Filek Kalesi

Osman Kibar tarafından yazıldı. Aktif .

FİLEK KALESİ

Köse Kadı’nın habercisi kaleye alındığında, henüz gün yeni ağarmıştı. Mescidten dağılanlar onu farketmedi bile. Bir ânda kale sâkinlerinden biri oluvermişti. Hiç de konuğa benzemiyordu; pek gençti. Tırtıl sakalı, yüzüne iğretilikten öte bir çirkinlık veriyordu. Dilenci olacak yaşta da değildi. Bu haliyle, hem de bu vakit, aklı başında hiçbir muhafız onu kaleye sokmazdı. Bu genç Çingenenin böyle bir kaleye girmesi ve ortalıkta dolaşıyor olması şaşılacak şeydi.

Bütün gece dörtnal tepmişti. Kapıüstü nöbetçisine ‘Burası Kara Kale mi?’ diye sormuştu. ‘Böyle soru soran biri çıktığında, hemen bana getireceksiniz’ uyarısını bilen nöbetçi, doğruca alt taşlıktakı çavuşa koşmuştu. Çavuşun ‘Açın’ buyruğuyla, atlı içeri alınmıştı. Yine aklı başında olan hiç kimse ‘Burası Kara Kale mi?’ diye sormazdı. Türkü, Macarı, Uskoku, Çingenesi... yetmiş iki millet buranın Kara Kale olduğunu bilirdi.

Genç Çingene doğruca ahırlara gitmişti. Atıyla gereğinden fazla meşguldü. Bilerek işini uzattı ve birden karar değiştirdi. Aklına unuttuğu bir şey gelmiş gibi, telaşla atına binip muhafızların şaşkın bakışlarına aldırmadan kaleyi terketti. Geldiğinin aksi bir yöne gidiyordu. Dikkâtli bir göz, oturduğu eyerin kaleye girdiğindeki olmadığını da anlayabilirdi. Eski yağlı eyer, kapıaltındaki yemliğin altına rastgele bırakılmıştı.

Kurt İne Bey’e haber ulaştığında, ulak çoktan kaleyi terketmiş bulunuyordu. Çavuş biraz sonra unutulmuş bir eyer olup olmadığını anlamak üzere ahıra döndü. Bulduğu eyeri Kale Beyi’ne teslim etti. Olanlardan hiçbir şey anlamamıştı. Emir kuluna sormak değil, uymak düşer, düsturundan haberliydi. Bu anlamsız hadiseyi hemen unuttu. Bey kısmının işine akıl ermezdi. Nöbet değişimine nezâret etmek üzere tabur binasına yürüdü.

Kurt İne Bey, eyerin işlemeli kısmındaki kopçaları acele etmeden söktü. Kamasıyla deride dar bir çentik açtı. Keçenin içinde kıvrılıp yatmış kağıdı çıkardı. Serpilmiş sabah ışığında okumaya doğruldu. Bir sürü karmaşık, anlamsız Macarca kelime yanyana, alt üst sıralanmıştı. İne Bey, dâima kilitli duran kutudan çıkardığı bir cifir defterine bakarak, metni çözmeye başladı. Beş dakika sonra, elinde şöyle bir yazı vardı: ‘Eflika için vakit tamamdır. Demirtaş yakında intikâl edecek. Onun teklifi tatbik olunacak. Şarap yortuda rahat içilir. Ayyaşlara şarap vermeyiniz. Güvercin yenidır. Tedbirsiz olmayıp tek durasız. M.M. sizi orada bulacak’.

Bey, beklediği haberi almaktan sevinçliydi. Ama mektup mûtad dışı ve gereğinden fazla açıktı! Bunu tedbirsizlik saydı. Sonra, bu teşhisinden utandı. Mektup tabiî ki, karşı tarafın eline geçme ihtimâline göre yazılmıştı ve içinde bizim bilmelerini istediklerimiz vardı.

‘Hedef: Eflika’ denmişti; bunun ‘Filek’ olduğu anlaşılıyordu. Arapça harflerle Macarca kaleme alınmış bu garip mektup, Türkün Avrupa’da uyguladığı şifreli yazışma usulüydü. Bir de Edirneli âlim bir efendinin Balıbilen* adı verilmiş elifbâsı bu hizmete katılınca, Türkün şifresini çözmek, zordan öte imkânsız olmuştu.

