×

Uyarı

JUser: :_load: 948 kimlikli kullanıcı yüklenemiyor.

İdo Hatırası, Dalgın ve Gece

Aktif .

Cuma akşamını ve Cumartesi gününü İstanbul’da tanıdıklarımın bir düğün organizasyon işine yardım ederek geçirmiştim. Geçen iki günde tüm bu yorgunluğun üstüne ve İstanbul’un insanı yıpratan hatta insanı hor gören yanına yakından tanık olduktan sonra, cumartesi gecesi bir dostum eğleneceklerini söyleyerek beni evine davet etti. Davete icabet ettim. Ama gittiğime de pişman oldum. Tek ihtiyacım dinlenmekti ama evde can sıkıcı konuşmaların ve budalaca gülüşlerin gürültüsü vardı. Maddi ve manevi açıdan o kadar yıpranmıştım ki bir roman bulup kuşluk vaktine kadar okumak, karanlıkta öten sabah kuşlarının çığırtkan ama umut veren sesini dinlemek, mavinin her tonuna bürünen gökyüzünde güneşin doğuşuna tanıklık etmek böylece yenilenmek istiyordum. Ama böyle bir imkânım olmadığı için kendimi bir odaya attım bir an önce sabah olmasını istediğimden kendimi zorlayarak, uykuya daldım.

Pazar öğlene doğru kalktım, diğerleri de yavaş yavaş kalkmak üzereydi. Dostuma selam verip evden çıktım. Ne yapacağımı bilmiyordum. Tek bildiğim, bir an önce Yenikapı’dan Feribota binip Yalova’ya gitmek istiyor olduğumdu. Topkapı’dan trene bindim Aksaray’a doğru gidiyordum. Trende oturmuş camdan dışarıyı seyrediyordum. Aksaray’a gelmek üzereydim ama birden trenden inmekten vazgeçtim. İstanbul nihayet mütereddit bir şekilde de olsa güzel yüzünü göstermişti ve nicedir aklımda olan ve bir türlü yapmak isteyip de yapamadığım bir şey geldi aklıma. Murat Belge “İstanbul ana caddelerde değil, ara sokaklardadır “diyordu. İki gün boyunca hayatın benden aldıklarını düşününce içimde intikam duygusuna benzer bir duygu belirdi. Birazda ben hayattan zevk almalıydım. Artık üşenmemeliydim. Arthur Schopenhauer “Boş vakit hayatın meyvesidir” diyordu. Bu meyveyi üşengeçliğime yenik düşerek ziyan etmemeliydim. Bu yüzden Beyazıt’ta indim ve ara sokaklara daldım kendime şöyle diyordum sürekli:

 “Üşenmek yok.”

Bir sokak görüyordum ne kadar da güzel diyordum içimden ama sokağın sonuna kadar yürümek zor geliyordu. Kendime söz vermiştim üşenmek yoktu bir kere, sokağa dalıyor sokakları çepeçevre saran taş duvarları, eski binaları İstanbul’ a ilk defa gelmiş bir turist gibi meraklı ve şaşkın bir ifadeyle geziyor, hayal gücümü kullanarak tarihe tanıklık etmeye çalışıyordum. Uzaktan tarihi bir konak görüyor üşenmeden ona doğru yürüyordum.

Yoruluyordum, ama attığım her adımda hayattan intikam aldığımı ve üşenmeyerek onu yendiğim düşündükçe bitmez bir haz duyuyor ve yürümeye devam ediyordum. Cebimdeki parayı da hiç acımadan harcıyordum. Bu durum bende öyle bir his uyandırdı ki, zengin olmak için çok para kazanmaya gerek yokmuş demeye başladım içimden; çünkü param yetmese bile canımın istediği her şeyi alacakmışım gibi hissediyordum. Zaten canım da fazla bir şey istemiyordu içimdeki mutluluk ve huzur katlanarak büyüyor, böyle de olunca insan fazla bir şeye ihtiyaç duymuyordu.

İnsan ihtiyaçları azaldıkça özgürleşiyordu.

