×

Uyarı

JUser: :_load: 948 kimlikli kullanıcı yüklenemiyor.

Ummanda Ram Olmak

Aktif .

Bursa’da çiçeklerin bir bir solmaya başladığı günlerdi. Gün ortasında dahi nahoş bir karanlık hâkimdi sokaklara. Belediye sokakları temizlemeyi bırakmıştı artık. Su birikintileri oluştukları yerde günlerce kalıyordu. Yağmur aralıksız çiseliyordu. Sokaklar tenhaydı. Cadde kızları elini eteğini çekmişti sokaklardan. Şehir devasa alışveriş merkezlerine tıkılmıştı. Çarşı esnafı nerdeyse siftahsız kapatıyordu dükkânlarını. Yapılan bir kaç satışsa gün boyu içilen çayı ve yenen öğle yemeğini anca karşılıyordu. Köşe başı kahveleri ise normale nazaran daha kalabalıktı. Nöbet devri misali, eline çayı alan kapıda sigarasını tüttürüyor sonra da içeri girip oyununa devam ediyor, sonra bir diğeri çayını sigarasını alıp kapıya çıkıyordu.

Ercan bir haftalığına Bursa’ya annesini görmeye gelmişti. Üniversiteden arkadaşı aynı zamanda da Bursa’dan arkadaşı olan Rasim bunu duyunca bir buluşma ayarlamak istemiş, telefonla arayıp “Uzun zaman oldu görüşmeyeli bizimkilerde Bursa’dayken görüşsek hiç fana olmaz” demişti Ercan’a. Ercan isteksiz olmasına rağmen arkadaşını kırmaktan çekindiği için bir şey diyememişti. Eskiden olsa can atardı böyle bir buluşma için. Şimdiyse durum farklıydı yılda bir hafta annesini görüp, gönlünü hoş tutmak gibi bir ödevi yerine getirmek değildi bu seferki amacı. O yüzden daha öncekiler gibi ödevden kaytarmak için can atan bir öğrencinin iştiyak hali yoktu kendisinde. Fakat daha o gece,  ertesi gün şehrin en işlek alışveriş merkezlerinden birindeki ünlü kahve zincirlerinden bir tanesinde buluşma ayarlandı haberi Ercan’a ulaştı.

Ercan haberi aldığı vakit, perdeleri çekilmiş oturma odasında annesiyle birlikte sis altındaki şehri seyrederek, çayını yudumluyordu. Annesi Ercan’ın çocukluğundan beri çok sevdiğini bildiği haşlanmış patatesi de çayın yanına servis yapmıştı. Çayını içerken bu mahalleyi ne kadar çok sevdiğini düşünüyordu; mahalledeki evlerin çoğu müstakildi, yer yer Osmanlı zamanından kalma cumbalı evler vardı ama çoğu kullanılmaz haldeydi. Mahalle şehir merkezinin yukarısında yer alıyordu. Merkezden mahalleyle bir elin parmağını geçmeyecek kadar, arabaların bile çıkmakta zorlandığı yokuşlardan ulaşılıyordu. Mahalledeki herhangi bir evin terasından veya şanslı birkaç evin penceresinden baktığınızda tüm şehir ayaklarınızın altındadır. Ercanların evi de bu şanslı evlerden biriydi.

Ercan uzun zamandan bu yana ilk defa bu dingin mahalle yaşantısını sevmişti. Hatta geleli üç gün olmuştu ki annesi pazara giderken Ercan’a laf olsun diye “Ben pazara gidiyorum istersen sen de gel hem biraz hava almış olursun” demişti. Ercan hava almanın iyi bir fikir olacağını düşünerek” İyi fikir” deyip üstüne giyinmeye başlamıştı. Hâlbuki bundan daha bir sene öncesine kadar Bursa’ya geldiği zaman evden çıkmaz, çıkacağı vakitse üniversiteden arkadaşları onu kapıdan arabayla alırlardı. Dışarı çıktığı gün ki nadiren bütün gün evde dururdu, gece geç saatlere kadar geri dönmezdi. Annesi erken saatlerde uymasına rağmen çocuğunu bu bir hafta içerisinde biraz daha fazla görebilmek için gece geç saatlere kadar uymaz oturma odasında oğlunu beklerdi. Ercan geldiğindeyse oturma odasındaki koltuğa eğreti bir şekilde oturur annesine neden yatmadığını sorar, biraz bekledikten sonra da “ Anne ben çok yorgunum hemen yatacağım” derdi.

