Author

İskele Editörü

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

YOLCU YOLUNDA GEREK

Önüm, arkam, sağım, solum… Yolun eşiğindeyiz hep beraber. Bu miladın arifesinde Mevlana’nın Mesnevi'sinde olduğunu tahmin ettiğim bir söz geliyor aklıma: Yola çıkan, yolun karakterini kazanır…

Girdiğim bu yolun karakterini kazanmak adına buradayım şimdi. Şüphesiz yola bakışıma hüzünlerime ve beklentilerime göre değişecek her şey, her şeyi zaman gösterecek…

Üniversite hayatımın başından beri sağlam insanlarla anlamlı, doğru ve mantıklı şeyler yapmak istedim hep; ancak uzun bir süre hep istemekle kalabildim maalesef… Hiçbir şey yapmamaktansa, iyi bir şeyler yapmaya çalışmak iyi bir şeyler yapmayı denemek çok doğru dedim bir ara kendi kendime…

Tam da pes etmenin, iyi bir şeyler yapmak isteyip de yapamamanın verdiği bezginlikle kendimden vazgeçmenin eşiğindeyken! İstediğim anlamlı şeyleri Fikir Adası ailesi ile  beraber hayata geçirebileceğimi düşündüm ve gerekli hazırlıkları yapıp bohçamı hazırlayarak yola çıktım. Üzerimdeki yükleri, içimdeki birikintileri dışa vurmaya geliyorum usul usul… Bu yolda; dediğim gibi her şey yola bakışıma hüzünlerime ve beklentilerime göre değişecek…

Bu yolda rotamı vicdanım belirleyecek… Bir şeylere inanmak istediğim için değil; gerçekten inandığım için inanacağım. Yeri gelecek ezber bozmak için uğraşacağım; yeri gelecek ezberlerim bozulacak belki de…

Anlayacağınız  üzerimdeki ölü toprağını atıp deri değiştirmek adına buradayım. Hem kendime hem de bu aileye olumlu yönde bir şeyler katabileceğim yönündeki inancım büyük. Bu yola girme düşüncesi içimde hasıl olduğunda tereddüt etmeden tanıdığım arkadaşlarımla irtibata geçip fikir alışverişinde bulunduk; beni geri çevirmedikleri için onlara müteşekkirim…

Fark ediyorum da güneş sıradan bir öğleye yükseliyor, karşı pencereden dalda gözüken elmalar sıkıntıdan kızarmaya başlamış… Hayat akmaya devam ediyor; e malum: Yolcu yolunda gerek… 

Özcan Ekinci

Paylaş

TUNUSLU MUHAMMED BOUAZİZİ

Time dergisinin ‘yılın kişisi’ anketinde dergi editörleri bu sene ‘Protestocu’ları bu payeye layık gördü. 2011 protestocuların etkin olarak sahne aldığı bir yıl olmuştu. Dergi 2011 yılında protestocuların sıkıntılarını taleplerini dile getirmekle kalmadığını, dünyayı değiştirdiklerini ifade etti. Bu şekilde halk gücünün tanımını yeniden yaptıkları savunuldu. Buna örnek olarak Arap Baharı eylemleri, Wall Street'i işgal eylemleri ve Rusya'da geçtiğimiz günlerde düzenlenen eylemler gösterdi.

Bu örnekler içinde ise en etkileyicisi şüphesiz Arap Baharı eylemleri idi. Bu eylemlerin simge ismi ise Bouazizi idi. Tunuslu Muhammed Bouazizi, ruhsatsız sebze satış yaptığı için polisle tartışalı ve en nihayetinde kendisini yakalı bir yıl oldu geçtiğimiz günlerde. Bir şekilde yerel basında dahi ufacık bir yer ayrıldıktan sonra çok geçmeden unutulabilirdi Buazizi çoklarınca. Olaylar öngörülemez bir şekilde çığırından çıkmasa idi. Bir işportacının kendi hayatına mal olan bu aykırı eylemi koskoca bir coğrafyaya yayıldı. Adına ‘Arap Baharı’ denildi. Senelerdir bölge insanın içinde tuttuğu öfkenin, bir nevi özgürlük isteğinin fiili olarak ele geçirilmesi adına bir ateşleyici görevi gördü, Buazinin kendini yakması.