Beyazıt, Sultanahmet, Gülhane derken bilmeden Eminönü’ne gelmiştim. On sekiz otuzda feribota binecektim daha iki saatim vardı. Eminönü sahil şeridinden Yenikapı’ya yürümeye karar verdim; yürümeye başladım ama daha çok zamanım vardı. Yanımda Turgenyev’in İlk Aşk romanı ve Doğan Hızlan’ın, Özdemir Asaf’ın şiirlerinden derlediği Dokuza Kadar On şiir kitabı vardı. İlk Aşk’ın büyük bir kısmını bitirmiştim ama içimden bir köşeye oturup kalemimi de elime alıp Dokuza Kadar On şiir kitabını okumak geliyordu. Sahil şeridinde biraz yürüdükten sonra, surların içinde hem kafe hem park tarzında bir yere girdim. Sade bir kahve alıp küçük bir banka ayaklarımı bağdaş yapıp yanlamasına oturdum, kalemimi ve şiir kitabını çıkardım. Hiçbir şeyi umursamadan kendimi Özdemir Asaf’ın kapalı ve münzevi dünyasına bıraktım. Bir buçuk saat boyunca o dünyadaydım, sevdiğim şiirleri işaretledim ve şiirlerin güzel bölümlerinin altını çizdim, bazen de notlar düştüm. Ama fazla zamanım kalmamıştı; o yüzden okumayı yarım bırakarak Yenikapı’ya doğru yürümeye devam ettim. Bir yandan da içimden okuduğum şiir kitabından aklımda yer eden şiirleri tekrarlıyordum.

“Her seven

Sevilenin boy aynasıdır

Sevmek

Sevilenin o aynaya bakmasıdır”

Tarihi suru takip ederek Yenikapı’ya geldim. Bilet almak için gişeye geldiğimde öğrendim ki, yanlış bilgi almıştım. Daha Yalova Feribotunun kalkmasına bir saat kırk beş dakika vardı. Üzülmedim bu habere nasıl olsa bu vakit boşa geçmeyecekti, hayatın bir meyvesiydi boş vakit. Zaman kaybetmeden İDO’nun kafeteryasından atıştırmalık bir şeyler ve bir de çay alıp boş bir masaya oturdum. Bu sefer Turgenyev’in İlk Aşk romanını bitirmeyi tercih ettim. Dirseklerimi masaya dayayıp okumaya başladım, kötü bir roman olduğunu düşünüyordum ama son on sayfası beni derinden etkiledi. Heyecanını yitirmemiş bir baba ve oğlu, aynı kadına âşıklar. Kadın, babanın son aşkı oğlunsa ilk aşkıdır. Bu gerçek yüzünden evlilikleri çocuğun annesi tarafından bozulmuş ve ömürlerin sonuna kadar baba ve oğul birbirini görmeden ayrı yaşamak zorunda kalmıştır. Ama baba oğul arasında hiçbir zaman düşmanlık yoktur. Zamanında aynı kadına âşık oldukları için aynı çaresizliğin içinde acı çekerek kıvrandıklarından dolayı aralarında normalden daha sağlam bir bağ vardır. Baba yalnız ve kimsesiz bir şekilde ölmek üzereyken oğluna yıllar sonra ilk defa ve son defa olacak bir mektup yazar ve mektubunda şöyle der:  “ Kadın aşkından koru kendini, oğlum. Bize mutlulukla birlikte zehir sunan bu duygudan kork.”Kitap aklımda yer eden bu iki cümleyle bitmişti.

Feribotun kalkmasına bir süre daha vardı; bu yüzden bir kahve alıp Özdemir Asaf’ın şiirlerini okumaya devam ettim. Etraftaki masalar değişiyor Araplar kalkıyor, İspanyollar oturuyor bense Türkçe şiir okuyordum, bir süre de okumaya devam ettim. Feribotun kalkma saati gelmişti kitabın bitmesine az kalmıştı. Kitabın geri kalan kısmını da feribot seyirdeyken denizin güzel manzarası eşliğinde bitirmeyi düşündüm.

Yolculuk başlıyordu, herkesle bir Feribota doğru yürüyordum ama feribotun ince ve dik merdivenleri çıkarken herkesten ayrı bir güzellik gördüm; merdivenlerin eşiğindeki masada gözleri iri, kumral bir kız dirseklerini masaya dayamış ellerini de masa üzerinde birleştirmiş çenesini de ellerine dayamış, iri gözleriyle dalgın bir şekilde etrafı süzüyordu.

Biletimin o masa olması için yürekten bir istek duymaya başladım; merakla baktım bilete ama o masaya değildi. Benim oturacağım yer, masası bile olmayan ve denizi görmeyen bir koltuktu. Günüm güzel ilerliyordu bir kere, her şeyi güzelleştirebileceğime dair bir inancım vardı. Diğer salona geçtim kız hala çenesini masaya dayamış etrafı dalgınca izliyordu. Bu ara fark ettim ayak bileğinde bir dövmesi vardı, yeşildi sanırım. Başka boş bir koltuğa geçip masasına birisi gelecek mi, gelmeyecek mi diye feribot kalkana kadar bekledim.

