Abdulvahid Gezer

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

1994'te Erzurum'da tevellüd, 2012'ye kadar İzmir'de tereddüt ettikten sonra doyduğu yer olarak İstanbul'u belledi. Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler öğrencisi.

 

 

 

 

Kafa Kâğıdı:       

 

Şöyle modernizm üzerine üç-beş kitap okuduktan sonra benim gibi genç okurların havsalasını bir tutukluk alıyor. Modernizmin hayat tarzımızın şekillenmesine hediye ettiği kırılma artık her olguyu modernizme vurmak,ikircikli görünen her meselede topu modernizme atmaya yeltenmek gibi bir takıntı bahşediyor zamanla. Bu takıntı bir medeniyet olarak Batı modernizminin sunduğu bağlamların söz konusu olguları kapsayıp kapsamadığının test edilmesiyle anlaşılır. Tabi öncesinde medeniyetin ve özelde modernizmin hayata bağlamlık etme serüveninden kısaca bahsetmek gerekiyor.

Medeniyet hayatın üzerine bina edileceği toplumsal zemini inşa edebilmekle alakalıdır. Medeniyetin gücü ise üzerine bina edilen hayatın araçlarına/eşyalarına, onları kendisinden bağımsız düşünülemeyecek kadar sinmesiyle ölçülür. Yani medeniyet, muhatapları bunun bilincinde olsun veya olmasın, olguların bağlamı olmaya devam ettiği müddetçe gücünü korur. Hatta muhatapların bunun bilincinde olmaması medeniyetin zihin kodlarının artık oturduğu, medeniyet bağlamında üreyen hareketlerin sıradanlık kazandığı, örfe dönüştüğü manasına gelir. Mesela bir hikmete dayanan adab-ı muaşeret zamanla gelenekten olduğu için sürdürülen hareketlere dönüşür, zamanla o hikmetler yeni bağlamlarda yeni yansımalara ihtiyaç duysa da adetlerde bir değişiklik olmaz, bu da bir köhnemeye sebep olur. Bu durum da dinamizmini yitiren medeniyetlerin çöküşünün kaçınılmazlığının bir göstergesidir.

Gelelim Batı’nın modernleşme süreciyle kurmakta olduğu medeniyete, bu medeniyet aslında Eski Yunan’a kadar dönülerek okunsa özellikle fikir ve sanat alanlarında devamlılık arz eden bir seyre sahiptir. Bununla beraber düz bir yükselme ivmesiyle açıklanabilecek bir tarihsellikten söz edemeyiz. Eski Yunan ve Latin medeniyetlerinden sonra Rönesans öncesine kadar sürdüğü söylenen kopuş dönemi-ki bazı felsefe tarihçileri bunu Aristo’dan Bacon’a kadar diye de ifade ederler- bu eski medeniyetin hayata yansıttığı hallerin sonuna kadar köhneleştirildiği bir dönem sayılırsa Rönesans dönemi bu köhneyen medeniyetin hayata bağlamlık edişinin çözümlenmesi ve reddi Aydınlanma ise içi boşaltılan hayat alanlarının (günlük rutinlerin) yeni bir bağlama kavuşturulması süreci olarak nitelendirilebilir. Endüstri devrimi ise ‘zamanlaması manidar’ bir gelişme olarak bu yeni medeniyetin omurgasının oturduğu bağlam olmaya soyunur. Günlük hayatın planlanmasının temeline “mesai” ile çöker, gün ortası için yeni bir öğün icad eder, Pazar tatilinden murad edilen ‘din’lenmenin kiliseyle değil yatakla anılmasına sebep olur ve hakeza...

Kuruluş aşamasını aştıktan sonra medeniyetin gelişimini “ihtiyaç”lar belirler. Aslında bu ihtiyaçlar muhataplarının hayatlarıyla medeniyet arasındaki doğrudan ilişkiyi görmelerini engelleyen bir başka unsurdur. Buna en bariz örnek olarak çağın “hız” ve “erişim” tutkusunu gösterebiliriz. Kökeni bariz bir şekilde piyasanın talebine bağlı olan bu tutkular artık en basit vaziyetlerimize bile tesir ediyor. Zaten pazardan başlayan küreselleşmeninher ölçekte aynı hızla devam etmesi (hatta mikro ölçekte daha hızlı bir gelişmeden bahsedilebilir) de bunun göstergesi. Fakat piyasanın ihtiyaç duyduğu bu hız ve erişimin ferdin de kendi ölçeğinde talep ettiği “değer”ler olması fertlerin bunu doğal bir ihtiyaç olarak görmesine sebep oluyor.

