Koca Vezir
KOCA VEZİR
Yıldızların ufkî sonsuzlukta birbirine bakıp şakıdığı bir gece... Emirgân’da bir kır kahvesinde, denize bakan son masalardaki gölge kalabalığı şöyle bir depreşti. Bu hareketlilik, masa sakinleri için yeni bir tartışmanın başında olmak demekti.
Uzaktan bakıldığında masadaki insan yığınından birisinin elinde tuttuğu bir kağıtla diğerlerine bir şey söylediği -her ne ise- bunun kabul edildiği, okunan bir şeyin dinlendiği anlaşılabilirdi. Masaya yakın biri ise, heyecanlı bir hançereden çıkan, yapma bir heybet sezilen, ama iddia taşıdığı kesin şu sözleri duyardı:
Dîvânda yedi vezir başları önde, suskun, öylece son söylenecek sözü bekliyordu. Sonunda içlerinden yaşı yetmişi aşmış olanı, Padişahın bakışlarını üzerinde hissedip hafifçe doğruldu. Bir müsaade arar gibi Sultanın yüzüne bakmak istedi Umduğu izni o çehrede görünce, artık fazla beklemedi ve ‘Hünkârım’ diye söze başladı.
Bu hitapla, haşmetli vezirlerin hepsi medet bulmuşçasına, başlarını hep o yana çevirdi.
-...Hak yolda, şu kuşçuk canımızı dahi veririz. Nasıl irâde buyurursanız, bize öylece uymak düşer, siz ki Âl-i Osman Şâhısınız. Siz irâde eyleyin, bütün Nemçe’yi biz kulların heman Mülk-ü İslâma ilhak eyleriz.
-Biz dahi öyle düşünürüz Lala...
-...
-Velâkin, tedbir nedir? Meşveretten maksadımız budur.
-Hünkârım, Ordu-yu Hümâyun nevbahârda sefere çıksa gerektir. Tedârik ve meşgaleye şimden geru başlansa evlâdır. Ferman Sultânımındır.
-Öyleyse, tiz olmak tedbirdir. İrâdemiz odur ki, uçlarda edilen zulme gayri nihâyet verip dahi, küffâra baş eğdirmek gerektir, vesselâm...
-...
Etek öpüp bir bir huzurdan ayrılan vezirler, irâde olunan vazifeden hoşnut olarak, birbirlerine daha şimdiden şehâdet diledi.
O günün akşamı Koca Vezir son şerbetten sonra konukları uğurladı. Gecikmiş yatsı namazına durduğunda konakta uyanık kimse yok gibiydi. Hayli uzayan namazdan sonra kalktı, gümüş sürahiden bir maşrapa su içti. Sanki bu gecede bir başkalık vardı. Yatmaya hiç gönlü yoktu. Sonra yeniden seccâdesine dönmeye karar verdi, derin tevekküle daldı, epey iç geçirdi. Düşünceleri tâ çocukluğuna kadar gitti. Ö günlerden şimdiki ahvâline doğru kâh boyun bükerek, kâh tövbeler ederek tevekkül halini sürdürdü. Bir ara, dikkatinin dağılır gibi olduğu bir anda kalkıp abdest tazeledi. Yeniden kıyam durup teheccüd namazına niyet etti. Sabah namazı vakti yaslandığı yün minderden gövdesini hafifçe kaldırdı. Artık eskisi kadar kâvi olmadığını düşündü. Yaşlı ve yorgun bedeni kendisine fazla ayak uyduramıyordu. Sabah namazına hazırlanmazdan önce âhir ömrü gözlerinin önüne geliverdi. İbâdet ve taâtındaki kusurların bağışı için yeniden tövbeler etti. İkbâl nedir bilmeyen rûhu yaklaşan sabah seherinde zemzemle yıkanmış kadar tertemizdi. O, bütün bu ulvî hal içinde Rabbindan bütün samimiyetiyle şehâdet diledi.
