Süleyman Kahraman

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Doğum yeri, kaybedilen toprakların aziz hatıraları sayılacak topraklardır. Daha henüz emekleme safhasında iken Türkiye’ye adım atarak 21 sene T.C topraklarından ayrılmadı. Bir senelik Karl Marx Stadt’da eğitimine yama yaparak, makine mühendisi olma yolunda özgeçmişine bir parantez ekledi. İlkokul ve liseyi İstanbul’dan önceki başkentte, üniversiteyi ise sanayi göbeği Kocaeli’nde okudu. Birkaç deklanşör hamlesiyle fotoğraf işinde amatör, birkaç karalamayla da yazmakta…

 

Kafa Kâğıdı:    

 

 

 

Bu yazının başlığı aslında bana ait değil. Bu yazıyı da yazmamdaki sebep, Fikir Adası’nın Şubat 2010 sayısında bir arkadaşımızın yazısında görmüş olduğum bir yanlışı düzeltmektir. Aslına bakılırsa yazıyı yazmıyor bir araştırmayı sizinle paylaşmak istiyorum.

İlk önce görmüş olduğum hatayı aynen paylaşayım:

“Yıl 1514. Hastalıklı bir faşist daha; Yavuz Selim. Müftüsüne fetva verdiriyor, ''Alevi katli vaciptir.'' diye. 40 bin alevi katlediliyor bu destekle. O zamanlar devlet desteğini gizliden gizliye de vermiyormuş günümüzdeki gibi, gördünüz mü dostlarım?”

Şimdi hata yapılır madem; önemli olan düzeltmektir deyip doğru olanı söylemek istiyorum.

Birincisi Yavuz Sultan Selim’e hastalıklı bir faşist demek başlı başına büyük bir gaftır. Şöyle açıklamak gerekirse ‘faşist’in sözlük anlamına bakalım.

"Faşist" demek bir devrin İtalyan milliyetçisi demektir. İtalyanca "facio" kelimesinden doğan bu sıfat, Musolini'nin İtalyan milliyetçi partisi mensuplarına unvan olmuş, İtalyan milliyetçiliğine de "faşizm" denmişti. Milliyetçiliğin milletleri sardığı sırada hepsi ayrı ayrı adlar almış; Almanlar "nazi" (Nasyonal Sosyalist'ten kısaltma), İspanyollar "falanjist", Belçikalılar "reksist", Romenler "gardist" kelimesini kullanmıştı. Bu disiplinli ve komünist düşmanı milliyetçilik ilk önce İtalya'da çıktığı için hepsine birden "faşizm" demek âdet olmuştu.

Yani açıklamada da görüldüğü gibi faşist, aşırı milliyetçilik demek anlamına gelmektedir ve Yavuz’a böyle bir yakıştırma yapmanın ne kadar bilimsel gerçeklikten uzak olduğunu, milliyetçiliğin Fransız ihtilaliyle yayılmaya başlayan bir akım olması hasebiyle anlamış oluyoruz.

Yani o dönemde milliyetçilik unsurunun var olmamasına binaen nasıl faşist olunuyor merak etmekteyim.

Ayrıca bir fetva verilecekse bunu müftü vermez. Bilindiği üzere şeriatla yönetilen Osmanlı’da buna bakacak olan makam Şeyhülislamlık makamıdır ve bu makama padişah fetva verdirtemez.

Gel gelelim asıl meseleye. O da 40 bin alevinin katlinin vacip olduğu mesele! Onun açıklamasını Mustafa Armağan’a bırakıyorum. Konu ile ilgili araştırmasını paylaşıyorum:.

“Bir de özellikle bazı Osmanlı karşıtı kesimlerin dillerine doladıkları ve maalesef İsmail Hami Danişmend gibi ateşli Osmanlı yanlısı ‘Sünniler’in de Şii-Alevi husumetlerinden ötürü köpürttükleri ‘Yavuz’un 40 bin Alevi’yi kestiği’ söylentisi var. Ne yalan söyleyeyim, her iki kamp da bu tehlikeli ateşe odun taşımakta fevkalade mahirler.

Yavuz Sultan Selim, Doğu’da namağlup unvanına sahip Şah İsmail’in adamlarının Tokat’ı ele geçirip kendi adına hutbe okuttuğu, hatta Kütahya önlerine kadar geldiği, Bursa’yı tehdit ettiği ve Rumeli’deki kardeşleriyle buluşmalarına ramak kaldıkları bir ortamda tahta çıkmış buldu kendisini. Üstelik de bir Osmanlı şehzadesi olan yeğeni Murad, Şiiliği kabul etmiş ve Şah İsmail’in yanına kaçmıştı. Yani Safevi etkisi, bırakın halka yayılmayı, bizzat saraya kadar girmişti.

Burada özellikle belirtmek istiyorum ki, Yavuz’un birinci sorunu, bir inanç olarak Alevilik değil, Fransız tarihçi Jean-Louis Bacque-Grammont’un akıl dolu deyişiyle, Safevi Devleti’nin Anadolu’daki Alevileri ‘beşinci kol’, yani istihbarat unsuru olarak, daha da önemlisi, devleti yıkacak tertipler içine girecek potansiyel bir işbirlikçi güç olarak kullanmaya kalkmasıydı. Şah İsmail’in gerçek niyetinin Osmanlı’yı Şiî bir devlete dönüştürerek bir darbede başına geçmek olduğuna ve bu uğurda çalıştığına dair güçlü kanıtlar bulunuyor. Nitekim 1511 Nisan-Temmuz aylarında Bursa’dan Antalya ve Kayseri’ye kadar yayılan, Anadolu’nun büyük bölümünün yakılıp yıkılmasına ve 50 bin insanın ölümüne yol açan Şahkulu isyanı da gerçek bir ders olmuştur Yavuz’a.