Annesi bu duruma çok kırılırdı. Fakat kırgınlığını göstermezdi çünkü kırgınlığını gösterip de eve ve kendisine karşı Ercan’ı soğutmaktan çekinirdi. Şimdiyse her şey çok farklıydı; Ercan evden çıkmıyor annesiyle çay içip sohbet ediyordu. Annesi uzun zamandır bu kadar mutlu olmamıştı. Oğlu’nun kendisine bu kadar çok zaman ayırması onu o kadar çok mutlu ediyordu ki o hafta komşusunda olan gününe dahi gitmedi onun yerine parasını komşuyla birlikte gönderdi.

Çok fazla bir şey konuşamıyordu oğluyla. Eve çoğunlukla sıcak bir sessizlik hâkimdi. Annesi konuşup da bu büyüğü bozmak istemiyordu. Biliyordu ki yanlış bir şey söylediği vakit oğlu hemen hiddetlenecekti.  Sessizliğin gücüne bırakmıştı oğluyla olan ilişkisini. Sessizlik eşitliği sağlıyordu, kelimeler olmadıkça hükmü yoktu kimsenin kimseye. Kelimeler olmadıkça şart koşmuyordu kimse kimseye. Sessizlik nelerden müteşekkilse onları özgür kılıyordu. Çünkü en masum gibi görünen kelimeler dahi bir baskı aracı olabiliyordu. Onlar için, sessizlik kelimelerle doldurulması gereken bir boşluk değildi.

Ercan’ın yarın arkadaşlarıyla buluşacağı haberini annesine vermesi sessizliği bozdu ve “hükümsüzlüğü” de:

-Anne yarın Rasimlerle buluşmam gerek.

-İyi peki, akşam yemeğine gelirsin değil mi?

-Büyük ihtimalle gelirim.

Ercan içinden “ Hiç meraklı değilim aslında anne çok sıkılıyorum artık onlardan.  Ama nerdeyse bir yıldır kimseyle görüşmüyorum ancak arada sırada telefonla haber alıyoruz. Gitmezsem ayıp olur. Ben çok değişmişim diye arkamdan konuşuyorlarmış kendini beğenmişin biri olmuşum kimseyi arayıp sormuyormuşum. Böyle bir sonuca bu kadar takılacaklarına nedenlerini biraz umursasaydılar peşin hükümlerle yargılamazdılar beni değil mi? ”

Ertesi Gün Buluşma Yeri

Masaya oturduktan yarım saat sonra Ercan içten içe muhakeme etmeye başlamıştı olup biteni, “Merhabalaşmalarla birlikte bu durumlara özgü yapaylıkla konuşulmaya başlandı bu zamanlar için kalıplaşmış sözcüklerle. Nasıl olmalıydı ki herkes iyiydi, herkes çok zorluklar yaşıyordu ama iyiydi. Herkes omuzlarına bazı ağırlıklar yüklemiş altında ezilmekten zevk alıyorlardı. O yükümlükleri de zevkle anlatıyorlardı. Rasim‘Sınavı geçersem Dış İlişkiler Bakanlığında çalışmaya başlayabilirim. Ama torpil filan de gerekli bakalım zor bir dönem.’ Ahmet, ‘Artık projelerden kafamı kaldıramıyorum bildiğiniz gibi İngiltere’de bir nişanlım da var; onunla da ilgilenmeye çalışıyorum tabii bu çok zor oluyor benim için ama mutluyum. Melek,’ Ben yine Hakan Bey’in yanında çalışmaya devam ediyorum. Ailemden farklı bir eve çıktım, artık Muradiye’de oturuyorum. Hem bu sayede sevgilimle daha rahat görüşebiliyorum.’ Ne kadar iç gıcıklayan gülüşmelerdi. Zaten senin her zaman çok sevdiğin ve görüşmek için can attığın bunun için de okulunu bile kırdığın çok sevdiğin ama hangisini daha çok sevdiğin üzerine düşünmediğin sevgililerin olurdu. Defne ise hep aynıydı kusurlarını yine gizliyor. Her şey süpermiş nasıl olsunmuş”

Defne Üniversite yıllarında Ercan’ı kendisine çok yakın görmüş sırlarını hep ona anlatmıştı. Ercan’daki değişikliği hissediyordu. Kendini tutamayarak,

-Sen çok değişmişsin Ercan. Demek istediğim sen eskiden daha çok konuşurdun, baksana geldiğinden beri ağzını bıçak açmadı. Geçen gün Semra’dan duydum. Kötü sözler söylemişsin kızcağıza. Hem beni de hiç aramıyorsun. Biliyorsun herkes de biliyor seni ne kadar çok sevdiğimi. Niye böyle yapıyorsun, Neden bu kadar değiştin?

