Bir Hikaye Bir Gerçek

Süleyman Kahraman tarafından yazıldı. Aktif .

 I

Havalarda iyice soğumuştu. Dört kişiye yetecek masada, camın duvar vazifesi görmesi ve manzaraya nazır olmasından dolayı duyduğu memnuniyetle gözü dışarı dalmış; aklı ise bambaşka âlemlerde, yalnız başına oturmaktaydı. Aslında hem gözü hem de aklı, yenik ve yıkık viranelerden farksız yerleri mesken tutmaktaydı kendilerine.  Önünde sonradan gönlüne taht kurmuş,  adıyla hayatının çeliştiği sütlü kahvesi durmaktaydı. Aslında bunu her içerken kendisine karşı bir mahcubiyet duyardı: Sevemezdi bunu; yerine Türk kahvesi varken.

Zamanın durduğu, mekânın vazifesinden lakayt şekilde ilerlediği bir anda o çıka geldi karşısına. Apansız olan bu durum karşısında önceden ezber edindiği siperlerden hiçbirini kendine kalkan edinemedi. İçinden geldiği gibi davranmak zorunluluğuyla karşı karşıyaydı anlaşılan.  Artık ne zamanın durması ne de mekânın yavşaklığının bu durum karşısında hiçbir tesiri yoktu.

Tek hareketi boynunu birkaç derece döndürmek oldu. Ama gözler sanki kal-u beladan tanışıyor gibi olmasından dolayı, ortada kaçamak hiçbir hamle söz konusu değildi.  Baktı sadece. Bakmakla görmek arasında zerre miktar fark kalmazcasına baktı. Ne düşünsün ki diye düşündü ilkin. Geçmişinin hatırasında yer edinmiş bu insana, bunca şeyi rezil ettiği için kalıp dolusu küfürler mi savurmaktı yani yapacağı. Ya da modernite budalalığının, ağırbaşlılıkla birleştiği tek nokta olan vakur bir davranış mıydı? “Yaşandı bitti, her mutlu anım için sana minnettarım!”

Her ikisinin de hesabını gözden geçirecek ne bir takati ne de beyninde bu konu için harcayacağı boşa bir glikoz vardı.  Bu yüzden uzunca bir süre uğrak yeri olmayan kalbine danışma ihtiyacı hissetti. Bu olay istem dışı çalışan kas misali gerçekleşmişti. Ruh ile bedenin ortaklığı, varlığın metafizik boyutunun ispati gibiydi sanki.

Öyle de yaptı… Ama ortada eksik bir şey vardı gibiydi. Sorunun neden bir cevabını bulamamıştı ki gönlün evinde?  Anlamsız geliyordu bu, illaki bir iki cümle söylemenin farz olduğu bu anda, kazaya bırakılmayacak kadar önemliydi bu. Ama yoktu. Derken kapitalizmin yetiştirdiği gözü pek bir ferdi olan garson, masaya yeni oturan birini elbette gözünden kaçırmamıştı ve “ne içersiniz?” diye sormuştu. Bu noktada sisteme karşı içi bir anlıkta olsa, onu bu durumdan kurtardığı için, ısınmıştı doğrusu.

Garsonun zamanlamasından ötürü tebrik edercesine bakışları, o tanışık bakışlara döndü tekrar ve sanki ona yabancı biriymiş gibi bakıp, mütercimlik yapmasını bekleyen bir bakış attı.  Bu bakışlara aynı soruyla karşılık verdi: Ne içersin? Bu soru sanki davetsiz gelen misafire orda oturma izni çıkmışçasına kalmasını tescilledi. Masada duran sütlü kahveden bir tanesi daha sipariş etti. Ancak bu siparişte, Türk kahvesine muhtemel bir ihanetten doğacak bir mahcubiyet elbette söz konusu değildi. Zira o her zaman severdi ve yapardı sonra da biterdi her şey onun için.

Bu birkaç saniyelik siparişten sonra öyle bir hal almıştı ki, onunla olan tüm geçmişinde dinamitle patlatırcasına yıkılış söz konusu oldu. Günlük birkaç muhabbet konusu, ağzını bıçakla tehditvâri açılışının dışında geçmişten tek söz konu edilmedi. Bu garipliğin nedenini bilememesinden dolayı bir sıkıntı hâsıl olsa da doğru olanın bu olduğu kanaatine vardı.

Birkaç dakikanın ardından kahvenin gelişiyle, kendisinin herkes gibi oluşunun farkına varması sürecinde ne hissetti bilemedi. Zaten bu durumda da pek bir önem de arz etmiyordu zatında artık. Yine birkaç dakika ardından tükenen kahveler ve kahvelerde tüketilen anıların kaybolduğunun farkına varılmasıyla bu sefer giden o oldu.  İyi de oldu. Ödeşmişlerdi bu sayede.

Ve yine kendiyle baş başa kalıverdi.