Feribot kalkmıştı ve masası boştu. Biletime ve masaya dikkatlice bakarak, sanki biletimi o masaya kesilmiş gibi çekinmeme gerek kalmadan masasına oturdum. Bu sırada kızın dalgın, iri gözlerini ürkütmemek için hiçbir göz teması kurmadım. Oturduğum gibi kitabı çıkardım ve göstermeden masanın altından okumaya devam ettim. Kitabı bitirdikten sonra onunla konuşmaya başlayacaktım. Ama kitabın bitmesi biraz zaman aldı, ben hiç ondan yana bakmasam da başını masaya yaslayarak gözlerini kapayıp uykuya daldığını fark ettim. Kitabı bitirdikten sonra ayağımı masaya bilerek çarptım. Ani bir silkenimle iri gözlerini açarak bana baktı. Ben ona özür dilercesine baktım o da kabul edercesine sıcak bir şekilde gülümsedi. Bu gülüş hoş bir sıcaklık uyandırdı içimde, ılık bir esinti gibiydi. Halinden belliydi, canı sıkılıyordu.

Özdemir Asaf’ın altını çizmiş olduğum bir şiirini, kitaptaki sayfası açık halde kitabı ona uzatıp, şiiri kastederek “ Bakar mısın?” dedim. 

Ürktü, belki de garipsedi ilk önce ama ona uzatılan pembe bir kitap ve altı çizilmiş bir şiirdi yani kendisini güvende hissedebilirdi. Okudu, bitirince aynı şekilde başka bir şiir uzattım,

“ Yalanlar söylese inanacaktım

Ama yalan söyledi.”

Bu sefer kendimce şiirin yorumunu yaptım.”Yalanlar güzel şey, yalanlarla her şeyi güzel gösterebilirsin ama yalan öyle değil, yalan acı veriyor” dedim.

Hoş bir şaşkınlık içinde beni dinliyordu. Sonra “ Şiiri seviyorsunuz, galiba?” diye sordu. “Hayır” dedim, “Özdemir Asaf’ı seviyorum.” Şaşırmıştı. Özdemir Asaf’ı neden bu kadar sevdiğimi anlattım. Şiir seven bir romantik olmadığımı anlamıştı. Edebiyat’ı çok sevdiğimi söyledim. O da kitap okumaktan bahsetti, tavsiyesiz okuyamadığını ve uzun süredir okuyacak bir kitap bulamadığını söyledi. Kitap okumaktan bahsettik, Gorki’nin söylediği sözü örnek göstererek “ İnsanlar bilginin peşinde değil, unutuşun peşindedirler artık” dedim.”Biz de unutmak için kitap okuyoruz”  “Varolmanın Dayınılmaz Hafifliği” ndeki Anna Karenina okuyan ve bu sayede değişik dostluklar kuran kasabalı kızın hikâyesini anlattım.

Sohbet eğlenceli bir hal almıştı. Deniz sanki sohbete eşlik ediyordu. Sohbet güzelleştikçe deniz de güzelleşiyordu, denizin mavi tonları gökyüzünün tonlarına yaklaşıyor ufka bakınca deniz ve gökyüzü aynı mavide buluşuyorlardı. Sustuğumuz zaman bu eşsiz manzaraya bakıp demleniyor sonra tekrar konuşmaya devam ediyorduk. Yalnızlıktan konuştuk. Yine Özdemir Asaf altı çizilmiş şiirleriyle tanıktı:

“Yalnızın odasında

İkinci bir yalnızlıktır

Ayna

***

Yalnız

Hep uyanır

İkinci uykusuna”

Sonra “ Çay içeceğim dedi.”, ben de içerim dedim ve ayağa kalktım. Israrla beni yerime oturttu ve kendisi çayları getirdi. Sıcak çaylarımızı yudumlarken, yüzümü denizden yana dönerek düşünmeye başladım. Karşımdaki yabancıyla bir dost gibiydim, bu durumu garipsemiyordum üstelik çok hoşuma gidiyordu. Bu sıra bana bir şey sormak isteğini söyledi.

“ Gerçekte koltuğun burası değil, değil mi?”

“ Elbette değil” dedim.” Seni biraz canı sıkkın görünce yanına oturmak istedim ” Güldü.“ İyi yapmışsın”  dedi.“İyi yaptık” dedim ben de gülümseyerek. Sonra sohbeti daha da güzelleşmeye başladı, Turgenyev’in İlk Aşk romanın mektup kısmını gösterdim romandaki dramı kısaca özetleyerek.

Artık gözleri daha da ışıldamaya başlamıştı. Ve gözlerini benim gözlerimden ayırmıyordu. Bense fazla dayanamıyor, gözlerimi kaçırıyordum. Gözlerimin çok güzel olduğunu söyledi, hâlbuki bende onun gözlerine hayranlık duyuyordum. Bunu ona da söyledim. Karşımdakinin bu cesaret dolu bakışları beni heyecanlandırıyordu.