Adım adım bölgede yayıldı o işportacının yaktığı ateş. Tunus’ta ateşlenen bu isyan hareketi esas itibari ile Tahrir’de vücut buldu. Devrilen iktidarlar, hükümetler, hayatını yitiren protestocular, başarısız olan girişimler, ümitvâr olmaya sevk eden gelişmeler, kimi yerlerde ise bir iç savaşa giden olaylar. Çok şey yaşandı son bir senede ve hala da devam ediyor.
Daha önceki devrimlerden farklı birçok yönü vardı, sonuçta her devrim kendine özgü idi. Ama bu sefer sosyal medya diye bir etkende devreye girmişti öncekilerden farklı olarak. Hem örgütlenirken hem de seslerini dünyaya duyurmak için işine yaradı protestocuların.
En bayağı tabiri ile ‘Amerika’nın oyunu’ olduğu yönünde idi bazılarının iddiası, bazıları ise uzun süredir uyku da olan bir coğrafyanın kendine gelişi olarak değerlendirdi olanları. Tam olarak ne olduğunu ileride bir gün idrak ederiz elbet. Tüm yaşanacaklar olup bittikten sonra akl-ı selim ile düşünebildiğimiz bir anda. 

Alışık olunduğu üzere birçok devrim kanlı gerçekleşiyordu. Bölgede de fazlasıyla kan döküldü zaten. Dökülen kan bu işin kaçınılmaz bir şartı idi elbet, nihayetinde kök salmış diktalar yerlerinden o kadar kolay indirilemezdi. Ama kimileri canlarını ortaya koyarak bir şeyler kazanmaya çalışırken kirli pazarlıklar da gündeme geldi. Libya’da çatışmalar son sürat devam ederken kimi ülkeler muhaliflerle petrol pazarlığına girişmişti bile. Keza Suriye örneğinde orada yaşanan vahşeti görmezden gelircesine çeşitli siyasi güdülerle Ruslar açıkça destek veriyor Esad yönetimine. 

Kanla ödenirken özgürlüklerin bedeli; bir tarafta ise elde edilecek veya korunması gereken bir çıkardan ibaret olan biten... 

Buazinin hayat yolculuğu 26 sene sürdü. Bir ihtimalde hala da sürüyor olabilirdi. Veya bir başka ihtimalde ölmüş fakat hiç tanınmamış olabilirdi. Fakat enteresan bir şekilde etkileyici bir halk hareketinin önünü açtı ölümü ile...

Musa Kama

Paylaş

ELVEDA

Gözlerim yeşile özensin diye miydi, rengin?

Yeşile vurgunluğum o güne aşinadır, kasımın aşk kokulu buluşma misali. Sonuna ramak kala, koştuğumuz toplu seyahat acenteleri o gün sana da çalışmıştı. Ne ala! Tabiat kılıf uyduramamışken ayrılığa, tesadüfü ömrüme serip numaranı ezberletmişti…

Kalabalığa inat mı bayılmıştı kalbim yalnızlığa? Biz kimdik, severken?

Tesadüf eseri aynı otobüsü tercih etmiş iki yolcu mu? Yoksa senin arabanın bozuluşu muydu, benim yanıma iten? Sahi, kimdin hakikaten?

Gözlerimde birikmiş bir heyecandı ona ilk aşk deyiverişim. Tanımadığım bir yüzde kırk yıllık hatıra belirlemek, sesinin her tonunu beynime kazıyıp o adamı milat bellemekti cesur olmak.  Cesurdum, imkânsızlığı ardına alıp, karşımda aşk diye beliren bir adama ‘’benim’’ damgasını vuracak kadar!