O sıra garson siparişleri almaya gelmişti. Defne sözleri üzerine Ercan öfkeyle içinden düşünmeye başladı:” Nasıl bu kadar rahat konuşabiliyorsun. Dört yıl boyunca sergilemiş olduğun tüm yapaylıklardan sonra tam sana nefretimi kusacakken kendini yine sevdirmeyi başarıyordun bir şekilde. Ama sonra değişmediğini görünce hep pişman oluyordum. Ama tüm bu olanların sen farkında değildin. Bu böyle sürüp gitti. Sonra bir alışkanlık haline geldin bende, dost dediler bize. Sen de beni dost olarak gördün, sömürdün. Ben sadece sana kıyamadığım için beraberdim seninle; şimdi gelip beni suçluyorsun aynı yapmacık tavırlarla” Sipariş verme sırası Ercan’a gelmişti:

-Sade kahve alayım

Garson:

-          Süt olsun mu efendim?

-          Sade dedik ya.

Bu cevap Ercan’ın ne kadar gerildiğini göstermişti. Siparişler verildikten sonra kafasındaki düşüncelerin etkisiyle Defne’ye cevap olarak: 

- Bilmez miyim bana hep söylerdin beni ne kadar çok sevdiğini. Nerdeyse herhangi bir kelimeden çok daha fazla kullanırdın o kelimeyi, dedi.

-Evet, bu iyi bir şey değil mi? Ne kadar garipsin sana sevdiğimizi söylemek de mi kabahat? Bana bak yok sen aşk acısı çekiyorsun da ondan mı böyle asabisin?

Ercan yine içinden öfkelenerek ,“Hep aynısın baksana hiç. Değişmiyorsun.” Oturduğu yerde biraz doğrulduktan sonra etrafı süzerek: 

-          O kadar da değişmedim. Sadece çok sıkılıyorum, dedi.

Rasim araya girerek:

 -          Bizden de mi sıkıldın?

Ercan:

-          Aslında tam olarak bilemiyorum. Artık programlanmış gibi yaşamaktan çok sıkıldım. Bir şeyler olsa diyorum olağanüstü bir durum. Bazen düşünüyorum da, bir insanın elinde neyi var neyi yoksa parası, evi, mevkisi uçup gitse bir felaketle ama manevi olarak hiç zarar görmese ve sevdikleri yanında olsa. Kaybettiği maddiyatı yeniden elde etmek için uğraş vererek mi geçirirdi ömrünün geri kalanını, yoksa sevdikleriyle iç dünyalarındaki güzellikleri, hüznü ve gizemi paylaşarak mı geçirirdi? Beni sıkıntıya sokan şey içimdeki güzellikleri hüznü ve gizemi paylaşmadan yani içimi sevdiklerime açamadan ölmekten kokuyorum. Bizim gibi başarılı insanlar ya da dışarıdan bakıldığında başarılı gözüken insanlar hayat ummanının diplerinden başlayıp kendimizden yükseklerde gördüğümüz ne varsa onlara ulaşmak için telaş içinde yüzeriz. Gördüklerimizi elde ettikçe heyecanımızla birlikte hızımız da artar. Rahata kavuşabileceğimiz nokta diye tasavvur ettiğimiz su yüzüne, daha kısa sürede ulaşmak gayretiyle yüzmeye devam ederiz. Bu sıra alacalı bulacalı balıkların oluşturduğu renk cümbüşünü seyretmez, o büyüleyici mercanları gezmez, dokunmaz; hırsla ve bir an önce rahata kavuşmanın gayretiyle su yüzüne doğru hızla yüzeriz. O vakit, su yüzüne kavuşup hitama ereceğimizi düşünürken bir vurgun yeriz. O vurgun gerçektir. O vurgun “Bunca başarıdan sonra ne elde ettin?” sorusudur. Sonra içimizi ısıtıp bizi rahat ettirmesini umduğumuz güneş ışığı vurgun yemiş bedenlerimize nafile vurur.

Çok sonraları, Ercan’ın kendisini unutturduğu ve unuttuğu bir zamanda

Hayatında elvan renkli balıklar vardı ve kadifemsi saçlarıyla bir kadın sarmalamıştı kendisini. Artık iç feryatları derin bir sessizliğe dönüşüp hükmünü yitiriyordu. O’nun sessizliğine ram olmuştu; kelimeler hükümsüzdü artık.

Online dergiler Online dergiler