur. Kapitalizmden ziyade benim burada değinmek istediğim “kolay etiket.” Örneğin, “ich kann Deutsch sprechen” den Almanca konuşabiliyorum.  İki cümleyi alt alta yazıp ve bir de tam uyağı tutturduğunda birinin “ ben şairim.” Okulda inci gibi yazı yazıp kompozisyon dersinden 100 alan kızın “ ben yazarım”. Naylon stajla edindiği ve sınavlardan bir gece önceki bilgisine dayanarak alınan diplomayla “ben mühendisim.” 

Yukarıdaki benzetmelere inanıyorum ki bu yazıyı okuyan herkes en beş tane daha çok rahatlıkla beynini yormadan omuriliğindeki reflekslerden bile çoğaltabilir.  Aslında meselede bu değil mesele benim babam.

***

Benim babam güneşin doğduğu andan itibaren hiçbir saati yoktur ki sabit bir yerde 1 saat oturmuş olsun. İnanılmaz çalışkan bir insan. Şunu da belirteyim ki kendisi sabit bir işte çalışmaz. Mesleği demir doğrama ustası, Allah nasip ederse de 1,5 ay sonra emekli.  Burada babamın mesele olmasındaki sebep de onun gününü nasıl doldurduğudur. Eğer mesleğiyle alakalı bir işi varsa o iş bitene kadar babam sabah çıkar, akşam evde olur. Burada sorun yok. Zaten NŞA’da standart bir işte çalışan adamın da günü dolu geçer. Ancak kendi işini yaptığı için herhangi bir demir doğrama işi gelmeden bu adamın geçirdiği gün benim meselem.

İşi olmadığında; 100 metre karelik alana ektiği domatesini, biberini, salatalığını, soğanını sulamayla veya bakımıyla geçirir. Mahallenin belli başlı noktalarına insanların düzenli olarak astıkları bayat ekmekleri Yusuf Ağa’sının beslediği ineklere götürür. Birkaç yakın akrabanın süt ihtiyacını sağlar. Sağda soldan topladığı karton kâğıtları geri dönüşüme, aldığı parayı da tütününe çevirir. Demir doğrama işlerini yaptığı bir yerde ona tahsis edilen meyve ağaçlarından eve ve yine yakın birkaç aileye meyve getirir. Bunun gibi daha nice şeyler.

Annemin de hakkını vererek şunları söylemeliyim k; bizim evde ne marketten yoğurt alınır ne salçaya para verilir ne de turşuya. Her kış kilerimizde 4-5 çeşit kompostosu, türlüsü vs. bulunur.  Yani kısaca herkesin dışarıda küçük küçük görünüp genel toplama vurunca bir sürü para harcadığı şeyler bizde en doğal halinde yapılır.

Bunu neden anlatıyorum?

Okuduğum bir tweet’ te adam şöyle diyordu: kapitalizm istemiyoruz diye auuvvv wauuww etmeyin. Direniş bildiriler, boykotlarla değil; reçeli, turşuyu evde yapanlarla olur.

İşte bu cümlenin tam olarak ne anlatmak istediğini ben babamda gördüm bunu okur okumaz. Bir insanın saçma sapan slogan ve niceliğin tapındığı kalabalıklardan atılan naralarla elde etmeye çalıştığı sonuçları benim babam yaşamıyla daha fazlasını yapmaktadır. İşin garibi de babam ne antikapitalisttir ne sosyalist ne de saçma sapan bir takım ön sıfatları vardır.

***

Kapitalist sistemin ya da yenidünya düzeninin market yaratma amaçlı güttüğü bir projenin zuhuru olan ortak beğenilere sahip aptallıklar dünyasının ortasında kalan veya kalmak zorunda olan insan; bir çıkış noktası olarak kendine en yakın hissettiği ama düşünmediği sıfatlara sarılmak zorunda hissediyor. Zira külli anlamda bir değişimin olmasının gerekliliğine inandığı için, bireysel hiçbir çabanın etki etmeyeceği ve ancak kendi doğrularını savunanlarla böyle gelmiş sistemin, böyle gitmemesine engel olabilmeyi kendini inandırmaktan ötürü bu etiketlere anlam yükler modern insan. Aslından bu en büyük aptallık ve tembelliğin getirdiği bir sonuçtur. Bu aptallık yukarıdaki ortak beğeni pazarının;  tembellik ise teknoloji ve yüksek yaşam standardının bir sonucudur.