Kalemi o uzatmıştı elime, mürekkebi Ankara katmıştı, kâğıdı küçük adamdan aldım… Koca bir bütündü hayatım, beni hiç sonsuzluğa taşımamış, kırılgan bir yalnızlıkta… Ve aslında tanıdığım her adam; biraz imkânsız, biraz uzak, biraz Ankara, biraz küçük adamdı. Ve aslında tüm sözler onlara aşinaydı. Yenisini ekleyemeyecek kadar siciline!

Defalarca sorular yöneldi aylak halime… Defalarca ‘’kim’’ dediler, ismine’ Kim? İnan cevap veremedim hiç, tanımadığım bir adama iç geçirirken yüreğim, adını hiç anamadım. Ve bu ilk cesaretsizliğimdi hayata…

Korkmadım severken seni, kin tutmadım, kalemi suçlamadım, kâğıda alınmadım, yalnızca imkânsızlığa iç geçirdim ara sıra… Yalnızca ona imkân tanıdım. Ona kızdım, ona bağırdım, onu suçladım. Sen diye başladım hep… Sadece sen… Sen gitmeseydin diye sonlandırdım cümleleri. Yakışmadı umuduma çelme, yakışmadı biz…

Eski bir şehre yeni anlamlar yüklerken rengin, yeşili hiç kana bulamadım. Oysa kırmızı en çok o boğuk istasyonlu şehre yakışırdı. Oysa otobüs terminalleri hep kareli gömlek seçmişti kendine. Oysa imkânsızlık hep yeşildi. Umut kadar, beyaza yatkınlık, gözlerime değmişlik kadar…

Oysa hep yeşil bakmıştım hayata, renkler aldatırken benliğimi ‘’ geç’’ hamlesine rağmen, kırmızıya çarpıp duracak kadar!

Nasıl anlattım baharı? Nasıl dile düştü hayatlar? İnan düşünmedim rastını. Aldırmadım, kelimelerin istemsizce dans edişine…

Ağladığım tüm yaşlar sevdiğim adamın gözünde birikmişken, ona her baktığımda denizi gördüm… Ona her baktığımda uçsuz bucaksızlıktı rengi. Sonra dur dedim kaleme, işte burada dur!

Ve sakın yazma aksini…

İmkânsızlığa…

Kırmızıya…

Sonsuzluğa…

Gülerken gözlerini kısan her adama…

Küçük kalbime sığmış tek adamla…

Koca bir ‘elveda’ şimdi…

Satır aralarına bulanmış yeşilin esirliğiyle…

Elveda şimdi;
Kareli gömleğini hiç çıkarmayan şehir!

Seher Sahin

BEŞİKTAŞ SEN BİZİM HER ŞEYİMİZ MİSİN?

Türkiye’de üç İstanbul takımından birini tutmak her vatandaş için elzemdir. Memleketinin takımını tutan insanlar olsa da yanında da mutlaka bu üçünden birini tutarlar. Bu siyasi tarafınız, milletiniz hatta bazen dininiz kadar önemlidir karşınızdaki insanın gözünde. Hangi takımı tuttuğunuz kendinizi tanımlarken sıraladığınız üç dört şeyden birisidir.

Bu durum birbirini tanımayan binlerce belki milyonlarca insanı bazı ortak duygularda buluşturması adına güzel bir şeymiş gibi görünür. Birbirini tanımayan insanlar doksan dakika omuz omuza bağırıyor, gol olunca sarılıyor, yenilince beraber ağlıyor. Ama bu durumun bir de öteki yüzü var. Sizin takımınızı tutanı bu denli kayıtsız şartsız kabul edip kendinizden sayarken, diğer takımı tutan kişiyi ötekileştiriyorsunuz. Sırf diğer top oynayan adamları destekledikleri için ailelerine sövüyor, polis olmadan aynı statta maç izleyemiyorsunuz. Ve herkesin normal karşıladığı çok hastalıklı tezahüratlar Anchoryapıyorsunuz.

