Röportaj | Sanatın Kısmetli Olması Gerek - Burcu Yaşar

Administrator tarafından yazıldı. Aktif .

SANATIN KISMETLİ OLMASI GEREK!

Asıl adı Süleyman Taylan olan Adil Kaptan 1954 de İstanbul’da doğmuş. Çeşitli sebeplerle iki oğluyla beraber Datça’ya taşınmış. Son bir senedir Datça’da yaşıyor, kurduğu atölyesinde resim dersleri veriyor, midye kabuklarından heykelcikler satıyor. Ben de kendisiyle Datça’nın Palamutbükü koyunda, kendisinin ve oğullarının yaptığı midye kabuklarından heykelcikleri satarken tanıştım. Özellikle, standa göz gezdiren sonra geçip giden müşterilerine iki dakika içinde anlattıklarıyla ilgimi çekti. Kendisinin söylediğine göre müşteri bir şeyler dinlemek istermiş, müşterileriyle Ergenekon’u konuştuğu bile olmuş. Hatta başından şöyle de bir olay geçmiş: Bir gün Kaptan’ın standına Selami Şahin bakmış, almak istediklerini söylemiş. Sanatçının eşi ise “Ben bu gereksiz şeyleri hayatta eve sokmam!” demiş. Adil Kaptan ise “O sizi eve sokmuş ya!” diye cevap vermiş.

Adil Kaptan’a kendisiyle Datça ve sanatıyla ilgili bir mülakat yapmak istediğimi söylediğimde “Ben sana ne anlatayım. Burada herkes ensest ilişkiye girmiş gibi birbirleriyle akraba. Kimse hakkında laf da edemezsin!” dedi. Ancak beni kırmadı ve keyifli sohbetini Fikir Adası’yla paylaştı. Ben bir sorduysam o bin anlattı. Adil Kaptan’la sanatı, sanata bakışı, sanatçı olmanın ‘normal insan’ olmaktan farkı, Türk toplumunun sanata bakışı ve sanatı lüks ögesi olmaktan çıkarmanın, sanatı ‘kısmetli’ yapmanın yolları ve daha pek çok şey bu mülakatta.

 

 Adil Kaptan kimdir?

 Adil Kaptan 2000 senesinde ressam  olmaya karar vermiş birisidir.İstanbul’dan Datça’ya göç ettim. Datça’da bir resim atölyesi kurdum. İki oğlumla birlikte hem el sanatları hem resim yapıyorum. 

Yıllardır yaşadığınız İstanbul’dan neden göç ettiniz?

İstanbul’da ailemden kimse kalmadı. Hepsi ölmüştü. Ablam, abim, annem… Arka arkaya… En sonunda köpeğim Çıtır öldü. Biz de İstanbul’u terk edip, Datça’ya karar verdik. Küçük oğlum öyle istedi. Motosikletle çıktık, Fethiye, Köyceğiz, Marmaris, Söğüşbelen… dolaştık. Beğenmedi hiçbirini. En sonunda Datça’yı gördü, beğendi. Baba yerleşelim buraya, dedi; biz de yerleştik. Oğlum beğenisi zor bir insandır. O beğendi ben de yerleştim. Sonra suçlama olur. Eğer ben “Datça’ya yerleşelim” deseydim, onlar da burada hayatlarını kuramasalardı “bizi buraya neden sürükledin diye suçlayacaklardı. Onlar nerdeyse ben de ordayım.

İnsanların emekli olunca balıkçı kasabasına yerleşme gibi hayalleri vardır ya siz de hasbelkader de olsa elde ettiğiniz bu şeyden memnun musunuz?

Yok ben öyle hayallerle gelmedim zaten. Buraların yolu yordamı olmadığı vakit motosikletle geldim ben buralara. Yol yok. İki arabanın yan yana geçmesine imkân yok. Bu kısacık 27-30dk.da gittiğin yol iki buçuk saatte bitmiyor. Ama nasıldı biliyor musun? Buralar o kadar güzeldi ki. Yerler toprak… Her tarafta bina yok. Küçük şirin taşevler… Denize oltayı atıyorsun balık kütür kütür… Zıpkınla avlanıyorsun. Bir tane güzel balık vuruyorsun, ızgara yapıyorsun. Karnın doyuruyor. Onun için benim bu bitmiş yerlere yerleşmek diye bir hayalim olamaz! Ama n’olur; İstanbul’un kargaşasından insan bıkmıştır. Kendimi atayım sakin bir yere, bir evim olsun der. Yaşlanmıştır artık. Bitmiştir. Ben hayatımı yaşlanmayı bekleyerek geçirmedim.

İstanbul gibi büyük bir yerde sanat yapmakla, Datça gibi küçük bir yerde sanat yapmanın farkı ne?

