İskele Editörü
ÖZGÜVEN Mİ, ÖZ’E GÜVEN Mİ?
Ne çok duyar olduk şu “özgüven”i. Ne çok “özgüvenli” insanlar görür olduk etrafımızda. Ne kadar mühim bir vasıfmış şu “özgüven”.
Sizce de bu işte bir gariplik yok mu? Biraz bencillik biraz kendini beğenmişlik yok mu içinde? Bence var! Hem de fazlasıyla. Bencillik var, çünkü insan güveni sadece kendisinde arıyor şayet bulabilirse “özgüvenli” oluyor. Kendini beğenmişlik var, insan kendini her şeyin sebebi olarak görebiliyor ve her şey sadece onun elindeymiş gibi yaşıyor. Attığı her adım doğru(!) çünkü o “özgüvenli” aman Allah’ım!
Öte yandan mutsuzluk ve tatminsizlik kaçınılmaz oluyor “özgüvenli” insanımıza. Ama o an öngöremiyor insanımız bu sonuçları, yola devam… Ta ki Sahibi’nin hayatındaki yerinin farkına varana kadar. Daha doğrusu hakiki manada iman edene kadar. Oysa en başında kendine değil Öz’üne, Rabbi’ne, Sahibine, Mutlak Kudret’e güvenmeyi bilseydi sonuçlar çok daha başka olacaktı. O kendini ne mutsuzluk ne de tatminsizlikte bulacaktı, aksine çok daha farklı bir Muhabbet’te çok daha Gerçek bir güvende bulacaktı.
Aslına bakarsınız sırtını kime dayadığın önemlidir hayatında. Ne kendine ne nefsine dayanmaktadır çözüm. Sana en yakın olanda, seni en iyi anlayanda, her nefesinde yanında olandadır yani Rabbinde. İşte bu noktadadır fakirin “Öz’e güven” kavramı. Hayatta kimimiz özgüveni kimimizse Öz’e güveni seçer. Bana sorarsanız Öz’e güvenmenin farkını yaşamaktadır hayatın tadı…
Fatma Esra Günaydın
Paylaş
Fatma Esra Günaydın'ın Eski Yazıları
21. YÜZYILIN HUKUK MEZUNLARI:
FOTOKOPİ HUKUKÇULARI
Fotokopiler klasik ‘hukuk fakültesi öğrenciliği‘ algısını yıkmadı mı sizce de? Hukuk kazanmak isterken, ‘ben nasıl okurum o kadar kalın kitapları’ söylemi, daha birinci sınıfın en ‘kalın’ derslerinden Anayasa Hukuku dersinde yıkıldı bir kere...
Kalın kitaplardan kurtulduktan sonra bir kaynak olarak fotokopileri kullanamayacağımızın farkına varamadık. Hukuk fakültesini ‘açık öğretim’e çevirdik adeta. Bunu değişik çevrelerde hukuk fakültesi ile övünürken dahi yaptık. Çünkü ‘hukuk çok zor lan, öyle böyle zor değil; kitaplar, notlar, hocanın ödevleri…’ demeyi biliyoruz biz sadece.
Henüz doğru düzgün kaynak taramayı bile öğrenemedik sarı kağıtlara basılı fotokopiler yüzünden. Benim de kısmen dahil olduğum öğrenci grubu tarafından hep bir kurtarıcı olarak görüldü, kimin yazdığı bile belli olmayan bu fotokopiler. Onları hiç satın almadan bir derse sadece akademik kaynağından çalışmadık, fotokopilere bakmadan sınava göze alamadık bir türlü.
Onun için hepimiz hukuk fakültesinden fotokopi hukukçusu olarak mezun olacağız.
Teorik bilgilerimiz hep ciltlenmeyi ve sistematikleştirmeyi bekleyen gelişigüzel kaleme alınmış fotokopiler gibi olacak.
Furkan Güven Tastan
Paylaş
DARÜLACEZE
Büyük bir fotoğraf karesinin içindeyiz şimdi. Üstümüzde yüzyıllar öncesinden kalan tabelaya inat, içten gülümseyen yüzlerimiz ve burası ‘Darülaceze Müessesi’.
Arkadaşlarla beraber, orak heveslerle gidilmiş bir gezi. Herkesin yüreğinde aynı sebep: ‘Yaşı çoğalmış ve hayatın köşesine sıkıştırılmış bu insanlar, ziyaret edilmeli, onlara neşe götürülmeli.’
Peki ya herkes bu geziye gitmeli mi? Sorusunun cevabı pek yok bende. Belki herkes gitmeli belki de herkes böyle bi yerin hiç olmaması çaba sarf etmeli.
İşte Darülaceze gezisinin en zor kısmı bu.
