Gülzâr-ı Fena | Kasım Ocak

Administrator tarafından yazıldı. Aktif .

 

Nerde o koku nerde? Dediler son günlerde

Bir bela yeli esti, hepsini kırdı, kesti…

Aziz Mahmut Hüdai ve arkadaşları, bir gün Bursa’da kırlara çıkarlar. Döndüklerinde bütün dervişlerin ellerinde Üftade’ye sunmak üzere birer demet çiçek vardır. Hüdai ise şeyhinin huzuruna sapı kırılmış, soluk, buruşuk bir çiçekle çıkar. Üftade “Bana şu sapı kırık çiçeği mi uygun gördün?” diye sorunca, Hüdai şu cevabı verir: “Size ne sunsam azdır efendim. Fakat hangi çiçeğe elimi attıysam Tanrı’nın adını zikrettiğini işiterek irkildim. Yalnız bu çiçekten ses çıkmıyordu, ben de koparıp onu getirdim size”.

Bu hikâyenin temasını oluşturan ve bugünden bakıldığında anlaşılması zor gözüken nokta, tabiat ile kurduğumuz ilişkinin ve tabiata bakış açımızın sadece maddi boyutunun olmadığı, tabiatı algılayışımızda manevi bir boyutun da bulunduğudur. Tabiatın maneviliği, bugün için belki bir anlam ifade etmeyen soyut bir kavram olarak modern zamanlara kadar bizim anlam-değer dünyamız için çok önemliydi. Elbette bu çıkarımın tek kaynağı Aziz Mahmut Hüdai ve Üftade arasında geçen hikâye değil. Tabiatın maneviliği üzerinde durmamın en önemli sebebinin artık anlam-değer dünyamızda yok olmaya yüz tutan bu kavramı tekrar hatırlatıp, en azından yazıyı okuyan kişilerin maddiyattan surlarla örülü dünyalarında soyut ve manevi bir gedik açmak olduğunu itiraf etmeliyim. Bilindiği üzere insan kavramına sahip olmadığı şeyi göremez.

Hak cihana doludur / Kimsene hakkı bilmez diyen Yunus, bu sözüyle, Hakkın isim ve sıfatlarının tecellilerinin dünyayı kapladığını ifade etmek ister. Gerçekten de hem divan edebiyatı hem de halk edebiyatını incelediğimizde şairlerimizin tabiatı Tanrı ile irtibatlı olarak algıladıklarını ve tabiatın maneviliği kavramını şiirlerinde vurguladıklarını fark ederiz. Dikkat edilirse Yunus’un bu mısralarıyla yukarıdaki hikâyede geçen Aziz Mahmut Hüdai’nin tavrı çok benzerdir. “Hakkın kudret bahçesine girelim/ Deste deste güllerini derelim” diyen Öksüz Aşık ise dünyayı Hakkın kudret bahçesi olarak gördüğünü söyler. Divan ve halk edebiyatında hayatı kavrayışımızın izleri sürülecek olursa tabiatla Tanrı arasında kurduğumuz ilişkinin yoğunluğu ve tabiatı sadece maddi boyutuyla algılamadığımız açıkça görülebilir. Ayrıca İslam tasavvuruna göre her şeyin yaratıcısı olan Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellileri dünyada görülebildiği için bir Müslümanın dünyayı/tabiatı Allah’tan bağımsız idrak etmesi mümkün değildir. Aslında sadece İslam’da değil Budizm ve Taoizm gibi Uzakdoğu dinlerinden semavi dinlere kadar bütün inanç sistemlerinde tabiat insanı Mutlak Varlık’a götüren bir semboller âlemi olarak görülür.

Mevlana Celaleddin Rumi’nin oğlu Sultan Veled, Maarif adlı eserinde, dostlarına kırlarda, yaylalarda, yasemin tarlalarında, gül bahçelerinde gezinmelerini ve yaprakları çiçekleri, meyveleri seyretmelerini tavsiye eder. Bu gezintiler insana manevi genişlik ve huzur vererek Didâr’a yani tasavvufi anlayışa göre Cenâbıhakk’ın müminlere vâdettiği görünüşü, tecellîsine gark olmalarına sağlar. Bu sebeple bütün tasavvuf çevrelerinde kırlara çıkmak, bahçelerde gezinmek başlı başına bir ritüeldir.

Çünkü o şâh bazen gizli, bazen açık olarak alemde göründü. O baştan sona kadar cihanın canıdır. Onun güzelliği ilkbahar, âlem ise bir bağ gibidir. Onun cemalini ve lütfunu bağda temaşa et.