Onlar yalnızca tezahürat demeyin, insanlar bu sözleri teyit edercesine birbirini yaralıyor, öldürüyor, stadyumlar yakılıyor, sahaya girilip oyuncular dövülüyor.

Futbol büyük bir eğlence sektörü ve insanlar da eğlenmek, kafa dağıtmak, bir süre sorunlarından uzaklaşmak için bu oyunu izlerler. Yani mantıklı olan durum budur. Fakat futbolla ilgilenen insanların büyük kısmı bu amaçlarla ilgilenmiyor. Futbol araç olmaktan çıkıp amaç haline geliyor.

Her türlü fanatizm gibi futbol fanatizmi de beynin kepenklerini indiriyor. Şike suçlaması sebebiyle yargılanan başkanları hakkında her yoruma karşılık masumiyet karinesi kavramını hatırlatan takım taraftarları futbol federasyonunun avukatı hakkında bir dedikodu çıktığında medya ve internet üzerinden onu linçe uğratıyor.

Darağacında bile olsak son sözümüz Fenerbahçe diyor kulüp başkanı ve bu onun takıma olan aşkını taraftarlara ispat ediyor. Bu sözü samimiyetle söylediğine ikna edilmeye çalışılıyor ki takımını kötü duruma düşürecek bir şey yapmadığına inanalım. Oysa bu sözün samimi olması daha vahim bir durum, sözün sahibinin Metris’ten Bakırköy’e naklini gerektirecek kadar.

Fenerbahçe, Beşiktaş veya Galatasaray büyük bir eğlence sektörünün çok önemli bir parçalarıdır, nihayetinde birer futbol takımıdır. İnsanların milletlerini bile bu denli kutsaması, ötekilere bu denli düşmanca davranması aptalca ve tehlikelidir ki top oynayan on bir adam ile bir armaya bu kutsiyeti atfetmek hastalık işidir.

“Futbolun çalışan sınıfların boş zamanını sahte bir neşe kaynağı olarak doldurup afyon etkisi yarattığına” falan inanmıyorum. Franco’nun Barnebau için söylediği iddia edilen 150 bin kişilik uyku tulumu gibi klişelerde pek anlamlı, mantıklı gelmiyor. Ama futbolu idare edenlerde bu niyet olmasa da büyük bir kitle üzerinde futbol bu etkiyi doğuruyor. Ülkelerinin tarihi, siyaseti, sanatı hakkında kulaktan dolma bilgiler dışında pek bir şey bilmeyen insanlar bütün futbol taktiklerinden haberdar ve takımının hangi takımı kaç kez yenip hangi kupayı kaç kez aldığını ezbere biliyor. Hayatında hiçbir şeyin üzerine yormadığı kadar futbol üzerine kafa yoruyor. Ah bir onu geçirseler Beşiktaş’ın başına neler yapacak.

 

Ben çevremden de gözlemlediğim kadarıyla durumun en kötü etkisini üniversite öğrencilerinde görüyorum. Aidiyet duygusu tatmak için katılınan taraftar gruplarında ne olduğunu sorgulamadan bir “şirkete” aşk sözcükleri söyleyen ve vahim olan bunu içten inanmış bir şekilde yapan sürüyle insan var. Mevzu futbol olduğunda olay veya karşıdakinin söyledikleri bütün anlamını yitiriyor. Objektif düşünebilen değil düşünmeyen, yalnızca körü körüne savunan fanatik bir gençlik yetişiyor.

İngiltere’de başlayıp birçok ülkede çıkartılan sporda şiddet yasaları ile birlikte oluşturulan yeni müşteri-seyirci tipinin futbolun “ruhunu” ve eğlencesini bitireceği söylense de bunun yalnızca bir oyun olarak algılanması için bu tip yasaların çok gerekli olduğunu düşünüyorum.