Anadolu’daki Aleviler ya İran’a göç edip Şah İsmail’in saflarına katılıyor veya muhtemel bir Anadolu seferinde ona destek vereceklerine dair işaretler veriyorlardı. Osmanlı Devleti’nin 1402’de içine yuvarlandığı fetret devri yeniden yaşanacak mıydı? Bu soru, 112 yıldır hiç bu kadar sarsıcı olmamıştı.

Bunun üzerine Yavuz, hem İran’a insan kaynağı sağlayan göçü önlemek, hem de Safeviler üzerine düzenleyeceği seferde arkasını sağlama almak için Mustafa Akdağ’ın deyişiyle, “Şah İsmail’e bağlılıkları, sadece dinî bir inanç olma çizgisini aşarak, para yardımı, asker olarak gidip ordusuna katılma, Kızılbaşlık propagandası yapmak ve şaha casusluk etmek gibi yollarla hizmet ettikleri sabit olanlar hakkında kovuşturma başlattı”. Bu kovuşturmanın bir tür fişlemeye dönüştüğünü biliyoruz. Tutulan defterlere yukarıdaki eylemlere karışmış 40 bin Kızılbaş’ın adının geçirildiğini, bunların tutuklanıp sorguya çekildiklerini biliyoruz. Suçlu bulunanlar elbette idam veya hapisle cezalandırılmıştır. Ancak bu kovuşturma sonunda ne kadarının idam edildiğini, ne kadarının hapse atıldığını veya sürgüne gönderilip serbest bırakıldığını bilmiyoruz.

İşte o 40 bin kişi, bu kovuşturma maksadıyla fişlenen ve yakalanan casuslar, düşmana yardım ve yataklık yapanlar, daha önce Şah İsmail’in ordusunda savaşmış olanlar, propagandasını yapanlardı. Ve hepsinin öldürüldüğüne dair en ufak bir kanıt olmadığını ben değil, yine Bacque-Grammont söylüyor:

‘Göründüğü kadarıyla, bu “büyücü avı”, özellikle olaylara bulaşan tımar sahiplerini yerlerinden atmak ve bilinen elebaşıları öldürmekten ibaret kaldı. 1513 ya da 1514’te olan 40.000 sapkının kırılması efsanesinin destekleyen hiçbir kanıt yok elimizde; sayılar karşısında doğulu baş dönmesiyle alabildiğine damgalı görünüyor bu.’ (Bkz. Ed.: Robert Mantran, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, I, Cem Yay. 1995, s. 173)

40 bin aileyi, yani ortalama 200 bin nüfusu ilgilendiren böylesine büyük çaplı bir ‘katliam’ın belgelere de bir şekilde yansıması gerekmiyor muydu? İşte Alevi kökenli olduğu bilinen tarihçi Mustafa Akdağ, “Yavuz Selim’in o zaman, Kızılbaş mezhepli 40 bin kişi öldürttüğü hakkında tarihlere geçmiş bir rivayet vardır… Ancak, biz bunu pek şişirilmiş bir sayı bulmaktayız. Çünkü, bu Padişah devrine ait pek çok mahkeme defterleri hâlâ elimizdedir. Bunlar üzerinde yaptığımız araştırmalarda, bu çapta kitle idamlarına rastlayamadık. Eğer öyle kanlı bir olay geçseydi, bu defterlerde yer alması zorunlu idi.” sözleriyle bu balonu patlatıyor. (Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, 2, Tekin Yay., 1979, s. 154) ”

Yazar sonuç olarak şu cümleyi yazmıştır:

”Düzeltiyorum; Tarih ne çekmişse siyasetten ve efsanelerden çekmiştir.”

Ne kadar manidar, öyle değil mi?

Saygılarımla…

 

Güncel olaylara karşı her zaman için bir takıntım ve önyargım vardır. Güncel olandan kastım; yeni çıkan, eskinden olmayan yani, “moda” kelimesinin içeriğini dolduran kavramlar gibi. Bu takıntımı kendimi aşağı düşürücü bir olay veya bir kompleks olarak da görmüyorum.  Bunu bir örnek ile desteklemek gerekirse, geçen sene çıkmış olan gazete hakkındaki ilk düşüncelerimi verebilirim.

Gazete diğerlerinden farklıydı: Boyutu farklı, sayfa yapısı ve baskı kalitesi. Bu” farklılıklardan” ötürü bir takım ilgi duyulması bende rahatsızlık hâsıl etti ve hala bugüne kadarda almışlığım yok.

Gazeteye karşı olduğumdan değil; ama sadece bir kaç farklılığı var diye o güne kadar sanki memlekette hiç gazete yokmuşçasına ona saldırılmasına ve düne kadar hiç gazete okumuşluğu olmayan insanların  “ gazete ahanda böyle olur!” deyişleri canımı sıkmış ve güncel karşıtlığımı arttırmıştır. Neyse bu sadece kendimin basit bir serzenişidir. Asıl anlatmak istediğime gelelim, yani “moda” ya.

Modadan hiç haz etmem.

Başkalarının ortaya koymuş olduğu şeylere kendimi adapte ederek yaşamak, hayatımı başkalarının çizmiş olduğu sınırlar içersinde belirlemek, bana her zaman için ters gelmiştir.

Sagopa Kajmer’in de dediği gibi “Ben en doğruya en yanlışlardan geçerek ulaştım.”  diyor ve insanın kendi doğrularını ve yanlışlarını kendi bulması gerektiği kanısını taşıyorum. İşte bu kanıdır ki benim bu moda konusunda aşağılık kompleksine kapılmama engel olan.