Rabbisi katında bu dileği kabul görmüş olmalı ki, o günün öğlen vakti cuma namazı sonrasında, meş’um ellerce kuşçuk canına kastedildi.
Küçük bir Rumeli kasabası olan Sokol’da doğmuş, nice çetin gazâ görmüş, nice umur yaşamış, ama mütevâzı kalabilmiş, tenezzülden uzak Hak âşığı bu yaşlı zât payitahtta son nefesini verirken, gönül huzuruyla Rabbisine koşmuştu. Yelkenleri atlastan, halatları ibrişimden nice gümüş kadırga onun rûhuylasüslenmiş olarak kudret buldu.
Semâya bir bakın, onu ve diğer şühedâyı bize selam yollar göreceksiniz. Kıvrık uçlu hançer tutan hâin bilekler, bu ulvî vecd karşısında sadece korkmuş olarak, sinsice bekleşiyor...
Okumayı bitiren delikanlı, soran gözlerle karşısındakilere baktı. Hepsi derin bir hülyaya dalmış gibiydi.
-Ee, nasıl buldunuz?
-...
-Yâhu, biriniz bâri söylesin fikrini!
Olumlu, olumsuz mutlaka bir eleştiri sözü duymak istiyordu. Üçü kız, yedi gençtiler. Bulundukları yerden bütün Boğaz görülebiliyordu. Bu donanma gecesinde ay da onlara eşlik etmekteydi. Hepsi Edebiyat Fakültesi öğrencisiydi. Yazar adını taktıkları ve az önce kendilerine bir hikâye okumuş olanı en yaşlılarıydı. Kumral, gür kaşlıydı; sakallı bir yüzü ve sıfır paça bulucini vardı. Üç kızdan biri onun sevgilisiydi. Lapiska saçlar, düzgün hatlı bir vücut ve Yazar’a sıkça hediye ettiği güzel dudaklara sahipti. Yine burası sık takıldıkları bir kır kahvesiydi. Sırf romantik olduğu için ve nostalji niyetine burayı seçmişlerdi. Diğer üç erkek ve iki kız, hergün sokaklarda görülen cinsten havâî, bohem tiplerdi. Fakülte arkadaşları bu guruba Çılgınlar derdi.
Yaklaşan garson, masadaki gergin havayı böldü. Boş şişeleri topladı. Erkeklerden biri ‘Sen bize yeniden bira getir, gece uzayacağa benzer’ dedi. Bu, içlerinde Yazar’ı en çok eleştiren, kıskanan çocuktu. Entellektüel tavırları severdi. Hatta içiyormuş havasını verdiği bir piposu bile vardı. Çocuğun gidişinden sonra lafa girdi.
-Dostum, sen buna hikâye mi diyorsun?
-Ne o öyle, evliya menkıbesi gibi...
-İşlemişler oğlum seni...
-Süper nostalji... Okkalı tarihsel dürtülerin varmış Yazar Beyimiz!
-Yani, hiç hikâye görmesek yutturacaksın... Ne onlar be, Koca Vezir falan... Geçti o devirler koçum...
-Haksızlık etme Tayfun! Bu konu beni sardı.
Konuşan, diğer iki kızdan biri olan Dilekti.
‘Hayatım, eremediğin ete mundar deme’ diyerek, Aysun da Dilek’in tarafını tuttu. Yazar’ın sevgilisi Güntülü de ‘Üzmeyin benim bitanemi bakîm’ sözüyle, havayı yumuşatmayı denedi. Fakat tartışma açılmıştı bir kere. Şimdi sıra Servet’teydi.
-Ercü, günümüzü yaşamıyorsun sen. Son zamanlardaki mistik eğilimlerin çok ilginç. Yüzyıl mı değiştireceksin ne! Zaten, kullandığın dil yeter ölçüde ipucunu veriyor. Vakânüvisleri de geçmişsin bu yazında!
-...