Bilim tarihçisi Seyyid Hüseyin Nasr, ister antik olsun ister çağdaş olsun, modern-olmayan insana göre kâinatın temel maddesinin kutsal bir tarafı bulunduğunu, kozmosta olup biten her şeyin bir anlam taşıdığını ve bunların kozmik alanın hem perdelediği hem de ifşa ettiği daha yüksek seviyede bir gerçekliğin sembolleri olduğunu söyler. Nasr’a göre insanla tabiatı birbirinden ayırmamakla İslam, bütüncül bir kâinat görüşünü muhafaza etmiş; kozmostaki ve tabiattaki düzenin damarlarında ilahi bağışın, bereketin aktığına dikkat çekmiştir.[1] 

İnsan tabiatı daha yüksek bir gerçekliğin aynası olarak tefekkür etmeyi öğrenir, insana bir şeyler söyleyen, ona bir haber ulaştıran geniş bir semboller hazinesi gibi görebilirse, tabiatın kendisi de insana yardımcı olmaktadır.

Tabiatla kurduğumuz ilişki ve tabiata müdahale ediş şeklimizi hiç kuşku yok ki öncelikli olarak sahip olduğumuz tabiat algısı belirler. Tabiatla olan ilişkimize bir örnek olarak Müslüman bahçelerini inceleyebiliriz. İslam sanatlarıyla ilgili görüşlerini açıklarken Müslüman bahçelerinden de söz eden Louis Massignon, bu bahçelerin dünyanın hây ü huyundan uzak bir hülya âlemi olarak tasarlandığını ve İslam sanatlarının genel esprisine uygun olarak irreel düzenlenişiyle, maddi âlemin ret ve inkârı anlamı taşıdığını söyler. Burada irreel kelimesinin kendi bakış açımızı yansıtması bakımından çok önemli olduğunu düşünüyorum. Tabiatı algılayışın tabiatla kurulan ilişkiye ve onu düzenlemeye olan etkisine farklı bir örnek ise Paris’tir. Paris’te modernitenin etkisiyle insanda var olan tabiatı kontrol etme, düzenleme, hâkim olma anlayışının bahçe ve çevre düzenlemesindeki yansıması görülebilir. Ağaçların normal büyüme düzeni bozularak cetvelle kesilmiş gibi dikdörtgen kutu şeklinde dallara ve gövdelere sahip olduğu görüldüğünde İslam bahçelerindeki irreel vurgusu ile Paris’teki rasyonel, keskin çizgiler arasındaki fark daha iyi anlaşılır.

Anlam-değer dünyamızı oluşturan en büyük faktörlerden biri olan din de, bahçe düzenlememizi yani tabiat ile ilişkimizi etkilemiştir. Cennet kelimesinin bahçe anlamına geldiğini de akılda tutarsak, Kur’an’da tasvir edilen cennetin Müslüman bahçeleri için en azından başlangıçta bir model teşkil ettiğini düşünmede bir sakınca yoktur.[2] Örneğin bahçe mimarimizin vazgeçilmez öğelerinden olan havuz, cennetteki Kevser havuzunu temsil eder. Şair Nef’i de Edirne Sarayı’nın bahçelerini “Hayretinden derdi bu cennet midir dünya mıdır” diyerek övmüştür. Bu mısra şairin zihninde bahçe güzelliğinin arttığı ölçüde cennete benzetilmesi açısından, bahçe ile cennet arasında zihninde var olan irtibatı göstermesi bakımından önemlidir.

Sultan Veled ve Seyyid Hüseyin Nasr’da görmüş olduğumuz tabiatı algılayış ve tabiatla kurulan manevi ilişkiyi Nurettin Topçu’da da görebiliriz. Topçu İstanbul Çemberlitaş’taki evinden çıkıp, gün boyu Çamlıca’da fundalıkların altında doğayı tefekkür eder ve bu gezintiyi sık sık yaparmış. Nurettin Topçu, Var Olmak isimli kitabında tabiatta insan yüzü görme ve tabiatla konuşabilmekten önemle bahseder.

Dost sade bir insanda mı aranır? İnsanda rastlanmasa da o, bütün dünyaya hayat halinde serpilmiş bir yüzde görülür. Bu yüz, bu güzel dost yüzü tabiatın yüzüdür. Tabiatta gizlenen insan yüzünü görmeyen gözler kördür. Tabiatla konuşmasını bilmeyen insan ruhu dilsizdir. Gözü ve gönlü olanlar ne halde olsalar tabiat onlarla sözleşir; her nerde olsalar onlar tabiatla konuşurlar ve onunla halleşirler. Dost arayan gönüller, onu bir insan varlığında bulamasalar bile tabiatta bulurlar. Bir dere kenarındaki su sohbeti, yüzlerce insanla çevrilen hasbıhalden çok zengin ve çok daha değerlidir.