Konu biraz kapalı oldu, bunun farkındayım. Bu yüzden bugünün güncelini, daha doğru ifadeyle “moda”sını birkaç başlık altında; aklımdan geçenleri dilimin döndüğünce açıklamaya çalışmak istiyorum.

Dil Modası:

Dil, Bir memleket veya bir millet hakkında çok önemli sırlar verir, dışarıdan o millete bakanlar için. En önemli sırrı da o milletin bağımsızlığı hakkında vermiş olduğu sırdır bence.

 Bağımsızlıkla olan alakasına örnek olarak; Hindistan’ın resmi dilinin Hintçenin yanında İngilizce olması,  Orta Asya’da Rusçanın anadil gibi bilinmesi(şu günlerde Kırgızistan’da bir devrim oldu. Muhalefet ihtilal yaptı. Arkasında kim var dersiniz?) Afrika’da resmi dili Fransızca olan ülkelerin olması ve çok yaygın bir şekilde Fransızca konuşulması gibi…

Bu örneklerden herhalde dilin bir milletin bağımsızlığı konusunda bize bilgi verdiği anlaşılmıştır. Yani dil çok anlam ifade eder ve dikkat edilmesi gereken nokta bu ülkelerin bağımsızlıklarını yitirmiş oldukları için (bu bugün bağımsız olmadıklarını göstermez; ama bir zamanlar yitirildiğini gösterir.) dillerinin değiştiği noktasıdır.

Dil defalarca dile getirilmesi gerektiği gibi çok önemlidir.

Peki “moda” ile ne alakası var?

Alakasını içimize;  yani kendi ülkemize dönerek anlatmaya çalışayım:

“Türkçe giderse Türkiye de gider.” diye bir şeyler duymuştum. Bu sava tamamen katılmakla birlikte, bu savı değiştirip şöyle söylemek istiyorum:

” Türkiye gitmişse, Türkçe zaten gitmiştir.”

Yani az önce bağımsızlık hakkında dikkat edilmesi gereken “nokta”dan bahsettiğim gibi, Türkçenin gitmiş olması meselesi bir “sonuç”; başka bir ifadeyle de bir gösterge meselesidir.

Bu konunun daha iyi anlaşılması için örneklerle açıklamaya çalışayım. Geçen sene Türkçe dersinde yaşadığım bir anımı anlatmak istiyorum. ( “Sen mühendislik okumuyor muydun?” diye soran arkadaşlar için söyleyeyim:  Birinci sınıfta bizde de Türkçe dersi vardı)

 Türkçe dersimize giren hocamız, derse bir gazeteden almış olduğu haberi getirmişti. Haberin içeriği ise, Türk alfabesine “q,x,w” harflerinin eklenmesiyle ilgili bir yasa tasarısının olduğu yönünde bir haberdi ve yalan bir haberdi.( Yalan diyorum; çünkü yaklaşık bir sene sonra Kürt açılımı mevzubahis olduğunda, bunu karalamak isteyenler, her zaman yaptıkları gibi, çamur at izi kalsın mantığıyla bu haberleri yapmaya devam ettiler ve en sonunda İçişleri Bakanı ve Açılımdan Sorumlu Devlet Bakanı olarak Beşir Atalay böyle bir olayın mevzubahis olmadığını yönünde açıklama yaptı.) 

Yalan olup olmaması önemli değildi. Önemli olan hocamızın serzenişiydi ve şöyle söyledi haklı olarak, ”Eğer böyle bir şey olursa bana ne ihtiyaç kalır ki? Ben daha ne anlatacağım?”

Hocamız bunu söylerken şunu kastetmişti: Türkçeye bu harflerin eklenmesi; Türkçede ne bir kural , ne bir uyum, ne de başka bir şey bırakır . Kurallar kalmayınca da anlatılacak bir şey kalmadığı için bana ne ihtiyaç kalır manasıydı.

Yüzde yüz haklıydı.

Asırlık bir dil olan Türkçeye;  herhangi bir ses uyumu gözetmeden, dilin yapısı incelenmeden, sırf siyasi rant uğruna (gazetedeki habere göre) bunu yapmak Türkçeyi katletmekten başka bir anlam ifade etmez.

-eeee modaya gelsek!

Geldim ishte. “Moda Türkçesi’’ nden kastım da tam olarak buydu işte. “qeldim, eywallah, ßey@zıd…” gibi bir ton zavallı zırvası saçmalık.

Tanıdık gelmiştir büyük ihtimalle. (Böyle şeylere aşina olmamak tek temennim; ama gerçekler bu yönde değil maalesef)

Peki, soru 1: Türkçenin katili bu harfler dilimize nasıl oldu da girdi?

Soru 2:Bunlar kimin çıkarmış olduğu “moda”lar ve biz neden 2009 ilkbahar-yaz sezonu kreasyonu olan bu harfleri kullanıyoruz?

Soru 3: Hiç düşündünüz mü?

Aman ne olacak canım; ha “ß” demiş ha “B” demiş. Ha “g” demiş ha “q”, ha “w” demiş ha”v”… der misiniz? 

Şahsen ben demem. Onun yerine şöyle derim: Hatırlarsanız “Türkiye gitmişse, Türkçe zaten gitmiştir.” manasına getirmiştik bir cümleyi. Bunu yapmamızdaki sebep, Türkçenin gitmiş olması, bağımsızlık olgusunun yitirilmesine dayandırdığım bir sonuçtu ve bir göstergeydi. İşte ben de ona geliyorum.