NotYazıda verdiğim takım, taraftar örnekleri kolayca aklıma gelen güncel şeyler olduğu için yazdıklarımdır. Her takım ve taraftar grubu hakkında benzer onlarca örnek bulunabilir.

 

Halil Kaan Canan

Paylaş

KAVRAM EKSENLİ İNSAN

Kavram, herhangi bir konuda içeriğin kapsayıcılığını ifade edecek bir sınır ve bu sınırın kapsadığı içeriğe dair satırbaşlarını anlamlı bir şekilde ifade eden kelimedir. Kavramlar gerek akademik anlamda gerekse günlük yaşamda sık sık kendisinden bahsedilen fakat “şey” sözüyle geçiştirilen öksüz kelime grubudur.

Kavram eğitimi başlı başına incelenmesi gereken bir mesele olmasına karşın bu mesele karşı takınılan tavır şaşırtıcıdır. Bir konuyu ifade ederken konuyla ilgili anahtar kavramlara dair derinlemesine bir fikir yoksa ifade sadece söyleyenin kendi egosunu kabartan dakikalar olmaktan öteye gitmeyecektir. Temel eğitim-öğretimden itibaren kavramların zihinlere yerleştirilmesinde doğru bir metot takip edilmelidir. Zira henüz eğitiminin başındaki bir insan zihnine yerleştirdiği kavramlar doğrultusunda yaşamını sürdürecektir. Kavram eğitimi eksik kaldığında ise yaşama boyunca konuşurken “şey”,”mesela”,”ıııı” gibi anlamsız sesleri kullanmak zorunda kalacaktır, zira neyi niçin anlattığı konusunda pek de bir fikri yoktur. Eğitim sistemimizin yetiştirdiği öğrenciler tam bir ezber canavarı olup çıkmakta, o ezberlerin gerçek mahiyeti konusunda ise en ufak bir fikre sahip değillerdir.

Örneğin bir öğrenciye integral kavramının içeriğine dair yapılacak bir sunum yerine integral formülleri sıralanırsa bu öğrenci çok iyi integral alan fakat bu bilgisini gerçek yaşamla eşleştiremeyen bir kişi olarak yaşamını sürdürecektir. İntegralın en kaba haliyle küçük parçacıkların toplanması fikrine dayalı olarak öğretilmesi halinde ise bu öğrenci integrali nerede kullanacağını bilecektir.

Kavramsal eğitimi eksik kalan bir kişi hem ezber gibi mayınlı bir alanla karşı karşıya gelecek, üstelik bildiğini zannedecektir. Belli bir yazılı metni kavramlar haricinde okuduğumuzda(ki buna gazete okur gibi okumak da diyebilir) bu metnin esas fikrinden çok metindeki kopuk kopuk kelimeler dizisine zihnimizin ev sahipliği yaptığına şahit olacağız. Bu kopuk kelimeler bir süre sonra yanlış uygulama, unutkanlık v.b arızalara neden olacaktır.

Kavram çalışmasından kasıt elbette ki kuru bir sözlük bilgisi değildir elbette. Zira bir kelimeye birden fazla anlama yüklenen metinlerde o kavramı sadece belli bir yönüyle bilmek metnin anlam bütünlüğüne dair fikrimizi karıştıracağı gibi verimli bir çalışmadan da uzak olacaktır. Aynı kelimenin bile farklı metinlerde farklı anlamlar yüklendiği düşünüldüğünde kavramları ortaya koyma işinin ne derece ciddi olduğu bir kez daha ortaya çıkmaktadır.

Kavram çalışmasının en önemli ayağı ise referans eserler kısmıdır. Kişinin kendi bulunduğu çevresi, kültürü, mesleği, meşrebine göre bu referans eserler değişebilmektedir. Bu yüzde referans eserleri hakkında keskin ifadeler kullanmak pek yararlı olmayacaktır. Belli bir çerçeve çizme adına referans eserlerin insanı ve onun yaşadığı kâinatı bütüncül kavrayan eserlerden oluşmasında büyük yarar vardır.

