Beni Bu Filmler Mahvetti | İclal Turan

İskele Editörü tarafından yazıldı. Aktif .

BENİ BU FİLMLER MAHVETTİ…

“…Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar. Saatine baktı: Dört buçuğa beş vardı. “Eve gidip okusam.” Durağa yürüdü. “Bunları kurtarmanın yolunu biliyorum. Kocaman sinemalar yapmalı. Bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. İyi bir film görsünler. Sokağa hep birden çıksınlar…” Kafasından geçene güldü. Duraktakiler dönüp baktılar. Kadının biri kaşlarını çattı. Sokakta kendi kendine sesli gülünemeyeceğini bilmeyen yoktu. “Ne adamlar be. Güldüysem güldüm size ne?” Duramadı orada yürüdü. Eve gitmeyecek. İçindeki “sinemadan çıkmış kişi“yi öldürdüler.”

Aylak Adam/Yusuf Atılgan

Forrest Gump

“Forrest Gump” birçok başyapıta imza atan Robert Zemeckis'in objektifinden ortaya çıkmış, belki de kendisinin en önemli filmi olarak niteleyebileceğimiz özgün bir şaheser. Başrollerini Tom Hanks, Robin Wright Pen ve Gary Sinise’ın paylaştığı film, Forrest’ın çocukluğundan başlayarak, 1950–1970 yılları arasındaki hayatından kesitler sunuyor. 

I.Q’su normalin altında bir insan olan Forrest’ın hikâyesine, küçük bir kasabada bir bankta, Forrest’ın o ana kadar ki yaşadıklarını, kendi ağzından dinleyerek başlıyoruz. Sözlerine film boyunca alıntılar yaptığı annesinin sözlerinden biri ile başlıyor: “Hayat bir kutu çikolata gibidir, payına ne düşeceğini asla bilemezsin.”

Olaylar çocukluğundan başlayan dev aşkı Jenny ile tanışması ekseninde gelişiyor. Forrest tamamen tesadüf olarak Amerikan tarihinin önemli olaylarına şahitlik ediyor,  Elvis Presley, Kennedy ve Nixon ile tanışıyor, Vietnam savaşına katılıyor. Ve 75 IQ’lu Forrest tüm bu yaptıklarında “farkında olmadan” akıl almaz başarılara imza atıyor. Bu durum şu sahnede özellikle dikkat çeker: Forrest üç seneyi aşkın bir süre boyunca durmadan koşar ve bir gün durur. Arkasındaki grup ona şaşkın gözlerle baktığında ise sadece “Yoruldum” der.

Gökyüzünde savrulan bir tüyün bir bankta oturan Forrest’ın ayaklarının dibine düşmesi ile başlayan film, yine benzer bir sahne ile son bulur. Forrest’ın hikâyesi hayatımızı rüzgârda savrulan bir tüy gibi, sorgulamadan, yönlendirmeden, oluruna bırakarak yaşadığımızda da bir şekilde bir yerlere konabildiğimizi gösteriyor. Onun bir bankta oturup anlattıklarını dinledikten sonra, dünyaya eskisi gibi bakamıyorsunuz. Ve “Run Forrest, Run!” repliği uzun bir süre aklınızdan çıkmıyor.

V for Vendetta

Yönetmenliğini James McTeigue’nın yaptığı ve Alan Moore ve David Lyod'un yazdığı The Matrix'in senaristleri The Wachowski Kardeşler'in derlediği diyen V for Vendetta, geleceğin totaliter İngiltere’sinde geçiyor.

Terör ve savaş ve 80.000 insanın ölümüne neden olmuştur. “Birlik ve Beraberliğe en çok ihtiyaç duyulan bu günlerde” halka güvenlik ve birlik vaat eden totaliter bir parti afet döneminin de etkisiyle iktidara gelmiştir. Totaliter rejim, çok kültürlülüğü, demokrasi ve hürriyetleri yok etmiştir. Çoğunluğun değerleri bu değerlere sahip olmayanlara dayatılır. Bu durumun 2 temel sonucu şunlardır: 1) ayrımcılık 2) ayrımcılığa maruz kalmamak için tüm bireylerin iktidar önünde diz çökmesi.  Yani tam manasıyla bir “korku imparatorluğu”. İşte böyle bir anda V for Vendetta'dan bir replik önümüzü açıyor: “İnsanlar devletlerinden korkmamalı, devletler insanlardan korkmalı.” V for Vendetta, böyle bir dönemde V’nin hürriyet ve adalet mücadelesini anlatan bir hikâye.

Film günümüz dünyası, yaşadığımız ülke ile ilgili yolunda gitmeyen pek çok şeyi sorgulamanıza neden oluyor. Yaşadığınız dünya ile film arasında pek çok benzerlik görüyorsunuz. Takvimlerdeki her günün “birlik ve beraberliğe en çok muhtaç olduğumuz gün”ü göstermesi, dört bir yanımızın düşmanlarla çevrili olduğunun Tarih derslerinden, televizyonlardan bildirildiği bir ülkede, bütün dünyanın ülkemizi bölmek için durmaksızın çalıştığı paranoyasıyla yaşamamız ve bu paranoyalar yüzünden feda ettiklerimiz film ile birlikte gözlerinizin önünden geçiyor, derin düşüncelere dalıyorsunuz... V’ye göre ise tüm bu sorunların çözümü belli: ”Her koşulda daha fazla hürriyet ve adalet istemek.”