Türkçeyi böyle pervasızca kullanan adam zaten marjinalleşmiş ve kültürel olarak deforme olmuş bir insan siluetinden ibarettir ve bu adamın Türkçesi en fazla 600-700 kelimeden oluşur. Böyle olunca siz bu adamdan ne gibi bir fayda bekleyebilirsiniz ki, bu kadar önemli konuda bu kadar zavallıyken?

“Faydası yok... Peki ya zararı var mı?”

Bu tür zavallıların zararı da her türlü galeyana getirilebilir bir kitle olması zorunluluğudur.  Yani; düşünme yeteneği olmayan, çok kolay kandırılabilen, düşüncenin değil, sloganların peşinde koşma zavallılığına eren bir tür olmasıdır! Yani “g” ile “q” arasındaki fark böyle bir göstergeymiş, sonuçmuş.

Peki bu sonuç neye sebep olur?

Düşünme yeteneğini yitirmiş bu halk kitlelerinin, memleketi yönetmeye çalışan her türlü zararlı mihraklar için bir propaganda uğruna kullanılmasına sebep olur. Devleti zafiyete düşürme, milleti maddi manevi zarara uğratma amacı güden bu mihrakların; propaganda malzemesi olması yolunda kullanılmasına sebep olur. Bkz: Maraş katliamı, Madımak oteli, 28 Şubat süreci, genel olarak darbe öncesi dönemler, sağ-sol olayları. 6-7 Eylül olayları…

Yukarıda saydıklarım q harfini kullanmıyordu belki; ama o zamanların modası başkaydı ve yine aynı şeye hizmet ediyorlardı: yani sloganlara… Ayrıca bu olayları sadece Türkçenin katledilmesine bağlamak elbette çok saçma olur; ama toplumun değer yargılarına sahip çıkılmadığı takdirde bu “sürü psikolojisi “memlekete çok büyük zararlar vermektedir. Yukarda saydıklarımın hepsi bazı mihrakların propagandası değil miydi yoksa?..

Bir sonraki sayıda bu “moda” bahsine tarih penceresinden değinmeye çalışacağım. Aklımdan geçenleri dilimin döndüğünce anlatmaya çalışarak…

Saygılarımla…

 [Yardımlarından ötürü Gizem Acar’a sonsuz teşekkürler…]

Not:”Zavallı” dediğim için özür dilemiyorum. Bu durumda olan arkadaşların yazının sonuna kadar okuma becerisinin bulunmadığını düşünerek, editör kardeşimizden bu notu büyük puntolarla yazarak dikkat çekmesini rica ediyorum. KİTAP OKUYUN! Nacizane kitap da önereyim:

Kemal Tahir / Esir Şehrin insanları.

 

Türkiye’de tarih araştırmaları birçok kere siyasi ideolojilerin kurbanı olmuştur. Bununla birlikte şu durum insani olarak anlaşılabilir bir gerçektir: insanoğlu; kendi düşüncesine yakın gördüğü tarihi olay veya kişileri kendince yüceltebilir, aksi durumda da küçültebilir. İşte bu hadise insani olarak anlaşılabilir; ama tarih bilimi açısından bu doğru değildir. Bu “ anlaşılabilirlik”  Türkiye’de bazı zaman öyle haller almıştır ki, insanların kendi minik dünyalarında putlaştırmaya kadar gitmiştir. Bu tarihi gerçekler açısından bir anlam ifade etmez ve kabul görülmemesi su götürmez bir gerçektir.

Tarih bir bilimdir. Bilim olması hasebiyle bir görüş bildiriliyorsa bu görüş, bir bilgiye isnat edilmesi gerekmektedir ve her bilimde bu böyledir. Buna binaen de; bir tarihçinin bilgisi ispatlanabilir olmalıdır(belgeler, dokümanlar vs..).

Tarihin siyasi ideolojiyle bağlantısı diğer birçok bilimden fazla olması nedeniyle, tarihçi yorumlarında, daha doğrusu görüşlerinde mutlak nesnelliği yakalamak mecburiyetindedir. Bunun böyle olmadığı hallerde bu bilim, olaylardan ders çıkarma işlevselliğini yitirir ve fasit daire içinde boş lakırdıdan ileri gitmeyen bir hal alır.

Yukarıda kapalı bir biçimde anlatmaya çalıştıklarımı örneklerle açıklamaya çalışmaya gelelim

Kızıl Sultan mı Gök Sultan mı?

Kızıl Sultan veya Gök Sultan… Abdülhamit hakkında bu gereksiz iki ikilem yerine; 33 yıl hasta adam olan imparatorluğun dağılmasını engelleyerek, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına ortam hazırlaması, değinilmesi gereken çok önemli bir konudur. Zira Abdülhamit’ten iki önce Sultan Abdülaziz tahttan indirilmiş, onun yerine geçen V. Murat akli melekelerini yitirmiş bir durumda ve devlet müthiş bir boşluk içersindedir.(1) Bu Boşluk eğer güçlü bir iktidar tarafından doldurulmuş olmasaydı balkanlar daha o dönemde dağılıp gidecek ve imparatorluk birinci cihan harbi olmadan ve bu harp olmaması münasebetiyle hiç güç kaybetmemiş “itilaf-vari” güçler tarafından “sevr-vari” bir anlaşmayla karşı karşıya kalacaktır. Bu da asırlık Türk Devletini sonu demekten başka bir şey değildir.

16. Asırda bir faşist!?

Yavuz Sultan Selim’e “yobaz “ veya” faşist”  iddiasında( aslında safsatası) bulunmak yerine; o dönemde baş gösteren; Anadolu’nun kimliğini değiştirmeye yönelik bir hareket içinde bulunan Şah İsmal’i; dolayısıyla Şiileşme tehlikesini bertaraf ederek, Anadolu’nun asırlarca kimliğini korumasını sağlayan bir padişah olarak bilinmesi gerekir(2).