Bu dokunmalara Yazar sadece gülümsedi. Hepsinin konuşmasını bekliyordu. Yine bunlar beklediği tepkilerdi. Son delikanlı olan Ferhat, yarım birasını diktikten sonra konuştu.
-Aslında fena değil... Kalite kokusu alıyorum. Ama Servet haklı; daha çağdaş olabilirdin. Ezilen insanımızı işleyebilirdin. Ama tuttum bu öyküyü ben. Değişik bir havası var, hani mensûre mi ne derler eskiler, öyle bir şey işte. Gurur, büyüklük, görkem var anlattıklarında. Enterasan...
Ferhat, ezilen insanımız sözünü ederken, kendine yönelik pöf iğnelemesini duymazdan geldi (Pöfleyen Güntülü’ydü).
Tayfun başını Aysun’dan çekti.
-Laf bunlar laf... Ne yani, atlastan yelkenler, ibrişim kadırgalar?
-Hayır, gümüşten kadırgalar! (Yine Güntülü’ydü).
-Evet, her neyse. Destan mı yazıyorsun mübarek! Geçti bunlar oğlum.
-Dil bozuk dil... Söyle, bu kelimeleri kullanan var mı? Ulvî vecd diyorsun; ne demek bu ben bile anlamadım. Çağdaş bir öztürkçeyle betimlesen ya...
Son konuşan Servet’ten sonra, Yazar nihayet cevaplama sırasının geldiğine kanaat getirdi. Doğrusu, bütün bu sözlere baştan beri iyi katlanmıştı.
-Evet arkadaşlar... Hepinizi dinledim. Haklı olduğunuz yerler var. Bu kısa bir yazı, tür kaygısı gütmedim. Siz kısa hikâye deyin. Bana uyar.Nostalji dediniz buna da âmenna! Sokulu ile aramızda asırlar var. Fakat hikâyemde olay yok! Ben size tarihi bir olay değil, insanı anlatıyorum. Sokullu’yu hissettiniz mi? Bunu vermek istiyorum ben. Gümüş sürahiden su içirtiyorum ona. Bunu anlayabiliyor musunuz? Ağdalı Osmanlıca kullanmışım; Osmanlıyı başka neyle anlatabilirim ki? Servet, ulvî vecd yerine başka söz söylememi istiyor; Tanrı’ya yakınsal kendinden geçmişlik mi deseydim?
-...
Etkilenmişlerdi. Dilek, Servet’in yanından yavaşça sıyrıldı. Aysun sandalyesini masaya daha da yaklaştırdı. Diğerleri de toparlandı. Ercü’nün konuşmaları her zaman ilgi çekiciydi. Ercü de kendilerinden biriydi ama, bazen apayrı bir kişiliğe bürünebiliyordu. Farklı bir yapısı vardı. En son, geçenlerde aile şeceresi üzerinde çalışmıştı. Kendine yeni bir tarihi ve sosyal kimlik arama peşindeydi sanki. Koca Vezir yazdığı üçüncü tarihi yazıydı. Ercü yetenekliydi; istese, gazetelerin pazar eklerinde, iyi bir köşede deneme yazabilirdi. Ama o tercihini başka türlü yapmıştı. Arkadaşları sabırlıydı; Ercü’nün bu hobiden de sıkılıp kendilerine -bohem, pahalı, aşklı hayata- döneceğini umuyordu.
Ercüment yarım saat daha konuştu. Arada yine sitemler, iğnelemeler yapıldı, gülüştüler. Garson iki kere daha servis yaptı. Aysun’la Güntülü, bira ve sıkı bulucinlerin zorlamasıyla tuvalete gidip geldi. Gece daha ağır hissedilir oldu, gitgide mehtap koyulaştı. Ercü sözü bağlamak istedi.