İçimdeki Deniz [Mar Adentro]

30 yıl boyunca ötenazinin bir hak olduğunu savunarak mücadele veren Ramon Sampedro'nun gerçek hayat hikayesinden perdeye uyarlanan filmin yönetmeniAlejandro Amenabar. İspanyol, Fransız, İtalyan ortak yapımı filmin başrollerinde Javier Bardem, Belén Rueda ve Lola Dueñas , kamera karşısına geçmiş. Senaryoyu Amenábar ve Mateo Gil birlikte yazmışlar.

Gençlik yıllarında denizde geçirdiği bir kaza sonucu sakatlanan ve boynundan aşağısı tutmayan İspanyol denizci Ramon Sampedro tam 30 yıl ailesinin bakımına muhtaç, yatalak yaşamak zorunda kalıyor. Ramon ölüm sayesinde kaybettiği özgürlüğünü kazanacağını düşünüyor fakat boynundan aşağısı tutmadığı için bunu başaramıyordu. Bu nedenle amacına ulaşmak için İspanyol hükümetine başvuruyor. Bu süreçte Ramon’un hayatına 2 kadın giriyor. Avukatı Julia onun ötenazi hakkı için yasal yollar ile mücadele ediyor, Rosa ise onu hayatın yaşamaya değer olduğuna ikna etmeye çalışıyor.

Film tek bir bakış açısını sunmaktan ziyade sorgulatıyor. Film boyunca kendinizi Ramon’un yerine koyuyorsunuz ve onun hissettiklerini kendi içinizde hissediyorsunuz. “Onun yerinde ben olsaydım ne yapardım?” sorusunu soruyorsunuz. “Yaşam” ve “Ölüm” ile ilgili tüm bildiklerinizi aklınızın bir kenarından geçiriyorsunuz. Bununla birlikte “Aşk” ve “Sevgi” kavramınlarını da sorgulatıyor film. Sevdiğiniz kişi yaşamına son vermek istiyorken, onun yaşamaya devam etmesini istemek bencillik midir yoksa onu gerçekten sevmekmidir? Ramon’a göreyse bu sorunun cevabı açık: ona gerçekten aşık olan kadın nihai yolculuğunun sorumluluğunu almasına yardımcı olacak kişidir.

LEON

“Kusursuz bir katil. Masum bir kız. Birbirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyleri kalmamış. Erkek sessizce hareket ediyor. Duygusuzca öldürüyor. İz bırakmadan yok oluyor. Zayıf noktasını ise sadece... 12 yaşındaki bir kız biliyor.”

Başrollerini Jean RenoGary Oldman ve Natalie Portman'ın paylaştığı bir Luc Besson filmi.

Mathilda, New York'ta yaşayan ailesi dağılmış 12 yaşında küçük bir kızdır. Üvey ailesinin yanında sevimsiz bir yaşamı paylaşmaktadır Mathilda’yı kaçıp gitmekten tek alıkoyan küçük kardeşidir. Babası uyuşturucu işlerine bulaşınca mafya ailenin tüm bireylerini öldürür. O sırada alışverişte olan Mathilda şans eseri hayatta kalır. Alışverişten döndüğünde tüm ailesinin öldürüldüğünü görür ve Leon’un dairesine saklanarak kendini kurtarır. Leon ise hayatını kurallardan oluşturmuş, sert ve tam anlamıyla profesyonel bir tetikçidir. Ancak Mathilda'ya karşı içten bir sevgi besler ve ona kol kanat gerer.

Mathilda ve Leon arasındaki ilişki “aşk”tan öte; kendilerine ilk defa iyi davranan birine duyulan sevgidir. Hayatlarında daha önce görmedikleri bir sıcaklığa duyulan özlem ve buna karşı verilen duygusal tepkidir.

Filmde, Leon’un sürekli süt içmesi, Mathilda’nın olgun tavırlarına rağmen çizgi film izlemesi gibi ayrıntılar ise içimizde bir parçanın devamlı çocuk kalabileceğini gösteriyor.

Filmin son sahnesi ve ardından çalan Shape of My Heart şarkısı ise filmin duygu yüklü atmosterini iyiden iyiye arttırıyor. Bu sahnede göz yaşlarınıza hâkim olamama ihtimaline karşı yanınızda bir mendil bulundurmalısınız.

Amélie [Le Fabuleux Destin d'Amélie Poulain]

Audrey Tautou’nun başrolünde olduğu, Jean-Pierre Jeunet filmi. Senaryosu ise Jeunet ve Guillaume Laurant tarafından yazılmış.