Zira insan çok yönlü bir varlık olması dolayısıyla yine onu ve onun ilgilendiklerini tanımlarken de birden fazla eksende değerlendirme yapmak sağlıklı sonuçlara götürecektir. Örneğin insanın ve çevresinde gelişen olayları basit bir maddeci bakışla yorumlayıp metafiziği yok saymak bir analizden çok değer ifade etmeyen ucu yırtık kâğıt para gibidir.

Kavram çalışmanın insana sağladığı en önemli fayda da tutarlılıktır. Kavramlar ekseninde düşünce üreten insanlar olaylara göre değil, ilkelere göre hareket etmektedirler. Zira ilkelerini de yine belli kavramlara dayandırmışlardır. İlkelere dayalı bir hayat tereddütlerden olabildiğince uzak olacaktır zira hadiseler karşısında telaşa düşmek yerine kendi ilkesi doğrultusunda bir pozisyon almaya itecektir.

Post-modern çağda yeni bir eğitim modeli aranırken kavram modelli bir eğitim sistemi asla göz ardı edilemeyecek bir konumda durmaktadır.

 

Ömer Kaya

Paylaş


     Ömer Kaya'nın Eski Yazıları

KISA METRAJ ÖYKÜ TADINDA: KOLTUK

Yaşamak için çalışan, çalışmaktan yaşamaya vakit bulamayanlar kulübünün daimi üyesiyim. Kulüp üyeleriyle birlikte bu durumun irade dışı mı meydana geldiğini yoksa kendi tercihimiz mi olduğunu sorgularız, fakat her zaman tek cevap hakkı tanıyan iki şıklı sorulardan nefret etmişimdir.

Bu tür sorular istediği cevabı almak için vardır. Cevap veren kişinin iradesi hiç mi hiç önemli değildir. Oysa ki hayat, ne bu kadar yüzeysel ne de tek yönlüdür. Zaman zaman kurguyla gerçek, yetenekle çaba iç içe geçtiği gibi zorunluluklar ve tercihler de iç içe geçebilir. Bu hayat hem zorunlulukların hem de tercihlerin birlikteliğinin bir ürünüdür.

Metropolde yaşamak iki saatlik bir filmi iki dakikalık fragmanıyla anlamaya çalışmak gibidir.

Gösterilenle gerçek arasındaki mesafe izleyicilerin hayal kırıklığıdır ve çoğu insan umutlarını kaybetme ihtimalini göze alarak filmi izlemeye cesaret edemez. Bir süre sonra, fragmanın filmin kendisi olduğuna inanmaya başlar insanlar.

İz bırakan şairler, yazarlar ve yönetmenler söyleyeceklerini metaforlar aracılığıyla dile getirir çoğu kez. Aslında hayatın kendisi başlı başına metaforlar kümesidir ve bu kümenin elemanları da hayatın basit gerçekleridir. Önemli olan filmin kendisini izlemeye cesaret edebilmektir.

Otobüsün durağa yanaşmasıyla birlikte hesaplar başlar zihinlerde. Oturacak yer bulma umudumu çok önceleri zaten kaybetmiştim. Sırtımı dayayabileceğim bir yer olsun yeter. Böyle zamanlarda otobüs koltukları çok değerli görünür insanın gözüne. Deriden yapılmış, heybetli ve kendinden dönmeli makam koltuklarından dahi değerlidir.

Makam koltukları insana sonsuza kadar yatabileceği mezar gibi gelir ve insan kalkmamak üzere heybetiyle çöker koltuğun içine. Makam koltuğu insan onurunun mezarıyken, otobüs koltukları yolculuk bittiğinde terk edilir kolayca. Belki de insanın bu kadar değer verip de kolayca vazgeçebildiği nadir nesnelerden biridir, otobüs koltuğu.