Kafanızda canlanan her soruya cevap vermemelisiniz burada. Kendinizi sorgulamayı bırakmalı, size sıkı sıkıya sarılan ve bir türlü bırakamayan o ele yardım etmelisiniz. Ona sevgi hissettirmelisiniz, hiç hissetmediği gibi.
Konuşmalısınız onunla ve belki en çok bunu yapmalısınız; çünkü eğer giderseniz bir gün, bakarsınız o, tek kalmış suratlara, anlarsınız; yalnızlık gerçekten Allah’a mahsus ya da giderseniz bir gün, görürseniz o kemik erimesinden mahvolmuş teyzeleri; söylenirsiniz kendi kendinize ‘Her şeyden önce sağlık.’
Sonra sizin yanında kalmanızı isteyen yaşı 50 gösteren; ama 38 olan biri vardır karşınızda; tek arkadaşı, çakmağıyla sigara paketi. Ne düşünseniz şaşarsınız; ama dedim ya ‘Burada sorgulamak yok.’
Uzun, soğuk koridorların içindeki her bir odaya kulak vermelisiniz burada. İçlerine girince mutlu hissettirmelisiniz. İşte o zaman, siz de boncuktan cami yapan amcanın kanaryalarını görüp ne kadar özgür olduğumuzu anlarsınız ya da bunun yerine oda arkadaşıyla ‘iddia’ muhabbeti yapabilir, kapıda sizden sigara isteyen amcalarla konuşup onlara yanlışları için hak verebilirsiniz.
En güzeliyse, sorduğu bilmecelere cevap veremediğiniz amcanın bilmecelerinin cevaplarını kendisinin de bilmediğini fark etmenizdir, bu kısa gezinin içinde.
En sonunda, yaşadığı hayata, yaşadığı yere, yaşadığına şükreden bu insanlara, son kez gülümseyerek bakar ve fotoğraf karenize geri dönersiniz.
Şimdi sorgulamaya izin var. Artık düşünebilirsiniz hayatı, amacını, sizi, büyüklerinizi. Artık kendinizi burada hayal etmemek için daha sıkı sarılabilirsiniz hayata.
Kendi dedenizi hatırlayıp arka arkaya defalarca ‘iyi ki’ diyebilirsiniz. Hatta sonra büyüyeceğiniz gelirse aklınıza ‘dünyayı daha güzel bir yer yapma’ hayali kurabilirsiniz yeniden ve belki ileride bir gün tekrar ziyaret edersiniz burayı ve ileride bir gün asla bavulunuzla aşındırmazsınız bu kapıyı.
Merve Karagül
Paylaş
CANI SAĞOLSUN
“Canı sağolsun” diyebilmek bir erdemdir. Bizim insanımıza mı hastır bilmem ama erdem sahibi olan herkesten duyabileceğim bir cümle olduğu düşüncesindeyim. Bu cümle kişi seçer pek tabi; ahlaksızlarla, düşmanlarla işi olmaz.
Candan Erçetin’in “Canı sağolsun” parçasında çok güzel özetler bu erdemi:
Sevenin de sövenin de ah edenin de canı sağolsun
Gelenin de gidenin de dönmeyenin de canı sağolsun
Bu dünyaya sevmeye geldim, eşi dostu görmeye geldim
Mutlu oldum, dertli oldum, aşk uğruna sarhoş oldum
Hancı oldum, yolcu oldum, meşk uğruna sırdaş oldum
Güçlü oldum, suçlu oldum, dost uğruna yoldaş oldum
Hem soruldum hem sürüldüm ben
Ama hepinizin canı sağolsun
Soranın da bilenin de öğrenenin de canı sağolsun
Alanın da verenin de isteyenin de canı sağolsun
“Canı çıksın”ın panzehiridir. Tüm olanlara rağmen “canı sağolsun” diyebilmek “canı çıksın”dan çok daha başka kılar hayatı.Gönlü geniştir ve de ferahlatır.
“Hayat kısa”; çok klişe fakat çok da doğru bir söz. Üzülmeye değmez çoğunlukla karşılaştığımız olumsuzluklar. Çünkü geriye dönüp baktığımızda üzüldüklerimize üzülürüz.
“Gül, geç” diye bir mantık vardır hayatta. Aslında “Canı sağolsun “ de ve geç diyebilmektir.
“Değmez!” diyebilmektir. Bunu yıllar önce Ömer Hayyam fark etmiş ve demiş ki rubailerinde:
Boş yere gam yeme yaşamını şen götür
Zulüm yolunda, adaletle geçsin ömür
Sonu yokluk olduktan sonra şu dünyanın
Hiç olmamış gibi davran, olasın özgür
Herkese; gülüp geçebileceği, “canı sağolsun” diyebileceği, güzel ve bir o kadar anlamlı günler dilerim.