Görüldüğü gibi dinde, şiirde, şairde, ilim adamlarımızda eskiden var olan ancak şu an bizde bulunmayan bir kavram ve bu kavramın getirdiği farklı yansımalar var. Tabiata karşı bu kadar pervasız, duyarsız, kayıtsız olmaya başladık ise gözümüzü ve gönlümüzü sorgulamamız gerekir çünkü yukarıda açıklamaya çalıştığım gibi tabiatı kavrama şeklimiz doğrudan anlam-değer dünyamızla ilişkilidir. Aydınlanma ve modernizm ile birlikte hayatının merkezine güç ve parayı koymaya başlayan Müslümanlar, Allah’ın isim ve sıfatları ile tecelli ettiği yer olarak gördükleri dünyayı artık hâkim olmaya çalıştıkları ve para kazanmaya yarayan bir meta olarak görmeye başladılarsa burada bir problem var demektir. Dünyayı sadece maddi boyutuyla algılayan ve bir gelir kaynağı haline getiren insanların şu an dünyayı nasıl bir hale getirdikleri ortada. Kudemanın tabiatı böyle algılamalarını sağlayan din/değerler ile bizim dinimiz/değerlerimiz aynı ve fakat tabiatla kurduğumuz ilişki taban tabana zıt olduğuna göre bu dine/değerlere ne kadar inandığımız ve bu dini/değerleri ne kadar yaşadığımızı sorgulamamız gerekiyor. Eskilerin manevi semboller ve Allah’ın tecelli ettiği yer olarak gördüğü dünya ve tabiatı biz beton yığınları vesilesiyle para ve gücün tecelli ettiği yerler olarak görüyoruz. “Ya lale açmalıdır göğsümüzde, yahut gül” diyen şair yerine “Ya AVM açmalıdır arsamızda yahut rezidans” der hale geldik. Tabiatın maneviliği kavramını kaybettiğimiz için tabiat ve doğa ile ilgili tartışmalar zuhur ettiğinde tartışılabilecek tek zemin olarak altımızda maddi kavramlar kalıyor. Zeminin maddiyattan oluştuğu yerde geçerli olan ve üstünlük sağlayan araçlar da maddidir; yani para ve güç. Dolayısıyla tabiatın manevi boyutunun anlam-değer dünyamızdan kaybolmasıyla birlikte biz tabiata inananların güçlü ve zenginlere karşı kullanabileceği bir silah kalmadı. İnsan ve tabiatı birlikte gören İslam tasavvurunu parçalayarak insan ve tabiatı karşı karşıya getirdik ve dünyanın sonunu hızlandırdık.

Tasavvufi sembolizmde de tabiattan izler görülür. Gül gonca halinde ise birliği, açılmış halde ise birliğin çokluk haline gelmesini temsil eder. Yine gonca halvet haline, yani insanın kendisiyle ve Tanrıyla baş başa kalmasına benzetilir. Bu benzetmeye göre açılmış gül can sırrını açığa vurmaktır. Ayrıca gül ömrünün kısalığı sebebiyle hayatın geçiciliğini de ifade eder. Gülzâr-ı fena yok olmaya mahkûm dünya, gülzâr-ı bekâ ise sonsuzluk ülkesi anlamına gelir.

Biz ümmeti olduğumuz Peygamber’in (s.a.v) “Kıyametin koptuğu anda bile elinizde varsa bir fidan onu dikiniz” sözünü unuttuk. Bu yüzden ne kadar dil döksek boş. Gülzâr-ı fena’nın güçlüleri ile hesabımızı burada göremeyiz. Hesabımız gülzâr-ı bekâ’ya kaldı.

Not: Tabiatın maneviliği üzerine düşünmeme sebep olan Beşir Ayvazoğlu’nun Güller Kitabı’ndan bu yazının büyük kısmında alıntılar bulunmaktadır. Vermiş olduğu büyük emeğe saygı sebebiyle belirtmem elzemdir. 

Kasım Ocak

 

[1] Beşir Ayvazoğlu, Güller Kitabı

[2] Beşir Ayvazoğlu, Güller Kitabı

Online dergiler Online dergiler