Bu kalkışın ardından, geride kalanın aklına daha çok öncelerinden söylemeyi planladığı bir kaç cümle gelmişti aslında; Kimisi temenni dolu, kimisi yergi, kimisi de gözyaşı… ama neden karşısında muhatabı varken aklına uğrak olmamıştı ki bu cümleler sanki diye içerlerken anladı durumu. Zira içinde yanan alev çoktan sönmüştü. İçinde ölenin ruhuna Fatiha okumasından mütevellid aklına soruların tazyiki başladı:

Karşındakinden miydi bu alevin sönmesi? Başkası olsa gene mi aynı olurdu? Sen sevmesini biliyor musun? Senin bilmediğin bir sevmekten sevmeye talip olsan yine de söner miydi o alev?...

Hep senli onlu sorularla tecavüze uğrayan beyninin en derin dehlizinden bir ses dedi ki: Lâ-uhibbü’l-âfilîn        Bu noktada anlaşıldı her şey. Bu yitişten, bu sönen alevden her iki kimsede mesul değildi. Bunun sebebi ise ruha sonsuz nefesten üflenmiş olması ve aşkın manasının anca sonsuza namzet bir zat ile olunabilmesiydi. Aksi halde görünür her sebebe takılmak, fasit bir dairede dönmekten başka bir şey olmayacaktı. Sonuç olarak da ortada ne bir suç, ne bir katil ne bir maktul kalmıştı. İşte bu kavrayışın gerçekleşmesiydi belki aklından söylenecek sözlerin çoktan uçmuş olmasına sebep.

Afitâbı hüsnü hûbân âkıbet eyler üfûl,

Ben muhibbi lâ yezâlim, “lâ ühıbbü’l âfilîn”

II

Aşk… Kelime manası itibariyle sarmaşık anlamına gelmektedir. Sarmaşık bitkisi tutunacak bir dal bulamadan büyüyemez.  Ancak bulduğunda da onu çepe çevre sarar. Bu manadan aşk tek kişiden oluşan bir kavram değildir.

Denildiği gibi aşkın büyümesi ve yeşermesi için birine ihtiyacı vardır. Bu noktada aşk ile vuslat karıştırılmamalıdır. Her aşk için bir ikinci gerekir; ancak bu ikinciye her zaman kavuşmak ya da başka manayla karşılık bulmak söz konusu olmayabilir. Zaten tarih bunları yazmıştır hep. Mutlu aşkların hikâyesi yazılmamıştır hiçbir zaman.

Aşkın birçok hali, şekli ve çeşidi olmakla birlikte hepsinin temelinde yatan unsur aslında çok basit manada ciddiyet veyahut sebat etmektir.  Modernitenin dayattığı çoktan seçmeli hayatların bu noktada oturtamadığı kavram olan aşkında sadece yatak eğlencesinden çıkamamasının sebebi de budur. Zira çok çabuk sıkılan ve tamir edip yeniden kullanma özelliği yerine, bozulduysa at nasıl olsa yenisini alırsın, kavramı yerleşmiş olan modern insan sebat etmeyi de sabır gösterme ciddiyetini de ruhunun derinliklerinde bulamaz ve bulamadığı içinde aşkın hiçbir çeşidini, şeklini halini yaşayamaz.

Kastetmek istediğim bir Mevlana’nın Şeb-i aruz dedirtecek derecede bir ulvi aşk değil aslında.  Günümüz insanının çok çabuk tükettiği ama günümüz olmayan insanların da gayet geçmişte yaşamış olduğu duygudan bahsediyorum. Kara sevdalı olanların halini vs. aşkın gerçeğinin ancak zat-ı sonsuza olacağına imanım tamdır; ancak sahtesinin bile gerçeğinin yüzü suyu hürmetine yaşanabildiğinde güzelliklere sebep olacağından şüphe duymuyorum.  

“Aşkın gerçeği değildi bildiğimiz; ama aşkın ateşiydi yandığımız.”

Tam olarak bahsetmek istediğim de bu aslında. Bu manada herkese, her şeyin hakikisini bulması temennisiyle diyorum…

Yazar Hakkında

Süleyman Kahraman

Süleyman Kahraman

Doğum yeri, kaybedilen toprakların aziz hatıraları sayılacak topraklardır. Daha henüz emekleme safhasında iken Türkiye’ye adım atarak 21 sene T.C topraklarından ayrılmadı. Bir senelik Karl Marx Stadt’da eğitimine yama yaparak, makine mühendisi olma yolunda özgeçmişine bir parantez ekledi. İlkokul ve liseyi İstanbul’dan önceki başkentte, üniversiteyi ise sanayi göbeği Kocaeli’nde okudu. Birkaç deklanşör hamlesiyle fotoğraf işinde amatör, birkaç karalamayla da yazmakta…

 

Kafa Kâğıdı:    

 

 

Online dergiler Online dergiler