Datça’da sanat yapmıyorsun ki kendini oyalıyorsun! Yani sanat her yerde sanattır, yine sanatını yapıyorsun da bir şey bekleyerek yapmıyorsun. Çünkü sanata önem veren kimseyi göremedim. Ne belediye başkanı, ne şu ne bu… Herkes kendine ait bir dünya kurmuş, içlerine kimseyi sokmuyorlar. Ben ressamım. “Oo kaptan sen de mi ressamsın?” deyip “Gel bi’ dostluk kuralım, tartışalım, sanattan konuşalım” falan diyen yok yani.

Hatta benim atölyeme geliyorlar, resimlerime bakıyorlar, kendilerini tanıtmadan çıkıp gidiyorlar. Ben Ahmet, diyor mesela. Ben Ressam Ahmet diyen yok. Sorular soruyor, akademili misin alaylı mısın? Ya sana ne, neliysem neliyim. Ben resim yapıyorum, yaptıklarım da duvarda.

Peki ben sorabilir miyim; akademili misiniz, alaylı mısınız?

Alaylıyım. Fındıklı Güzel Sanatlar Akademisi’nde 4 yıl misafir öğrenci olarak çalışmalara gittim. Orda öğrendiklerimi evimde çalıştım. Kitaplar aldım.

Ben aslında serüvenci bir herifim. Kampçıyım. Motosikletçiyim. Gezmeyi severim. Görmeyi incelemeyi severim. Aslında Motor Teknik Lisesi mezunuyum. Ona da motorcu olmak için gitmedim. Motosikletle dünyayı gezecektim, yolda kalırsam motoru nasıl tamir ederim diye düşündüm. Hem lise okuyacak hem motoru öğrenecektim. Yoksa motorculuk falan yapmadım. Şimdi her şeyi kendim tamir edebiliyorum.

Üniversite için de bir sene Bilgi dershanesine gittim. Akademiye hazırlandığım vakit, 75-76 yıllarından bahsediyorum, arkadaşım İsmail’i anarşi yüzünden vurdular. Şişli’de iki arkadaşız, siyasi bilimlerin önünde çapraz ateş arasında kaldık. Turgut ayağından vuruldu. Dedim okumak buysa, ressam olmak buysa ben bunu dışardan da yaparım! Ne anarşist olurum, ne sağcı ne solcu… Ama ben ressam olurum! Şimdiki durum olmuş olsa ben akademinin ilahını okurdum. Masterını,şusunu busunu da dibine kadar yapardım.

Burada midye kabuklarından heykelcikler yapıp satıyorsunuz. Tabelanıza da şöyle yazmışsınız: Midye Kabukları ve Sanat. Sanat ve doğa ilişkisi nasıldır sizce? Sanat doğanın neresindedir?

Sanat doğanın içindedir. Doğa ise başlı başına bir sanattır. Yani küçücük bir hayvan bile müthiş bir heykeltıraştır. Kabuğunu biz taklit edemeyiz ki onun. Onun üzerindeki dokuları,  desenleri, lekeleri… Bir ressamın yapmasına olanak yok ki.

Peki ressam ne yapar?

Ressam tabiatın içinde kendi gözüyle gördüklerini çıkartıp resmeder. İçinde, kalbinde, gözünde görmek istediklerini resmeder. Yoksa ressam birebir ağaç, eşek, at yapmaz. Ben bunu pek resim olarak görmüyorum. Bunlar sadece hobi olarak yapılan şeyler.

Yani: ağaç. Ağaç zaten ağaçtır!

Siz daha çok nasıl çalışıyorsunuz?

Benim akademide gördüklerim reprodüksiyon çalışmalardı, kopyalardı. Onları yapıyorlardı öğrenciler, ben de geldim onları yaptım. Onun dışında birebir, realist resimler bana bir şey vermiyor. Senin birebir resmini, portreni, nünü yapmak beni pek tatmin etmiyor. Onun yerine, senin içinde, senin vücudunun çizgileri içinde bir şeyler yapmak, hareket resmi yapmak… Vücudun vücut olabilir ama onun içinde de bir sürü şey olmalı. Öte yandan, realistliği bitirmeden soyuta geçemezsin tabii.

Mesela benim atölyemde bana bir arkadaşım poz verdi, iri göğüslü biri. Şöyle yaptı. (Burada Adil Kaptan iki elini başının üstünde birleştiriyor. Geriniyor, yüzünün yana çevirip göğsünü dışarı çıkarıyor, pozu gösteriyor.)