Bireysel çabanın körelmesi sonucu peşinden koşulan gayelerde yine en çok zararı bireyler görür. Şöyle ki; hesapta halkçı bir direnişte, en çok halkın zarar gördüğü bir eylemde en fazla savunulan şey halkın kendisi olması nasıl bir ironidir? Naralar “kahrolsun ABD” iken veABD’ye yerinde kalması ama dönerci Ahmet’in o gün satış yapamamasındaki Ahmet, işte tam olarak bahsettiğim bireydir.  Ancak yaşam tarzımızda çok basit çabalar harcayarak veya bir simidin verdiği enerjiyi başkalarıyla paylaşabilsek tüm ideolojilerden üstün bir iş yapabileceğimizin farkında değiliz. Karaya vuran denizyıldızı hikâyesi tam olarak burada anlatmak isteğimin özeti konumundadır.

Sonuç olarak varmak istediğim nokta; en yakın çevresine bir faydası, iyiliği dokunmayan insandan bir cacık olmaz.  Kapitalizme de ev yapımı turşuyla salçayla karşı çıkılır. Tarifini isteyen olursa yardımcı olurum.

Saygılarımla..

Not: İsyanın sesi olan aşağıda paylaştığım şarkıda dünya düzenine bir başkaldırıdır. Bu şarkı ile de çok kral bir şekilde kapitalizme karşı gelebilirsiniz.

https://www.youtube.com/watch?v=BqJ-4ePe_Pk

 

 

Şehirler insanlara benzer. Sanki bir insanmış gibi biyolojik, ruhsal ihtiyaç ve zaruretleri içinde barından yapı topluluğudur. Zira insanı içinde barından bu bünye, yine ona hizmet etmesinden dolayı beşeri hasletlerden oluşur.

İnsana yaşam alanı sunan bu inşaat kümesi, burada yaşayanlar hakkında tarihi, kültürelekonomik alanlarda ipucu verir. Günümüz Türkiye’sinde şehir yapıları geçmişinde yaşadığı karmaşanın sanki bir dışa vurumu gibi izbe ve karmaşık olan durumu; geçmişle koparılmış bir bağın nişanesidir adeta. Cumhuriyetin kurulmasıyla ret edilen kültürel mirasın üzerine yenisi ikame edilemediği için, Necip Fazıl’ın mükemmel benzetmesiyle piç yapılar her tarafımızı doldurmuştur. Piçtir… Zira geçmişi meçhuldür.

Yıkılan, satılan veya alakasız şeylere dönüştürülen tarihi cami ve diğer binalar Türkiye’nin geçmişinde bir kara leke. İşte tam bu nokta şehirlerin kültürel olarak bir işaret belirtmesine örnek olarak gösterilir. İstanbul’u talan eden yozluğun yaptığı yapıtlar ortada olması somut bir delil teşkil eder.

Mimari açıdan Selimiye Camii ile Muradiye Camii arasındaki geçişin yani üzerine özgün motiflerin eklenmesi o şehrin tarihsel olarak birikmiş estetik anlayışının deveran etmesine bir örnektir. Selçuklu mimarisinin üzerine Osmanlı “işte bu benim”diyebildiği özgün bir anlayış koymuştur. Ama bunu modern Türkiye’de görmek imkansız. Olay sadece cami ile de kısıtlanmamalı. Okullar, devlet binaları vs. tümüyle dörtköşe ve inşaat amelesinin kolaylığına gelen şekli aşamamış ve doğal olarak estetik kaygı güdülmemiştir.

Toplumsal etkileşim olarak bakıldığında ise Haydarpaşa’nın barok mimarisiyle yapılmış olması yüzünü batıya çevirmiş bir toplumu görmüş oluruz. Bu zaviyelerden bakıldığında şehrin tarih açısından karşımıza koyduğu delidir

Ekonomik açıdan şehirler incelendiğin de, varoşlar diye göçün engellenemez sonucu olarak doğmuş gettolar buna çok iyi örnektir. Benzer ekonomik sınıfların yetiştiği apartman bebeleri de bu gettolar içindedir aslında. Şehri siluetlerinin çok keskin bir biçimde değişmesine neden olan bu durum ekonomik açıdan şehirler hakkında- belki özelde semtler- biz bilgi vermektedir.