Fatma Esra Günaydın
Paylaş
Fatma Esra Günaydın'ın Eski Yazıları
BİR İNCİ SÖZLE YAZILMALI BELKİ; YENİ ÂLEMLERİ AÇACAK OLAN BİRİNCİ YAZI
Nasıl başlasam diye düşünüyordum; bu yeni defterin, ilk sayfasında bir ilk yapmak, harika şeyler yazmak istedim. Ama bulamadım. Bilemedim. Tıpkı kendimizi bilmediğimizi bilmediğimiz gibi.. Hani bilmezdim beni. Ben beni bilmez iken, bilmişti biri. Bilince, bildirince beni bana, bilmediklerimi bildiği halde göndermişti, bilmediğim yerlere beni.
İlk başlarken de bilmiyorduk, başladık bilmiyoruz, bitirirken yine bilmediğimizle bitiriyoruz. Bitirirken biliyoruz. Ve bitirmekle bir bilinmeyene daha başlıyoruz. Meğer ne de çok şey-aslında hiç bir şey bilmiyormuşuz. Bilmedikleri korkutur insanı. Bilmediğin bir yerde daha da tedirginsindir. Bir bilen gerek, seni senden de iyi bilen bir(i) gerek. Öyle ki 'Bir'le bin olasın. İşte; hiçliğimi bin eyleyecek, beni emin kılacak 'biri' bu yazıya başlarken buldum. Onunla başlamak. Bilmediğim yerlerde kendimi bile bilmezken beni bilenin, beni benden iyi bilenin adıyla başlamak.
''Bismillahirrahmanirrahim...'' Bir(inci) sözdür... Öyle değerli ki, hiçi bin yapan bir inci.
Ve biterken başlamak.. Biterken bilmek.. Bitiriyorum, bildiğimi söyleyerek; Bismillah!
İki yıl önce böyle başlamışım yeni aldığım defterimin ilk sayfasında. Yeni bir yerde, her birinin apayrı dünyaları içinde sakladığı insanlarla muhatap oluşlarımı, kuracağım dostlukları, yaşayacaklarımı,hüznümü sevincimi.. Kısacası her sahifede her gün bambaşka âlemlere kapı aralamak isteyişim; her birimizin her gün kendi dünyasında yapmak istediğimiz bundan başka nedir ki. Her birimiz sürekli bir arayış yolculuğunda yol alan seyyahlar değil miyiz? Sadece kimimiz bu dünya denizinde kendi içinde tek başına bir yolculuğa çıkmayı seçer, kimimizse gittiği yolda seyrederken, diğerlerini de seyreder. Diğer dünyaların içini görmeyi başarabilenler, sonunda kendi içlerini de görüp asıl yolu bulmayı başaranlar olacaklardır. Bunun en güzel yolu ise yazmaktır. Kaleminizin kâğıdınızda yol alışına bırakın kendinizi. Kimi zaman kısa, kimi zaman uzun soluklu olacaktır bu yolculuğunuz. Ama ne yazılırsa yazılsın, okunmaya değerdir yazılan her yazı. Çünkü serilen yeni bir âlem önünüze.. Bu yolculukta isteyelim ya da istemeyelim aslında beraberiz.. Aynı yoldan, farklı dünyalara bakarak, gerçekleşmesini istediğimiz bir âleme doğru Yol almıyor muyuz? Öyleyse dünyalarımıza şans tanımaya ne dersiniz?
Seyma Canbaz
Paylaş
SEVGİ
Sevmek,
Sevebilmek…
Yaratan’ın en büyük lütuflarından biridir belki de insanoğluna sevgi ve de aşk.
Değil mi ki aşkla gelmiştik bu dünyaya
İlk nefesimizde nasıl da çekmiştik içimize dünyayı
Ciğerlerimizde buluşmuştu dünya ve aşk
Aslında ömrü hayatımızda hep bu buluşmayı arayacaktık
Buldukça sevinecek, bulamayınca hüzünlenecektik
Sevmekle, sevebilmekle mümkündü aşkın dünyayla buluşması
Yunus gibi yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevebilmekle
Hayyam gibi yüreği sevgiyle yoğurmakla
Mevlana gibi yanmakla mümkündü
Sevgi bir emanetti ve sahiplerine teslim etmek gerekirdi
Aileye, eşe, dosta, çevreye, insanlığa…
Emanete hıyanet yakışmazdı bizlere
Sayılı nefesimiz vardı ama sınırsız bir sevgiydi gönlümüze konan
Yolunu gözlerdi birileri belki uzaktan belki çok yakından...
Fatma Esra Günaydın
Paylaş
Fatma Esra Günaydın'ın Eski Yazıları