Çok garip bir anne baba tarafından büyütülen Amelie, gündüzleri Paris'te bir kafede garson olarak çalışırken akşamlarını küçük apartman dairesinde yalnız olarak geçiren utangaç, içe dönük ve hassas bir kızdır.

Amelie banyoda 40 yıl öncesinden saklanmış küçük bir kutuya rastlar, kutunun sahibini bulur ve teslim eder. O an kendisini mükemmel bir uyumun parçası olarak hisseder. Başkaları için küçük mucizeler geliştirmeyi öğrenmiştir. Bundan böyle çevresindeki insanların yaşamlarını iyileştirmeye karar verir. Bu arada karşılaştığı Nino adlı bir adamdan çok hoşlanır. Başkalarının mutluluğu için uğraşırken kendi yalnızlığı için bir şey yapmadığını, yaşayacağı güzel şeyleri ertelediğini farkeder ve kendi yaşamını sorgulamaya başlar.

Film hızlı kurgusu ve zekice esprileri ile izleyiciyi ekrana bağlıyor. Bir yerden sonra her şeyi bırakıp kendinizi Yann Tiersen’in olağa üstü müzikleri eşliğinde filmin içinde bir yerlerde kaybedip, o dünyada yaşamayı istiyorsunuz. Yüzünüzü çirkinleştirene kadar tebessüm etmek istiyorsanız bu filmi mutlaka görmelisiniz. İzledikten sonra bir “sevgi kelebeği”ne dönüşme ihtimaliniz yüksek. Hayat çok güzel değil mi? Kuşlar, böcekler, çiçekler filan…

İnto the Wild (Yabana Doğru)

Sean Penn’in yönettiği ve Emile Hirsch, Vince Vaughn, Catherine Keener ile Kristen Stewart’ın oynadığı "Into The Wild", Jon Krakauer’in 1996 yılında yayınlanan ve Christopher McCandless’in yaşamını anlattığı aynı adlı kitabından uyarlanan bir film.

Christopher, iyi bir üniversiteden mezun olmuş, varlıklı bir ailenin çocuğudur. Fakat aile, beklentiler ve alışkanlıklar gibi göbeğimizden bağlı olduğumuz pek çok etmeni kamp bıçağıyla kesip atıyor. Diplomasından, zenginliğinden, çok sevdiği kardeşinden ve çok sevdiği külüstür arabasından, o yasına kadar hayatında sahip olduğu jerseyden vazgeçip yollara düşüyor.

Eddie Wedder’ın muhteşem müziklerinin de etkisiyle film boyunca kendinizi farklı dünyalarda ve düşlerde buluyorsunuz. Christopher doğa ile bütünleşiyor ve gözünüzü alamayacağınız güzellikler film karelerini süslüyor. Bu gerçek öykü insanın arayışlarını, toplumun tuzaklarını, bireyin çıkmazlarını ve yaşadığımız hayatları bize sorgulatıyor. Bazen onun kendi ayakları üzerinde durma tezini desteklerken, bazen de yalnızlığın aksine insanlarla iletişimin bizi şekillendirdiği gerçeğiyle çürütüyor. Filmin sonunda defterine karaladığı bir cümle ise uzunca bir süre hafızalardan silinmiyor: “Mutluluk sadece paylaşıldığında gerçektir.”

Anlat İstanbul

Anlat İstanbul, İstanbul ortak paydasında kesişen beş hikâyeyi karşımıza çıkarıyor. Bu hikâyeleri masallara, insanları da kahramanlara dönüştürüyor. Her hikâyede, evrensel düzeyde tanınan beş Batı masalından (Fareli Köyün Kavalcısı, Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler, Külkedisi, Uyuyan Güzel ve Kırmızı Başlıklı Kız) esinleniliyor. Filmdeki 5 hikâyeyi 5 ayrı yönetmen çekmiş: Ümit Ünal, Kudret Sabancı, Ömür Atay, Yücel Yolcu, Selim Demirdelen.  Fakat bunu filmi izlerken hissetmiyorsunuz, film tek bir yönetmenin elinden çıkmış gibi duruyor.

Anlatılan hikâyeler her ne kadar Taksim ve çevresinde geçse de, film Doğu-Batı tartışmalarından mafya dünyasının hayatın her alanına sinmişliğine, İstanbul'da yaşayan insanların belleksizliğinden Kürtçe problemine dek, İstanbul özelinden çıkıp Türkiye'ye genellenebilecek birçok soruna parmak basıyor.Filmin senaristi ve yönetmenlerinden olan Ümit Ünal’ın ifadesiyle: “"Batı diye Doğu diye bir ayrım olmadığını, insanın gerçek masalının dünyanın her yerinde aynı olduğunu"” yüzümüze vuruyor.

Anlat İstanbul, çocukluğu çoktan bitmiş ama ruhunun bir tarafı hala masallarda yaşayan "büyük"lerin mutlaka görmesi gereken bir film.

Iclal Turan

 

Paylaş

Yazar Hakkında

İskele Editörü

Online dergiler Online dergiler