Sonuç olarak ülkeye genel olarak bakıldığında ortaya çıkan durumun bize gösterdiği; ekonomi, tarih ve kültür açısından o ülkede yaşayan milletin toplumsal reflekslerinin ortaya nasıl çıktığının bir sebebidir. Tek sebebi olmamakla birlikte sosyolojik açıdan inceleme yapılmak istense sokaklarda, caddelerde ve kuş uçuşu bakış atıldığında bize birçok ipucu sunduğu çok açık bir şekilde ortadır.

Saygılarımla…

 

Kalem ve kağıt derdini anlatmak için vardır.

Derdini dinleyecek, onunla hemdert olacak bir dosta sahip olmadığında anlayabilirsin ancak bunu.Izdırabın çekilmez olduğu hatta dolup taştığı, gözyaşına dönüştüğü anda sarılırsın kaleme.

Çünkü derdin zaten birine bir şey söyleyememendir; ancak kalem sen ne söylemek istersen onu yazar daha da ötesi ne sana itiraz eder ne hatanı yüzüne vurur ne dinlemekten sıkılır ne de söylediğinden çekinirsin ona karşı. Böyle olduğundan vazgeçilmezi olur kalem ve kağıt ızdırap çekenin. 

Duygular insanlar için vardır. Yeri gelir dolup taşar insanda ve de an gelir –hani derler ya ölü toprağı serpilmiş diye- ruhsuz olur hiçbir şey hissedemez. İnsan mısın yada ne mahluk olduğunun çıkmazına düşer adeta. Aslında her ikisi de insan içindir ama bunları yerli ve zamanlı yaşadığında. İşte böyle anlarda insan kendini anlatmak ister. Dertlidir çünkü yada aksine çok sevinçlidir. İnsan bu her ikisini de paylaşmak ister biriyle.  Derdini paylaşmak ister çünkü derman arayışı içindedir; sevincini paylaşır ziyadeleşsin diye. İşte her iki anıda paylaşabildiğidir insanın dostu. Paylaştığı ve derman bulduğudur, sevincini arttırdığıdır insanın dostu.

Öyle insan da vardır ki o insan ızdırap daha doğrusu azap içindedir. Daha doğrusu azap içindedir ızdırap değil. Çünkü ızdırap kutsal bir dava uğruna çekilen çilenin insanın vicdanında duyduğu acıdır. Ancak azap öyle değildir. Her ikisi de benzerdir ama aynı değildir. O yüzden biz günahlardan ötürü kabirde çekilen acıya kabir azabı diyoruz kabir ızdırabı değil.

İnsan vardır ki azap içre yaşar. Ona ne bir dost sözü tesir eder ne bir tabip tavsiyesi. Azaptır ki ona suküt ettirir her şeye karşı çünkü her şey onun için artık hiçbir şey olur. Ölüm dahi bir kurtuluş vesilesi görülür onun gözünde ve o dahi onun ruhunu acıtamaz acıtması gerektiği kadar. O artık dünyada bedenini taşımak zorunluluğunu yüklenmiş cesetten farksızdır. Çünkü o azap içredir. Azap!

Azap arapçada lezzet kelime kökünden gelir. Tat alan anlamına gelir ancak bu bir yemekten, bir içecekten aldığın tat değildir. Bu aşk acısının insanın ruhunda hasıl ettiği melankolik olma halidir. Böyle  bir insanının da hayatında artık ne duracağı yer vardır -nerde dursa orası dar gelir- ne elini tutacağı bir sevgilisi ne uğrana yaşayacağı veya ölebileceği bir davası ne de her şeyden öte bir kahramanı. Zaman onun için tamamen doldurulma zorunluluğu olmaktan ibarettir yani yaşaması bu zorunluluktan ibarettir. Böyle bir insanda yaşadığı bu duygusal buhranları tek bir dille dile getirebilir o da; kaderini kendi belirlediği kalem ve kağıt ile.

Zaten belli belirsiz bir çok sıkıtı içinde olan Azab kime anlatsın ki derdini? Birine anlatsan “boş ver takma kafana geçer.” der, ötekine anlatsa kendini anlatmaktan aciz görür kendini karşısındaki anlayamaz daha ötekine anlatmaya çalışsa dinlenemez muhatapsız kalır ortada. Onunda bu yüzden bir dostu yoktur kalem ve kağıttan gayrı. Bu böyleyken nasıl olsun ki? “Nerde dostan gelecek derdine derman?” der ve tek dostunu bulur böylece.