-Evet... Bu hikâyemde ben tarihimizi, özellikle Osmanlıyı reddeden veya müze olarak gören zihniyete isyan ediyorum. Resmî tarih tezini kabul etmiyorum. Yazılacak daha çok şey var. Üstün moral değerlerimizi işlemeye ve onlara ulaşmaya çalışıyorum. Arkası da gelecek...
-Tebrikleerr...
Hepsi Ercü’yü alkışladı.
-Bu yazımı da çıkacak ilk kitabıma alıyorum.
-İşte, bunu kutlamalıyız.
-Buna içilir!
İçtiler. İçmeleri, kutlamaları göstermelikti. Kopan bir-şeyler vardı. Köprülerin atılması uzak sayılmazdı. Geç vakit, Servet’in son model bmw’sine doluşup dağıldılar. Güntülü serbest bir ailenin kızıydı; hele annesi çok anlayışlıydı. Ercü’yle ilişkisi için onay bile gerekmemişti. Pek çok kere olduğu gibi, o gece de Ercüment’in evinde sabahladı. Bu son tartışmadan sonra -istemeseler de- hepsi Ercü hakkında bir durum değerlendirmesi yapma gereği duyacaktı.
Ercü’nün yazdığı denemeler ve özellikle son üç hikâye, resmen tutuculuk kokuyordu. Hatta, içlerinden birisi tarafından Ömer Seyfettin’i taklit etmekle suçlanmıştı. Ercü’deki bu değişiklikler, edebî, tarihî tavrı ve geliştirmeye çalıştığı uslûp, hep o hinoğluhin Eşref’ten kaynaklanmaktaydı. Hemşehri falan ayağıyla, zavallı Ercü’yü kafaya almış, tavlamış, alenen çengel atmıştı. Yakın bir gelecekte Ercü de onlardan olursa, şaşılmamalıydı. Ama, işte bu haltı biraz zor yerdi o Köftehor Eşref! Çünkü, Güntülü vardı. Üç yıldır süren bu uzatmalı aşkta, ipler hep Güntülü’deydi. Ercü’nün ona olan zaafı korkunçtu ‘öl dese ölürüm’ cinsindendi. Eşref adlı mürtecinin verdiği dinî, millî vaazlar şimdiye kadar Ercü’yü bu aşktan soğutamamıştı. İşte bu, iyiye işaretti. Güntülü, hâlâ dilediğinde onun bekâr evindeydi; bu, Ercü kontrol altında demekti!
Ama bütün bu temenniler, kontrol mekanizmaları havada kaldı, hiç arzu edilmeyen o korkunç şey -maalesef- gerçekleşti. Eşref denilen sarkık bıyıklı, kartal bakışlı, köylü tavırlı o hayalperest çocuk, Ercü’yü onlardan sessizce çalıverdi. Bu korkunç âkıbeti ne o entel çevre ne tatlı mazi ne de Güntülü’nün dişiliği engelleyemedi.
Ercü sanki sırrolup kendini bir yerlere kapamıştı. Ardından ‘şöyleydi böyleydi’ lafları ve bildik küfürler edildi. Yeri dolmaz acı kayıp sîneye çekildi. Gerçi son bir umutları daha vardı: Ercü’nün hayat tarzı. Kafası değişmesine rağmen, yaşama biçimi aynen devam etmekteydi. Yani, yine onlardan sayılabilirdi. Ama, bir kere aforoz edilmişti, dönüş yoktu. Nihayet, bu son umut da yok oldu: Bir gün Ercü’nün İstanbul’un büyük camilerinden birinde ibadet maksatlı olarak bulunduğunun öğrenilmesi, grupta ‘son umudun da yok olduğu’ şeklinde yorumlandı.
Grupta Ercü’yü gündeminden hemence silemeyen bir Güntülü kaldı. Terkedilmişliği asla gururuna yediremedi. İçtiği sek viskiler de onu teskin etmedi. Ercü’den intikam almak ve nispet için sıkça değiştirdiği yeni ve daha çağdaş sevgililer edindi.
Osman Kibar