Kocaman da göğüsleri var. Dedi benim resmimi yap. Bir gün benim atölyeme gelirseniz o resmi göreceksiniz. Yaptım bitirdim resmini. Bir baktı: “Bu ne yaa!Püü sana Kaptan, ben de bir şey yapıyorsun zannettim.” dedi. Şimdi ben kocaman göğüsler, uçlarına nazar boncukları yaptım. Göğsünün üstüne ve gövdeye atmosferik olayları yaptım. Bacaklarda fırtınalar, dalgalar… Ben orda şunu anlattım:Kadın deniz gibidir; bazen limanlık,bazen fırtınalı. Ne zaman ne yapacağı belli olmaz! Arzu’nun birebir fotoğrafını yapmanın anlamı yoktu ki orda!


Neden sanat adamları biraz kafadan çatlaktır ya da bize öyle görünürler? Şöyle ifade etmek gerekirse, deliler mi sanatçı olur; sanatçı olunca mı delirirler?

Delilik başka kavram, sanatçı başka kavram, uçukluk başka kavram… Kimisi kendini uçuk gösterir. “Ben sanatçıyım, ben şuyum, ben buyum… İşte ben böyle yaptım” Yaptığı şey bir şeye benzemez. “Ben bunu böyle yorumladım.” Hayır sen onu öyle yorumlamadın, o kadarını yapabildin. Uğraşsaydın daha güzelini yapabilirdin. İnsanlara güzel şeyler vermek gerekiyor. Ben birileri için sanat yapmıyorum ama ben öldükten sonra onlar birilerine kalacak. Geride güzel bir şeyler bırakmak gerekiyor.

Normal insanlar bakar geçerler. Sanatçı görür geçer. Şu ağaca bakarsın, elli kere bakarsın, hiç anlamazsın. Ağaçtır işte o. O ağaca anatomisini görerek bakıyorsan eğer, dokularını, dalların şeklini, ağacın duruşunu görüyorsan sanatçısın. Yolda üç dört tane çam var. Onların özel olarak resimlerini çekeceğim, soyut olarak yapacağım. Çok karakteristikler. Dalları malları müthiş. Kim budamışsa onları zamanında çok güzel budamış. 

Resim yapan herkes ressamdır; ancak sanat yönü tartışılır. Sanat yönünü ortaya koymak lazım. Ne yaptığını, ne düşündüğünü resmin içinde anlatabilmeli. “Ben bunu yaptım, ben buyum!” demek kaytarmak, yan çizmektir.

Sanatçıların hayatlarında çok inişler çıkışlar olur.

Var tabii. Sanatçı zor yaşar.

Hep böyle midir? Neden böyledir?

Normal vatandaş normal vatandaştır. Memur olur, iş adamı olur, iş kadını olur. Normal olmayan, hayata başka bakan insan sanatçı olur. Sesin güzeldir müziği seçersin; görüşlerin, el becerin vardır, resmi, heykeli seçersin. Ama o zaman normal insanlar seni normal olarak görmüyor. Senin midye dolma diye yediğin, üzerine basıp kırdığın bir midye kabuğunu ben yelkenli, kaptan köşklü, kamaralı, davlumbazlı bir gemi haline getiriyorsam benim görüşlerim başkadır.

Ama bu farklı bakışlar her zaman para getirmiyor sanırım.

Ekmek yemek için, para kaygısıyla sanat yapamazsın zaten. O yanlış. Ama yaptığın işten de para kazanman gerekiyor. Ya da başka, güzel bir işin olması lazım ki sanatı desteklemen gerekiyor. Resim işi para işi. Heykel işi hepten para işi. Heykel işi çok güzel ama bizim halkımız… Yahu kırıyor ya. Üzerine grafiti yazılar yazıyor. Heykelin güzel yerlerini olumsuz şekillere getirerek abuk sabuk, müstehcen görüntüler çıkarıyor o heykelden. Sanata değer yok, hiçbir şeye değer yok.

Ben su kontrplağı üzerine çalışıyorum. Arkasını izole ediyorum. Önünü çok iyi kapladığım için herhangi bir problem yok. 300 yıl sonrasına kadar gider… Ama kalıcı bir eser bırakmak için yaptığın malzemenin ana temasını yani şosesini kuvvetli yapmak gerekiyor.Yani heykel de yapsan resim de yapsan onun da kısmetli olması gerekiyor! İyi ellerin eline geçmesi gerekiyor. Rodin’in heykelini sen Türkiye’ye getir; kafasını kırarlar, parmaklarına oje sürerler…

Sanatçılar zorluklarla karşılaşırlar, para kazanamazlar hatta toplumdan dışlanırlar; neden inatla sanat yapmaya devam ederler?

Sanat insanın ruhunda vardır. Sanatı icra ettiğin zamanlar para kazanacağın zamanı yiyorsun. Eğer sen herkesin çalıştığı mesai saatlerinde resim yaparsan aç kalırsın tabii, eğer herhangi bir yerden gelirin yoksa, ailen köşe değilse! Ya genetik zengin olacaksın: Ben resim yapacağım kardeşim, ağzımda pipo; kafamda yan bir şapka, göstermelik bir de keçi sakal… Al sana, işte ben ressamım. Bu kadar basit değil işte. Sanat özveri istiyor.