Azap içre olanın azab içre olan anlar ve bilmiyorum ki böyle bir dertten muzdarip biri yaşar mı bu devirde?  Bu yüzden asırlar öncesinde arar kendi gibisini ve de bulur. 

söylemek istesem gönüldekini
dilime dolanan ıstırap olur
yazsaydım derdimin ben bir tekini
ciltlere sığmayan bir kitap olur

 Azap içre olanın derdi ciltlere sığmaz. Bu dertten muzdarip olan birisi anlatsa anlatsa sayfalarca anlatır. Bu dertten muzdarip olan birisinde anlatsa anlatsa satırlarca anlatır sayfalardan anlamlı. Anlatır ama sesi kalemin mürekkebi muhatabıda kağıt olur. Onuda anlatır ama anlatılamaz olduğunu anlatmak için…

 

Saat 00.00… Havanın, dışarından gelen silah seslerinin insanın ruhunda uyandırdığı soğuk gibi titrettiği bir kış gecesi… Her yerde silah sesi. Herkes ayakta uyuyan yok o gece. Ayrıca bazı bazı nara sesleri de eşlik etmekte o gece silah seslerine. Duymuş olduğum bu silah sesleri savaşın ne kadar korkunç bir şey olduğu konusunda bana bir fikir veriyor, üşümemle birlikte.Düşünüyorum “2” zaman öncesini. Mesela Anadolu’nun işgali geliyor aklıma. O zaman yaşanan geceleri tahmin etmeye çalışıyorum duyduğum silah seslerinin yardımıyla. İngiliz’in Fransız’ın İtalyan’ın tabancasından çıkan merminin benim dedemin ninemin, bacımın hayatına son verişini hisseder gibi oluyorum. Ama sanki ben iki mahalle ötede; korunaklı bir yerdeymişim gibi duyuyorum bu sesleri. İşte bu “gibi” dediğim şeyi de hissettiğim için tam anlayamıyorum dedemin nenemin çekmiş olduğunu…

Daha sonra “1” zaman öncesine gidiyorum. Bu sefer Balkanlara… Din kardeşimin katledilişi geliyor bu sefer aklıma. Bu sefer küçük bir çocuk olarak yaşıyorum gibi o savaş zamanlarını.  Yine “gibi” var çünkü çocuk en güvenli yerde. Anasının kucağımda. Daha öte güven duyulabilecek bir yer yok. O Günlerde yaşananları tahmin etmeye başladıkça o küçük çocuk güvenle sarıldığı yerde beklide ilk kez ve kesin olarak son kez kanla tanışıyor. Çünkü kapı kırılıyor. Dışarıdan gelen o silah seslerinden biri evin içinde annesinin kanıyla tanışmasına sebep oluyor. Kesin olarak son kanla tanışmasına sebepte o evde bir silah sesi duyulmuş olmasından. Bunların yaşandığını düşündükçe karanlığa gömülür gibi hissediyorum kendimi ve savaşın dehşetini bir kez daha anlıyorum.

Daha sonra hiçbir zaman öncesine gitmiyor, o ana dönüyorum ve bu sefer “gibi” yok. Yani kendimim ve o gecede; ne istiklal Harbi zamanı ne Balkanlarda yaşanan mezalim zamanı. O gece 01:01:2010 ve saat 00.00… Yani yılbaşı. O gece bulunmuş olduğum biraz varoşvari bir yer olması münasebetiyle kutlamalar böyle yapılıyor. Silahlarla… Hani o dedemi, nenemi öldüren silahlar.. Hani o küçük çocuğu annesinden ayırmayan(!) silahlar. Ne kadar garip ve enteresan bir tablo. Bir zamanlar o tür geceler kan ağlatırken şimdi kutlama cinsinden oluyor. 

Not: Aslına bakılırsan yazının devamında “o medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar”a ne kadar alıştığımızı ve kendimizi ne kadar unuttuğumuz konusunda şeyler yazman gerekirdi. Ama yazmıyorum çünkü artık çok klasik ve klişe şeyler oldu bunlar. Yanlış anlamayın ve klişe dememle basite indirgiyorum sanmayın ama tekrarlana tekrarlana insanımızın ruhunda ülfet uyandırdı artık. O yüzden kısa kesiyor ve sadece 3 soruya cevap arıyorum

Biz Kimdik?

Biz Kimiz?

“Kimdik” ile  “kimiz” arasında Nerdeyiz?

Saygılarımla…

 

Online dergiler Online dergiler