Bu çok önemlidir. Zira o dönemde “milliyetçilik” kavramı yoktur. Sünni bir devletin Şiileşmesi demek, ileride İran Devleti’nin sınırlarının Anadolu topraklarını kapsaması anlamına gelmektedir. Yani ileride Şii bir nüfusun varlığı nedeniyle, halkını koruma bahanesiyle, bu topraklarda egemenlik hakkının doğması demektir.

Bilinmesi gereken bir önemli hususta şudur: Safevi Devleti Topraklarının büyük bir çoğunluğu Türk nüfusa ait idi(3). Ancak Şah İsmail’in Şii propagandası nedeniyle bu topraklar mezhep değiştirerek(..on binlerce Türkmen’i propaganda ile alevi yapıp Anadolu’dan bugün ki İran’a götürdü ve İran’ın her tarafına ve bilhassa kuzey batısına iskan etti.*)  kimliklerini kaybetmişlerdir. Yılmaz Öztuna bu olayı anlatırken;” …bu değişim kendini 1925 yılından tamamlamıştır.” der. Yani şu anlaşılıyor ki; eğer o dönemde Anadolu’dan bu büyük bela def edilmemiş olsaydı; bu toprakların kaybı anlamına gelecekti.(Bugünkü İran Topraklarında olduğu gibi ya da Balkanlarda Bosna’da… Ya da Musul-Kerkük… Ya da Bulgaristan’da… Farklı zamanlar, farklı topraklar; ama aynı kaybedilme tarzı…) 

“Hadi Yüzleşelim!?”

Ermeni meselesine gelelim birazda. Bugünler de kendini entelektüel sanan birkaç ahmak çıkıp; “Bu soykırımı tanımak gerek.” nevinden açıklamalar yapmaktadır. Şimdi bu cehaletten öte davranışı ben iki türlü sonuçla algılıyorum. Ya bunlar Ermeni diasporasının maşası ya da siyah’a beyaz demeyi bir meziyet sanan kişiler…

Bu meselede en büyük sorun , “bilim” kavramını açıklarken demiş olduğum, yorumların bir bilgiye(info, veri…) dayanması zorunluluğunun yerine getirilmemesidir. Yoksa bakılsın Ermenilerin yapmış oldukları katliamlara. O dönem birebir tanıklık etmiş Kazım Karabekir Paşa’nın yazdıklarına, Levon Panos Dabağyan’ın yazdıklarına vs... önce buradan bir birikim elde edilsin; daha sonra “Bu sözde soykırımı tanıyalım” denilebiliyor mu?

Unutulmaması gereken bir diğer hususta; Türkiye’nin hiçbir zaman bir milletin tümüyle bir sorunu olmamıştır. Ermeni diasporasıyla her Ermeni’yi bir tutmamak lazım gelir. Bu Tarihi bir misyondur. Buna da en güzel ispatlardan biride Ermeni Patriği Mesrob(II)’nin şu sözleri gösterilebilir.

 "Fatih Sultan Mehmet'in, İstanbul'u fethinden sekiz yıl sonra 1461'de, çıkardığı bir fermanla Batı Anadolu'daki Ermeni Episkoposluğu'nu İstanbul Patrikliği'ne dönüştürmesi, Fatih'in ve Osmanlı Sultanlarının gelecek vizyonu ve diğer dinlere gösterdiği hoşgörünün çok açık bir örneğidir. Tarihte bir dine mensup bir hükümdarın başka bir dinin üyeleri için ruhani riyaset makamı tesis etmesi, ne Fatih'ten önce, ne de sonra görüldü. Yeni bir bin yıla girerken dünyada yaşanan gerginlikleri, özellikle yakın çevremizdeki savaş ortamını göz önünde bulunduracak olursak, 538 yıl önce gerçekleşen bu olayın değerini, dinler ve kültürler arası hoşgörünün önemini, sanıyorum daha iyi kavrayabiliriz." (4)

“İntihar”

Daha da ayrıntılı sayılabilecek bir örneğe gelelim. Sultan Abdülaziz’in Tahtan indirilmesi ve “intiharına”. Bu olaya “intihar” demek kolaylığından ziyade; bir insanın ölmeden önce göğsüne nasıl tekmeleyerek ve yumruklayarak morartacağını ve iki kolunun bileklerini nasıl kesip “intihar” edeceğini düşünmek gerekir.

Bu olay düpedüz yapılan darbeyi örtbas etmek adına düzenlenen bir cinayettir. Bunun sebebini de darbeyi yapan Hüseyin Avni Paşa(dönemin genelkurmay başkanı), Mithat Paşa ve Süleyman Paşa’nın hangi yolsuzluk ve usulsüzlüklerinin ortaya çıkmasından korktuklarından ötürü bu darbeyi gerçekleştirdiklerini düşünmek ve anlamak gerekir.

Darbeyi destekleyen V. Murat’ın hangi borçlarından dolayı, bir gün amcası olan Sultan Abdülaziz tarafından hesaba çekilme korkusundan bu darbeyi desteklediğini düşünmek gerekir. Dahası, darbecilerin saraya elini kolunu sallayarak girip padişahın bu kolaylıkta hal edilmesi vakıasına kimin bire bir tanık olduğunu bilip; ilerde padişah olan bu zatın, neden bu tür konularda (Saray güvenliği) aşırı önlem alma hassasiyetinin olması doğallığını, tasvip etmek gerekir(5).