Genç kale beyi kılavuz kıtapçığa bakarak çözdüğü metni bir daha okudu. Eflika... Bu kelime ‘f, l, k’ ünsüzleri üzerine kuruluydu. Bu da Filek teşhisi için yeterliydi. Eflika ve Filek zıt yönlerde iki kaleydi. Sokollu yeğeni Demirtaş Hüseyin’le temas kolaydı. Şu sıralar Belgrat’taydı ve iki üç güne kadar gelmesi beklenebilirdi. Benzer bir tâlimâtın ona da ulaştığı muhakkaktı. Teklifi ise, geldiğinde öğrenilecekti. Saldırı Yortu gecesi olacaktı. Şarapçının kazanıldığı îma ediliyordu. ‘Ayyaşlara şarap vermemek’... Bu, tutsak alınmayacak demekti! Marthali Matyas (M.M.)** ile buluşmak ise, bir muammâydı. Çingene kılığındaki Türk casusu yeniydi; haberleşme usulünün bunun için değiştirildiği ve bu basit yolun seçildiği anlaşılıyordu.

İki gün sonra Demirtaş Hüseyin Bey, Kara Kaleye ulaştı. İne Bey’­le uzun bir görüşmeye oturdular. Tedârike hemen başlandı. Yanındaki dokuz akıncıya ek olarak otuz seçme yiğit daha gerekliydi. Sayı mutlaka kırkla sınırlı kalmalıydı. Demirtaş Bey çeri içine sokuldu. Günlerce onlarla yedi içti, ardından İne Bey’e seçtiği yiğitlerin adları yazılı bir pusula verdi.

Angaryaya koşulan tâbî Macarlar günlerce, hepsi aynı ölçüde bir sürü ince ve hafıf ağaç dalı kesti. Bazı şakacı gâzîler, Macarlara ‘Kalenin üstüne çatı yapılacağını’ söyleyerek eğleniyordu. Belli mi olurdu, Türkün işine akıl sır ermezdi... Ağzı biraz daha gevşek birkaç gâzî ise, Eflika üzerine bir akından söz edip kuşatma olacağını sağda solda konuştu. Meraklı dinleyicilerine, kendilerinin sırf bu iş için seçildiklerini kabara kabara ağızlarından kaçırdılar. Bu kaledeki Macar kardeşlerinden niye saklasınlardı, bu iş en yakın yortu gecesi olacaktı. Hem, kale Türkün olunca, oradaki akrabalarına gidip gelmek de kolaylaşacaktı!

Casus Macarlar Türkün aptallığına şaşıyordu. Doğrusu, bu kadar açıktan faâliyet göstermeleri tecrübelerine tersti. Ama, kaleye yığılan askeri görünce, inanmaya başladılar. Kaleden çıkan öncü müfrezeler Eflika önüne karakol bile kurmuştu. Bütün asker ‘Eflika bizim olacak’ diye nâra atıyordu. Eflika’ya  nerdeyse hergün düzenli bilgi vermeye başladılar.

Eflikadakiler hazırdı, bütün tedbir alınmıştı. Kale bir yıl bile dayanabilirdi. Asla su ve yiyecek sıkıntısı çekilmeyecekti. Bütun silahlar yenilenmiş ve kale takviye edilmişti. Tam on iki bin asker, iki bin şövalye besliyorlardı. Çetin bir kuşatmaya hazırlandılar. Bu, pahalı bir tedbirdi.

 

*

Demirtaş Bey’in seçtiği adamlar gâyet çelimsiz şeylerdi. Âdaba aykırı düşmese, İne Bey ‘Hep kendine benzer adamlar bulmuşsun’ derdi. Ama bu boş birisi değildi. Hem, Kadı’nın kesin tâlimâtı vardı. Onun için Demirtaş Bey’in bir dediği iki edilmedi.

Bu kırk kişi çok garip bir tâlim biçimi uyguluyordu. Kale halkı tarafından alaya bile alındılar. Herkes savaşa hazırlanırken, onlar kaleye yakın bir ormanda garip faâliyetlerine devam etti. Yaptıkları gâyet basitti: Kırk kişiden herkesin bir ağacı vardı ve bütün gün bu ağaçlara çıkıp iniyorlardı. Sonraları bu işi basit halatlarla yapmaya başladılar. Bu, daha da garipti. Ama, son on gündür bunu da bırakmış, ulu bir sedir ağacı bulmuş, boyu nerdeyse elli arşını geçen ipten bir merdiven atmış, durmadan bunun üzerinde mekik dokuyorlardı. Gitgide bu âletin boyu uzadı. Orta kısma geldiklerinde, ağırlıktan esneyen basamak, yere yirmi arşın kadar yaklaşıyordu. Günlerce bu tâlimi de sürdürdüler. Tâbî Macarların alaycı bakışları, Eflika yolcusu gâzîlerin hakîr alaylarına rağmen, bu kırk kişi inatla işlerine sarıldı. En çok da akına katılamayacaklarına yanıyorlardı!

Kaledeki angarya ve hengâme olanca hızıyla sürerken, Aziz Hristos Yortusu da gelip kapıya dayandı. Türkler, Kara Kale’den -hem de gündüz gözü- taşraya asker çıkardı. İki bin kişilik savaş yolcusu uğurlandıktan sonra, kale boşalmış gibiydi: Yüz elli muhafızdan başka, hapsedilmiş Macar erkekleri, imam, mü­ezzin, subaşı ve kırk çelimsiz, az okkalı adam...