Hava kararmaya başlamış deniz ıssızlaşmıştı. Feribotla birlikte kayıtlarda yeri olmayan, yakıtımız bitene kadar karanlığın içene yolculuk edeceğimiz, yakıtımız bitince de o masum karanlığın içinde mahsur kalacağımız bir yolculuğa çıkmış gibiydik.  Salon sessizdi; aslında karşılıklı iç sesimiz diğer tüm her şeyin, feribotun, televizyonun ve insanların gürültüsünü bastırıyordu bu yüzden salon sessiz gibi geliyordu.

Bir süre sessiz kaldık; sonra gözleri gözlerime değince kendimi sessizliği bozmak zorunda hissettim. Madem yalnızdık ve yalnızlıktan konuşuyorduk, daha da yalnızlaşmamızda bir sakınca yoktu.” Baksana”, dedim salondaki diğer insanları göstererek, ” Bütün hayatı hep yersiz çekingenliklere mi geçireceğiz? Cesareti hep kafamızda mı yaşayacağız? Cesaret edip konuşmaya başlamasaydık, bu güzelliği yaşayabilir miydik?” Gülümseyerek, ışıldayan gözleriyle onayladı.

İskeleye gelmiştik, yolcular kalkmaya başlamıştı. Yalova’da onun daha önce hiç gitmediği bir yere birlikte gitmeyi davet etmiştim ileriki bir vakit için. Hala bir yabancı olduğumu kastederek kabul etmedi. Güldüm, gözlerimizi birbirimizin gözlerinden ayırmıyorduk ama hala iki yabancıydık. Sonra birden,

“ Biz daha birbirimizin isimlerini bile bilmiyoruz” dedi gülümseyerek, çok şaşırmıştı. Haklıydı Özdemir Asaf’tan, yalnızlıktan konuşmuş kendimize sıcak bir ortam yaratmış samimi bir şekilde duygularımızı paylaşmıştık. Fakat daha isimlerimizi dahi bilmiyorduk, birbirimize isimlerimizi sormayı unutmuştuk. Aslında bu durum niyetlerimizi apaçık gösteriyordu, güzel bir oyundu bizimkisi.

“ Sakın söyleme birbirimizin ismini bilmeyelim, böyle kalsın” dedi; gizemi korumak istiyordu. Bu güne kadar tanıdığım çoğu kişi, ben gizemi korurken; onlar gizemi aydınlatmak istiyordu. Ama şimdi ilk defa birisi benden önce gizemi korumak istiyordu. Bu teklifine içtenlikle katıldım sonra da ona

“ Bana nasıl seslenmek isterdin yani ne isim takmak isterdin?” diye sordum. Düşündü önce mavi dedi sonra gece ve Gece’ de karar kıldı.

“Ya sen?” diye sordu.

“Dalgın” dedim.” Seni ilk gördüğümde dalgın dalgın etrafı süzen gözlerindi dikkatimi çeken bu yüzden senin adın da Dalgın olsun” Güldü, güldüm. Tokalaşır gibi ellerimizi değdirdik birbirine sonra öpüştük yapmacık olmayan sıcak bir öpücüktü. Bu öpücükten sonra bir esrime kapladı içimi. Ayrılana kadar sürdü bu öpücüğün esrikliği. Ayrılırken de içimden sürekli harikaydı, harika bir oyundu her şey güzeldi diyordum. Ama ondan ayrılmak zor geliyordu, yarım bırakmak; ama bunu belli etmiyordum çünkü oyunları seven birisi olarak mızıkçılık yapmamalıydım. Yarım kalmalıydı böyle daha güzeldi, hiçbir şeyi bayağılaştırmamış ve sıradanlaştırmamıştık. Yine de bir yandan üzüntü duyuyordum ve aklıma nerde okuduğu hatırlamadığım“Yarım kalmamış arzu, arzu değil; Yasak olmayan aşk, aşk değildir.”  sözü geliyordu.

Ne yazık ki kim söylemişse haklıydı yarım kalmadıkça arzu, arzu olamıyordu. Böylece bu güzelliği ve arzuyu, içimizdeki sürekli bir şeylere sahip olma isteğine hayatı sıkıcı hale getiren bu karşı konulması güç isteği yenerek yaşatmıştık.

Feribottan ayrılırken kalabalığın ortasında” Hala yabancısın benim için unutma” diyip koşar adım ilerlemeye başladı. Giderken de arakasını dönüp, son ve en içten gülümsemesiyle bana veda etti, belki son değil de yarım bırakılmış bir gülümsemeydi.

Ayrılmıştık, mutluydum.

İçimden “Mutluyum ama seninle daha mutlu olabilirdim” diye düşünmeden de yapamıyordum.

 

Online dergiler Online dergiler