Bu saydığım örnekler kendi içlerinde çok kere etüt edilip, anlaşılması gerekmektedir.  Bu örneklerde geçen olayların bir kısmının bugüne gelen sorunlar olduğunu ve yegâne çözümün; olaylara tarihi gerçekler perspektifinden bakılması olduğunu görmek önemlidir.  Ayrıca bu tür konular tarihin esas konusunu teşkil etmektedir. Zira Abdülhamit Han’a; “Kızıl Sultan” demekle değerinden zerre kaybetmez veya “Gök Sultan” diyerek değerine de zerre değer katmaz. Keza Yavuz Sultan Selim için de… Kısaca; bu tür yakıştırmalarla, kendi ideolojik duygularını tatmin edenler, nazarımda anca bir zavallıdan ibarettir.  Yazımı Atatürk’ün bir sözüyle bitiriyorum:

“ Tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir.”

Saygılarımla…

*** 

1.Kuruluşundan Cumhuriyet’e Osmanlı Tarihi-Dr Vahit Çubuk. Cilt IX-X

2.Şinasi Altundağ, Selim I, Selahattin Tansel, Yavuz Sultan Selim, sy 37-38

3. Yılmaz Öztuna, Yavuz Sultan Selim. Sy 26-28

4. 22 Mayıs 1999 da Hilton Otel’de Yapmış olduğu konuşmasından.

5. Yılmaz Öztuna. Bir Darbenin Anatomisi-Büyük Osmanlı Tarihi Cilt-IX

* Yılmaz Öztuna Yavuz Sultan Selim Kitabından alıntıdır.

 

 

Kavuşmak anı; bir neyzenin dudaklarından çıkan nefesin neyin delikleri arasından geçip yeniden havaya dağılırken çıkardığı duygu yüklü ses gibidir. Ancak o sestir ki kavuşma bestesini somutlaştırıp kulağa dökebilen tek şey. O inleyen sestir ki özlemin, hasretin, bekleyişin verdiği amansız ızdırap dolu zamanların bitişinin habercisi. 

İnsan… hataları, kusurları, noksanlıkları, kötülükleri… İnsan… iyilikleri, erdemleri, becerileri… Kainat misalidir insan. Nasıl ki kainatta her şey zıttıyla mevcutsa; bu tezat haller de insanda mevcuttur.

 Başka türlü de benzer kainata insan. Mesela; nasıl ki volkanlar patlar, kasıp kavurur lavlar düştüğü yeri… İnsanında öfkesi de buna mukabildir. Sabır haddi taşan insan volkandan farksızdır. Ne bir güzellik görebilir karşısında ne de başka bişey. Bir çırpıda, ateş misali, siler yakar her şeyi. Kasırgalar kopar yeryüzünde. Ya insan? İnsanın içinde pişmanlıklar volta atmaya başlayadursun… Ve kainatta güneş vardır. Dünya ondan ısı alır enerjisini alır. İnsanın aşkı buna karşılık gelmez mi? Aşk değil midir insana yaşama gücü veren? Aynı zamanda insanı yakabilen kavurucu yaz sıcakları gibi. Aşk… Güneş misalidir. Yakıp kavurur yeri geldiğinde; ama onsuz da devr-i alem olmaz. Aşksız da insan olmaz…

Peki ya aşk nedir?

Aşk şiir gibidir. Tanımlamaya kalkmanız tam olarak onun ne olduğunu anlayamamanızdan kaynaklanır. Tanımlanamaz aşk. Onu sözcüklerle anlatmaya çalışmak anlamsız gelir. Onu ancak misallerle misallendirebilirsiniz.

Mesela aşk bazen hayaldir. Beyninizle düşlediğiniz bir sevgilinin kalbi acıtmasıdır. Ağlatmasıdır sizi; sevgiliye dokunamayışınızdan, onunla her dem olamayışınızdan ötürü. Basittir bazen aşk. Para gibi basit bir şeydir bazen. Aç gözlülüğün, bencilliğin, hodgamlığın, savurganlığın insanda hasıl ettiği kokuşmuş duygularla maddiyata karşı durulamayan bir tavır almasıdır aşk.

Bazen vatandır aşk. Vatan sevgilidir maşuk için ve o söz konusu olunca can, canan, evlad-ü iyal hep vatan aşkından silinir. O’na karşı zarar gelecek olursa akan sular durur ve gerekirse akan tek şey vatana göz diken hâyinin veya sevgilisi vatan olanın damarlarındaki kan olur. Aşk bazen bir kadındır. Kaşı, gözü, saçları… Bir tatlı sözü güzel bakışı aşığın ayaklarını yerden kesmesine yeterlidir. Bazen de beklenmedik tavrı taş eder maşukun kalbini. Aşk gerçektir. Gerçek aşkın bestesi ancak sonsuzlukta yankı bulur. 


Afitâb-ı hüsn-ü hûbân akıbet eyler ufûl,

Ben muhibb-i lâ yezâlim "lâ uhibbü-l âfilîn"

Aşkı olan insan aşkı için yaşar; gerekirse aşkı için ölür. Ölmek kolaydır da; aşk için insan nasıl yaşar?

Vuslat, yani kavuşmaktır;daha doğrusu kavuşabilme ihtimalinin varlığıdır aşkı yaşanır kılan. İşte yaşanan bir çok andan çok az bir ana tekabül eden, belki hiçbir zaman kavuşulanamayan; ama ümidin hep var olması yaşanabilir kılır ancak hayatı. 


“Aşk bir yaraysa vuslat onun merhemidir.”