Küçük kale mescidinde yatsı namazı kılındıktan sonra, kırk sessiz gölge kale kapısından süzüldü. Eflika’ya gidenlere yetişemeyecek kadar geç kalmışlardı. Kırk adama karşılık, seksen atları vardı. İlk önce yakın ormana uğradılar. Yüklerini alıp Eflika’ya gidenlerin aksi yöne dörtnal vurdular. Filek önüne vardıklarında, henüz geceyarısı olmuştu. Seksen at ve kırk kişiyle kale kuşatılamayacağını onlar da biliyordu; ama, kırk kişiyle kale fethedilebilirdi!

Filek, kuşatmayla alınması mümkün olmayacak bir mevkideydi. Bugüne kadarki beş teşebbüs hep başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Kâfir aylar değil, yıllarca dayanırdı; çok gâzî kırılırdı. Kalede zorlu jakoben şövalyeler yığınak yapmıştı; iyi dövüşürlerdi. Otuz bir topu vardı. Birisi, bütün Nemçe’de bulunmayan ejderha gibi bir şeydi. Bir güllesi bin beş yüz, kendi ağırlığı ise on bin okkaydı. Tunçtan dökülmüş kale kapısını lağımlamak imkânsızdı. Dört dolay muhkem hendek kazılıydı. Mazgallara merdiven yetişmezdi. Edirne’den getirilecek havan topları, ancak bir kuşatmada işe yarardı. Kalenin çevresi boştu. Havâle yapılsa bile, atılan yağlı paçavralarla hemen yakılırdı. Ama, sol yönde -nerdeyse- kalenin yarı beline kadar yükselen, fakat kaleden en az iki yüz adım uzak bir ulu kaya vardı.

Kırk adam, böcekten bile sessiz sürünmeyle işte bu kayaya çıkmıştı. Yedek atlardaki yükleri birbirine ekleyerek, gâyet uzun bir basamak elde ettiler. Yaradan Mevlâ’ya sığınıp adı güzel Muhammed’e salavat getirip bu devâsa âleti, karşı mazgala fırlattılar. İki denemeden sonra, dua yüzü suyuna olacak, basamağın uç kısmı gitti, mazgala tutundu! Bu garip ve uzun nesnenin orta kısmı aşağı doğru epey esnekti. Altında korkunç bir uçurum ortaya çıkmıştı. Basamağın yere basan ucunu kayalara bağladılar. Kılıçlarını omuzlarına asıp kamaları ağızlarına dişlediler. Palalar, baltalar yedek urgandaydı.

İlk Demirtaş Bey tırmandı. Beşik gibi sallanan hafif bir salıngacın üstünde, olağanüstü bir çeviklikle ilerledi. Mazgal ucuna geldiğinde, burasının o ejderha topun yuvası olduğunu gördü. Yüksünmedi; zâten hedefleri oraydı. İki kolunu açıp tırnaklarıyla taşlara kenetlendi. Çıplak ve kara boya sürülü kaslı göğsünü bu canavarın ağzına dayadı. Ayaklarını alt küpeşteye tespit edip yüklendi. ‘Allah...’ nârası, sıkılı dişlerine çarpıp orada bir inilti olarak kaldı. Can veriş, kan döküş, ilik söküş gibi bir daha nâralandı. Yerinde biraz da olsa ağnayan demir yığını, sessiz yüklenmenin üçüncüsünde dayanamadı ve korkunç bir uğultuyla kâidesini de sökerek iç avluya yuvarlandı. Diğer otuz dokuz yiğit seri ve az aralıklarla mazgala ulaştı. İlk çıkan iki serdengeçti, Demirtaş Bey’i baygın yattığı mazgal ucundan alıp içerı taşıdı. Göğsü şerhâ şerhâ kanıyordu, eye kemikleri kırılmıştı. Sol bacağındaki iki kas bağı kopmuştu ve sağ kolu sarkıktı... Çok hızlı hareket ediyorlardı. İyi tahkim edilmiş, ağır kale kapısıyla ilgilenmediler. İlk yarım saatte bütün koğuşlar elden geçirildi. İç kaledeki hafıf bir direnme hemen kırıldı. Kale Kapitanı başta olmak üzere bütün küffâr kılıçtan geçti. Kale zindanında mahpus yetmiş gâzî kurtarıldı. Kalede meyhâneci ve yanındaki aptal yamaktan başka ayık kişi yok gibiydi. Demirtaş Bey’in kesin buyruğu vardı; onlara dokunmadılar. Hiç kayıp verilmeden kale düşürüldü.