Ben para kaygısıyla resim yapmadım ama aç kaldım. Hele bir gün öyle aç kaldım ki aklın hayalin durur. Atölyedeki ekmeğe güvendim ama o da küflenmiş, alçak. Kabuklarını soydum, ince ince kestim. Kızarttım, yağ sürdüm. Peynir yok. Tuz attım. Ama çayım vardı, şekerim vardı, pipo tütünüm vardı. İyiydim yani o yönden. Dedim Allah’ım sen bana küflü ekmek yedirdin başka birine, başka bir sanatçıya bunu yapma! Sen bana bu yeteneği vermişsen eğer beni aç bırakma hakkın yok. O zaman beni niye tüccar zihniyetinde yaratmadın? Niye Kayserili yapmadın beni de İstanbullu yaptın? Beyin yönlendirir insanları. Bana verdiğin beyin ne tarafa gidiyorsa ben o tarafa giderim.

              

Bence ülkemizde sanat insanlara lüks gibi geliyor. Mesela diyorsunuz ki bir tablo 4 bin, 5 bin lira… Adam 4 bin lira bulsa zaten karnını doyuracak, borcunu ödeyecek de çocuğunu okutacak…

Evet, insanın resme ayıracak bir parasının olması lazım.

“Ben resmi seviyorum ve tablo satın almayı seviyorum. Ya da kenarda köşede kalmış sanatçıların tablolarını alarak ileriye yönelik koleksiyon yapma amaçlı resim toplamayı seviyorum.” diyebilmek lazım. Sakıp Sabancı’nın zemin katında resimlerin senelerce saklanabilmesi için ortam yaratılmış. Bilmem kaç santigrat sıcaklık, bilmem ne ışınlarıyla resimlerin bozulmamasını sağlamak, saklanış şekli… Resim böyle saklanır! Ben geçim kaygısı olan bir insanın resimle, sanatla bilmem neyle uğraşıp da… Ayağımda pantolon yok oraya bir resim koyayım… Yok öyle bir şey. Gider en ucuz manzara resmini alır, Çin malı. Çin’de ne yapılıyor şimdi? Renkli fotokopi olarak resim kumaşa basılıyor. O ufak adamlar oturmuşlar yan yana 50 kişi 60 kişi fabrika kurmuşlar! Onların üzerine aynı renkte boyaları kabartma olarak sürüyorlar. Yoksa sen Rambraund’ın tablosunu 25liraya nasıl alırsın? Bir de keten yağı bilmem ne parfümü beze emdiriliyor. Al kokladığın vakit, yağlı boya…

Peki sanatı lüks ögesi olmaktan çıkarmanın başka bir yolu var mı?

Var. Çocuğun mu oldu, sanata yönlendir ama yanında işi olsun. Mesleği olsun ama resim, müzik kurslarına yolla. Bilgisayarın başında arkadaşlarıyla on parmak chat yapacağına “eh, ih, ıh” gibi abuk sabuk laflarla o çocuk bir sanata yönelsin. Mesela kitap okumayan bir ailenin çocuğu normalde pek okumaz. Ailede okumayı görecek çocuk. Anne-baba gazete, kitap okuyacak; çocukların önüne çaktırmadan onların seveceği resimli kitaplardan koyacaklar, evi kirletmeyen kuru boyalı kalemler, boyama kitapları koyacaklar… Ki çocuk bir şeyleri alsın senden.

O zaman kitap okuyanlar ya da sanatı sevenler azınlıkta kalmamış olur.

Tabii, kesinlikle.

Ege ve Akdeniz’i motosikletle sayısız kez gezdiğinizi söylemiştiniz. Bu işin en güzel tarafı nedir?

Ben 70li yıllardan beri en güzel yerleri geziyorum. Sizler bitmiş doğayı geziyorsunuz; ben bakir doğayı gezdim. Keşke o zamanlar bir fotoğraf makinem olmuş olsaydı. Keşke o bakirliklerin elimde dokümanları olsaydı.

Sizi takip edebileceğimiz bir web sitesi var mı?

Yok. Bana bir web sitesi açtı Ahmet “nü ressam” diye. O siteyi kapatana kadar neler çektim! Ama şaka yapmış. Ulan şaka yapılır mı? Bir buçuk ay içinde 3800 kişi ziyaret etti. Natürmort ressam, peyzaj ressam, nü ressam… Olur mu öyle bir şey ya!

 

Burcu Yasar

 

Paylaş


     Burcu Yaşar'ın Eski Yazıları

Online dergiler Online dergiler