Vuslat sevgiliye erme anıdır. Hani dedik ya aşk muhteliftir; ancak misallerle anlatılabilir. Vuslatta buna mukabildir. Mesela açgözlünün maddi açıdan zengin oluşu aşkına ermesidir, vuslatıdır; aşık olduğu kadının saçları gözleri önünde dalgalandı mıydı bu misaldeki aşıkta erer vuslata… Gerçek aşkın vuslatı visaldir. İnsanın hakka yani asıl sevgiliye kavuşmasıdır visal. Visali en iyi visale eren anlatır…

Beni zaman kuşatmış, mekân kelepçelemiş;
Ne sanattır ki, her şey, her şeyi peçelemiş...
Perde perde verâar, ışık başka, nur başka;
Bir ânlık visal başka, kesiksiz huzur başka.
Renk, koku, ses ve şekil, ötelerden haberci;
Hayat mı bu sürdüğün, kabuğundan, ezberci?
Yoksa göz, görüyorum sanmanın öksesi mi?
Fezada dipsiz sükût, duyulmazın sesi mi?
Rabbim, Rabbim, Yüce Rab, âlemlerin Rabbi, sen!
Sana yönelsin diye icad eden kalbi, sen!
Senden uzaklık ateş, sana yakınlık ateş!
Azap var mı âlemde fikir çilesine eş?
Yaşamak zor, ölmek zor, erişmekse zor mu zor?
Çilesiz suratlara tüküresim geliyor!
Evet, ben, bir kapalı hududu aşıyorum;
Ölen ölüyor, bense ölümü yaşıyorum!
Sonsuzu nasıl bulsun, pösteki sayan deli?
Kendini kaybetmek mi, visalin son bedeli?
Mahrem çizgilerine baktıkça örtünen sır;
Belki de benliğinden kaçabilene hazır.
Hâtıra küpü, devril, sen de ey hayal, gömül!

Sonu gelmez visalin gayrından vazgeç, gönül!
O visal, can sendeyken canını etmek feda;
Elveda toprak, güneş, anne ve yâr elveda!

Kavuşmak anı; bir neyzenin dudaklarından çıkan nefesin neyin delikleri arasından geçip yeniden havaya dağılırken çıkardığı duygu yüklü ses gibidir ; ancak o sestir ki kavuşma bestesini somutlaştırıp kulağa dökebilen tek şey. O inleyen sestir ki özlemin, hasretin, bekleyişin verdiği amansız ızdırap dolu zamanların bitişinin habercisi.

 

Bir toplumu inşa eden ve toplumun huzurlu bir şekilde devam etmesini sağlayan hasletler; yani duygular vardır. Bu duyguların varlığı toplumun kalıcı olmasını ve toplumda yaşaya bireylerin huzurlu bir hayat sürmelerini sağlar. Aksi duygularda mevcuttur. Bu fena diyebileceğimiz duyguların varlığı da o toplumu kaosa ve bir iç çatışmaya sürükler.

Toplum huzuru; birlikte yaşama kültürünün, bireysel olarak ne kadar iyi anlaşıldığına bağlıdır. Kişi yaptığı olumlu olumsuz her fiilin o topluma bir şeyler katacağının veya toplumdan bir şeyler götüreceğinin farkında olmalıdır. Bu farkındalık muasır medeniyet seviyesine ulaşmada önemli bir nokta olduğunu düşünüyorum.

Yukarıda bahsetmek istediğim o “farkındalığı”  insana kazandıracak ve toplumun huzurlu bir şekilde yaşamasına olanak sağlayacak olumlu duygular içinden bence en önemlisi diğer gamlık, âlicenaplık ve bencil olmamadır. Bunlar benzer anlama gelmekle birlikte temelinde insan içinde bulunan “ego” yu, tabir-i diğerle “ene”yi yok etmeye bağlıdır. Kişi en önce “hep bana” diyen “ene” yi ortadan kaldırmak mecburiyetindedir. İnsan topluma faydalı olmak istiyorum diyorsa, atacağı ilk adım kendi içindeki bencilliği öldürmek olacaktır.

Bugün karşımıza çıkan birçok sorunun temeli insanın maddi duygulara tapınmasından gelmektedir. “Ben iyi isem gerisi beni ilgilendirmez.”  nevinden düşüncelerin temeli de bu maddi tapınma ve maneviyatta uzaklaşmadan kaynaklanır. Maneviyat ise bize “Mülk Allah’ındır o dilediğine verir, dilediğinden alır.“ diye emretmektedir. Ama bunu anlayabilmekte “ene”den doğan gurur ve kibri yenmek gerekir. Zira “ben yaptım, ben diktim, benim param…” diye sıralamanız ve mülkün sizden gitmesi ihtimalinden dolayı, her anı tedirgin yaşamanıza sebep olan şey ise; “mülkün tapusunun sizde olduğunu inanmanızdan kaynaklanmaktadır”.  Huzur için bu ben ile başlayan cümleleri ortadan kaldırmanız gerekir; dahası “nasip oldu” deyip; giderse de “eyvallah” çekmesini bilmeniz gerekmektedir.

Toplumsal hayata biraz geniş açıdan baktığımızda ise “ene” “komşun aç yatarsa beni enterese etmez” şeklinde bir hadis-i Nakutsi bildirir bize. Zira bencilliğin yarattığı bohemlikte olan bir insan, kendinin en rezil duyguları için çuvalla paralar saçabilirken, birine yardım eli atacağı zaman benlik hemen kancalar atar ona. Elini cebine atamama ve kefene cep diktirme inanışlarını da doğurur ayrıca. Bir zevk için on lira para verene; artık bir yardım için bir lira vermek çok gelir. Bir lirayı verince de her yerde söyleme gibi bozuk duygular doğurur. Bu da iki yüzlüğü doğurur. Bu iki yüzlülükte onun para için ne tip karakterlere bürünebileceğini gösterir. Sonuç olarak da paranın geçmediği bir yer olan o yerde tepetaklak cehenneme gider.