Akşam batan güneş, kaleyi kâfır beldesi olarak geceye emânet etmişti; bu sabah doğduğunda, ezanlı, Kur’anlı, Türk sancaklı bir İslâm beldesi olarak selamlayacaktlı. Fetih müjdesi bir gün içinde, Zigetvar önlerine otağ kuracak Sultan’a ulaşırdı. Kaybediş haberi ise, Viyana’ya -ancak- bir haftada varırdı. Viyanalı bir âile olan Hasburglar özellikle çok üzülecekti; imparatorluk hânedânıydılar!

Sabah namazı vakti geldiğinde, üç gâzî, davûdî bir sesle fetih selâsı verdi. Ardından ezan okudular. Sur dibi küffâr cesediyle dolmuştu. İç avluya yığılan diğer mundar bedenler, çukurlar hazır olduktan sonra gömülecekti. Tedaviye alınan Demirtaş Bey kendine geldi. Diğer gâzîler, önceden belirlenmiş işlerle meşguldü.

Meyhane Yamağı, Demirtaş Bey’le şahsen görüşmekte ısrar etti. İki gâzînin önüne katılıp -şimdi bir divanda dinlenen- Bey’in yanına iletildi. Demirtaş Bey’in destur vermesiyle, yalnız kaldılar. Yamak Türkçe hitap etti.

-Demirtaş Beyim, gazânız mübârek ola!

                -...

-Hiç Marthali Matyas adını duydunuz mu?

-Bre kardaş, o sen misin?

-Evet. Köse Kadım haber bekler, dönmem gerektir.

-Bütün kâfiri ağulamışsın.

-Beli Beyim... Şarapçıya dokunmayasuz, kazanılmıştır. Rabbim, müyesser kıla da tiz günde şehâdet getire...

-Amiin...

İki serhad kurdu, bir müddet halleşip konuştu. İki gâzîyle iç avluya inen Yamak, usta bir sıçrayışla bindiği atla kaleden çıktı. Hemen dörtnal vurup İstolni-Belgrad yönünde gözden kayboldu. Gâzîler, atlının az önceki sümsük yamak olduğuna inanmakta zorlandı.

*

Kara Kale’den ayrılan birlik, Eflika önünde eğlenmeden tırıs geçti. Bir günlük yolları daha vardı; Zigetvar’a gidiyorlardı. Ordu-yu humâyun gelene kadar havâle kuracaklardı. Eflikadakiler dehşetli bir hayretle saşıp kaldı. Atlatılmış bir tehlike onları sevindirmedi. Günler sonra Türkün ettiği oyunu anladılar. Üç ay boyunca, boşuna tertibat almış ve boşuna tahkimât yapmışlardı. Savunma tedâriki pahalı bir işti. Bunca insan birikmişti, dışarı da çıkamazlardı. Daha kötüsü, Zigetvar kuşatması sonrası onları bekleyen âkıbetti.

Türkün esas başarısı ise kaleyle, Macar ahâli arasındakı uçurumu sağlamlaştırmasıydı. Savaş hazırlığı için kırk iki köy yağmalanmıştı. Güçlü bir bütçe için ağır vergiler konmuştu. Boşa çıkan bu hazırlıkları îzah etmek güç, hem de çok güç olacaktı. Talan edilen ahâlide Türke meylediş artacaktı. Tâbî köyler çoğalacaktı. Macaristan kendiliğinden Türke dâvetiye çıkarıyordu.

Zigetvar’ın düşmesinden sonra, Eflika kendiliğinden teslim oldu. Yarı yarıya boşalmış bir kaleyi savunmak zordu. Talan edilecek, vergi toplayacak Macar da kalmamıştı. Amaçsız bir direnmeyi gereksiz gördüler. Yine de Marthali Matyas, kale Kapitanı ve soylu Macar beylerini vire’ye iknâda zorlanmıştı; o sırada, Arşidük Karoli’yı temsilen Eflika’daydı. Teslim sonrası fidyesi ödenen ilk soylu, Marthali Matyas oldu. Zavallı, tutsak Macar soylularına kendilerinin kurtuluş fidyesi için bizzat Kral’la görüşeceğine dâir söz bile verdi. Ama, hazinenin mâlum durumunu göz önüne almak gerektiğini hatırlatmayı da ihmâl etmedi.

 

    Osman Kibar

** Roman kişisi (Bahaeddin Özkişi, Köse Kadı, Ötüken Yayınevi, İstanbul-1975)

* Edirneli Ekmekçizâde Mehmed Muhyiddin Efendi’nin buluşu olan yazının adı. Arapça esas alınarak ç, j, p harflerinin eklenmesiyle kurulmuş ve dünya dili olarak düşünülmüş özel alfabe.

** Roman kişisi (bkz. ae)

 

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

Yazar Hakkında

Osman Kibar

Online dergiler Online dergiler