Otobüste çeşitli yolcu grupları vardır. Bu grupları denek olarak düşünüp sosyolojik çıkarımlar yapmak dahi mümkündür. İnsan mutsuzluğunun can bulduğu işe gidiş saatlerinde yolcuların çoğu erkekse, ailenin çalışan üyesinin genellikle erkek olduğuna dair çıkarım yapılabilir mesela. Çoğu kez arka sıraları erkekler işgal eder. Belki bu da ataerkil dünyanın otobüsteki yansımalarıdır. Kafasını öne eğip gözlerini kapatacak kadar yola pervasız olan yolculardan uzak durmak gerekir. Bir sıra önünüzden veya arkanızdan birileri kalktığında başkalarının oturduğunu izlemek en talihsiz anlardan biridir. Sanki insanlar size karşı sözleşmiş gibidir. Ne zaman oturan biri kalkma eğilimi gösterse ayaktakilerin zihnindeki hesaplar hayat bulur hamlelerle. Yolcu kalkmazsa eğer herkes hayal kırıklığı içinde yoluna devam eder. Tam siz oturacakken araya başkasının girmesi insanın tepesinin tasını attırır. Başlarsınız bu uyanığa saydırmaya. Tabi ki içinizden… Zihninizde yankılanır durur küfüler ve hakaretler. Başka türlü öfkenizi yatıştıramayacağınızı düşünürsünüz. Yol ilerledikçe umutlarınız da azalmaya başlar. Baktınız ki oturamayacaksınız kendinizi teselli etmeye başlarsınız: ”Zaten yolun yarısından fazlasını geçtik, otursak ne olur ki bu saatten sonra.’’Yol boyunca asla oturamayacağınıza kendinizi tam inandırdığınız sırada son durağa bir kala birçok koltuk boşalır. Bu sefer de ‘’ne yani, bütün yol boyunca her yer doluyken son durağa bir kala koltukların boşalması iş mi’’ diye isyan edersiniz. İsyanınızı dışa vurursunuz meydan okuyarak koltuklara.’’Bu saatten sonra oturmuyorum’’ der ve kalan bir duraklık mesafeyi de ayakta gidersiniz. Son duraktaysa bütün yolcular iner. Makam koltuğundan değerli koltuğun artık hiçbir kıymeti yoktur. Oturmak için yapılan hesaplar da bir o kadar anlamsız. İçten içe de olsa edilen küfürler ve hakaretler, zaman zaman hayat bulan tartışmalar, yer vermemek ve yer kapmak için oynanan oyunlar utandırır bu defa.

Yahu adam, niye anlattın bunca şeyi bize diyerek kızabilirsiniz bana... Dediğim gibi, mesele fragmanın ötesine geçebilmekte. Sonrası metaforlarla anlatılan basit gerçeği keşfedebilmektir.

Otobüs dünyayı, yolculuksa hayatı simgeleyen bir metafordur. Farklı hayatlarımız, hayallerimiz ve amaçlarımızla doluşuruz otobüse. Kız arkadaşıyla buluşmaya giden de vardır, ekmeğini kazanmaya giden de. İdealist hayallerine kavuşmak için yola çıkan öğrenci de vardır, yaşadığı şehri hayalleri için terk etmek üzere otogara giden de.

Bu dünyanın kıymetlisi de koltuklardır. Herkesin peşinde koştuğu dikili ağaçlardır, koltuklar. Oturabilmek için yapılan hesaplar, oynanan oyunlar da eksik değildir bu dünyada. Yolculuk başlarken çok değerli olan bu koltukların yüzüne bile bakılmaz yolculuk bittiğinde. Kiminin yolculuğu uzun kimininse kısadır, ama elbet her yolculuğun bir sonu vardır ve bu son, koltuğun da onun için yapılan hesapların da ne kadar değersiz olduğunu anlatır. Marifet sona gelmeden bunu anlayabilmektir.

Yolculuğun sonuna bir kala koltukların değersiz olduğunu anlamak sizi kurtarır mı bilmem, ama son durakta anlamaktan iyidir.

Yunuscan Ebici

Paylaş

Online dergiler Online dergiler