Sonuç olarak bencil bireylerin toplum için fayda sağlayamayacağı aşikârdır. Bunun temelinde “ene” den türemiş enaniyet, “ego” dan türemiş egoizm vardır. Ayrıca bu türlü sefil duygular insanı Allah’tan uzaklaştırır. Unutulmamalıdır ki iblis topraktan yaratılan insana secde etmediği için; yani enaniyetinden ötürü Rabbisine isyan etti. O yüzden “ben” ile başlayan ver gururunuzu okşayan cümlelerden ve fiillerden uzak durmak gerekmektedir.

Ene; sonsuz olana karşı bizim koyacağımız sınırı belirler. Biz ne kadar onu yok edebilirsek o sınır genişler. Yok etmemiz halinde ise mahiyetimizde bulunan ”sonsuza” erişiriz ve “En-el Hak” diyen zatların ne demek istediğini de ancak o zaman anlayabiliriz.

Saygılarımla…

 

Ölüm; ne abartılacak kadar korkunç ne zannedildiği kadar acı ne de insanı geceli gündüzlü kederlere gark edecek kadar duygu hegemonyası değildir. Zira ölüm herkese, somut anlamda, bir kere gelmekle beraber, ölenlerden de tecrübe niteliğinde bilgi alamayışımızdan bir bilmez oluyor adeta. Her bilinmeyende olduğu gibi de ölümde insana korku vermektedir.

Ölümü bu denli abartılacak durumu getiren en önemli şey dünyeviliktir. Yani hayatımızı sadece dünya endeksli yaşamamızdan kaynaklanmaktadır. Bu böyle olunca ondan ayrılma manasına gelen ölümde, sevgilisine bir daha kavuşamama benzetmesinde olan insana bir sıkıntı yükler. Hâlbuki hayat bu değildir. Hayat bir dengeler, çerçeve ve yollardan oluşan geçici bir sınav yeridir. Daha açık söylemek gerekirse asıl gidilmesi gereken bir yolda konaklama yeridir. Elbet bir gün tren kalkacaktır ve o da ölümdür elbet.

“Ölümden korkmayanlar kimdir?” diye bir soru sorulacak olsan benim aklıma ilk önce gelen Mevlana Hazretleridir. Zira ölüm gününe ebedi sevgiliye kavuşma günü olarak gören bir mantık koyar önümüze; ki biz buna Şeb-i Aruz diyoruz. Onun düşüncesinde var olan ölüm kavramı anlaşıldığı üzere asıl yere varmaktır. Asıl yerde de aslolana yani; ebedi sevgiliye vuslat vardır. Bu kavuşmada burada her gününü dünyaya bağlılığına bir perçin atmakla değil, sevgilinin hasretinden yanmak vardır. Bu dünya da yanmakta ebedi yanıştan kurtulmaya bir bilettir.

Burada dini ilimlerin meşgul olduğu öbür dünya hayatını bizim ilmihal kitaplarının ibadet hayatımızı belirleyen eylemler için koyduğu kurallar çerçevesinden düşünmemek gerekir.

Zira o bu dünyanın manasını anlamamıza yetmez. Elbette gerekli ve zaruri bir şeydir; ama uhrevi hayatı kazanmanın tek ve yeter yolu değildir. O sadece önümüze usuller koymaktadır. Mesela namazın nasıl kılınacağını söyler bize. Ama secdede dökülen iki damla gözyaşını yani o denli büyük samimiyetin Allah katında ne değerde olduğunu söylemez elbette.

Sevmeden sevilmeden nasıl bir insan cennetlik olabilir.  Bunu hangi usul kanun kıstasları belirleyebilir. Hangi kural cennetin dahi ötesini bize sunabilir. Yani oda en güzel Yunus’un tabiriyle açıklanır:

Cennet cennet dedikleri,

Birkaç köşkle birkaç huri.

İsteyene ver onları

Bana seni gerek seni.

Dillerinden bu türlü güzel sözlerin dökülen insanların yaşam tarzını ve ölüme nasıl baktıklarını anlamamız zor olmasa gerek. Ve ben ne kadar onların hayatını kelimelerle anlatmaya çalışsam da, herhalde kabalık etmiş ve elbette eksik, noksan anlatmaktan başka bir şey yapmış olamam.

Ölüm bir yok oluş değildir. O ebedi bir hayata açılan bir kapıdır. Biz bu algılayış içinde olmadığımız sürece de aslında bu dünya da bir cehennem olmaktadır. Zira aklımıza takılın, canımızı sıkan, huzurumuzu kaçıran o kadar çok gereksiz şeyler vardır ki… Hâlbuki ahiret eksenli ve Rıza-ı ilahiyi yakalamak ekseninde bir hayata sahip olsak bu tür problemler anından çözülecektir. Tevekkül etmeyi ve O’ndan gelene “eyvallah” demeyi öğreneceğizdir.

Daha sonra da yüce bir zatın dediğin gibi “bizim işimiz ölümün yüzünü güzelleştirmektir.” deyip hakikate yürüyecek, yürütecek insanlar olacağız.

Dünyayı ve ahireti ve onun başlangıcı olan ölümü gerçek manada anladığımız zaman önümüz aydınlanacaktır. Yazımı ölüm anlayışının nazarımda son noktası olan şu mısralarla bitirmek istiyorum:

Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber;

Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü peygamber?

Saygılarımla…                                       

Online dergiler Online dergiler