Fakat mevcut medeniyetle problemi olanlar, yine “ihtiyaç”tan doğan diğer günlük fiillerle medeniyeti tahkim edenleri birbirine karıştırmak riskiyle karşı karşıyadırlar. Zamana uyum sağlamak ile zamanın hakim medeniyetine boyun eğmek arasında bir fark olduğu aşikar. Fakat zamanda uyum sağlanacak durumun hakim medeniyetin normalleriyle de sıkı bir ilişki içinde olduğunu teslim etmek gerekiyor. Burada takınılması gereken tavır medeniyetin bir hamaset sahasına çevrilmemesi. Nitekim Müslüman medeniyetinin kuruluş macerasına baktığımızda da Bizans ve Sasani devletlerinin teşkilat tecrübelerine kapı açıldığını görüyoruz. Çünkü o medeniyetin kuruluş aşamasında dinamikliği de maya yapmaya çalışan felsefe medeniyetin bir amaç olmadığını söylüyordu. Usûlleri, medeniyetin mayasıyla mihenge vurmak kaydıyla, diğer medeniyetlerden transfer etmekte bir sakınca görmüyordu.

Bağlamını anlatmaktan kendisini tasvire pek fırsat bulamadığım takıntı kendisini mirasçısı bildiği medeniyetin işte bu dinamik haline yabancılıktan kaynaklanıyor. Bunun da başlıca sebebi medeniyet savunmasını hamasi bir dille kurmaya çalışan muhafazakar literatür. Öyle ki, Batı’nın Doğu’yu anlamasının önündeki en büyük engel diyebileceğimiz Oryantalizm’in kardeşi bir zihniyetle Batı’ya bakıyoruz. Fakat bizim için bunu daha yıkıcı kılan, o Batı’nın medeniyet havzasının bizim hayatımıza da sirayet etmesi.

 

Kifayetsiz muhterisliğin geçer akçe olduğu günlerdeyiz yine. Terazinin kefesi hiç değişmedi, bildiğini sananların karşısında bilmediğini bilenler. Fakat mevzuu çekilmez kılan kifayetsiz muhterislerin bir tahakküm kuracak denli araçlara sinmesi. Kıt kanaat önderlerinden geçilmeyen medya, siyasetin zırvalarına tevil vazifesi yüklenen düşünür takımı ve hakeza. Bu durumun bir yerde sebebi, bir yerde sonucu olan başka bir sorun, şişirildikçe şişirilen söylemin ardına gizlenmiş bir eylemsizlik. Riayetin yerini riyaya bıraktığı; sözcülüğü edilen değerlerin yüz kırk karaktere sıkıştırıldığı ipe gelmez bir 'makara'. Nihayet: aşağılığın bir yükselme aracı haline gelmesi.

Ahkâm kesme, ayar verme, had bildirme ve bilumum tatmin eylemlerinin mecrası olarak sosyal medyanın başat işlevlerinden birisi, her türlü hadise karşısında insanların tepkilerine mekânlık etmek. 7'den 70'e herkes kendini kamuoyuna açıklama yapmak zorunda hissediyor galiba. Konulan tepki de kabaca iki çeşit oluyor: taraftarlık yahut duyarlılık.

Taraftarlık bir miktar tevil, bolca hazımsızlık ve ideolojik körlük istiyor. Bununla beraber tepki vereceğiniz her hadisede vicdanınızdan önce tarafınızın kısa vadeli çıkarlarını düşünmek zorundasınız. Sürekli gündemi kurcalamalı ve bunu yaparken de gündemin tamamını önemsizleştirici bir 'ileri' hedefe sahip olmalısınız. Dikkat etmek gerek, bu bir çelişki değildir. Kısa vadeli çıkarın gözetilmesi tekil olaylar üzerine kafa yorma sürenizi kısacak; 'ileri' hedef ise üzerinde çok da düşünmediğiniz bu olayları hatırlamanızı gereksiz kılacaktır. Bu sayede üzerinde bulunduğunuz savruk zemine daha kolay uyum sağlarsınız. Bununla beraber taraftarlığın çok sıkı bir aforoz disiplini var. Farklı ses çıkaranı, saf düzenini bozanı hizaya getirmenin yolu; onu karşı tarafın adamı ilan etmek, satılmış ilan etmek ve sair cümbüşlü gürültülerden müteşekkildir. Fazlaca tasvire lüzum yok, başta biraz soğuk ama girince alışıyorsunuz.

Sanal ağların duyar algoritması ise şöyle işliyor: "Bir zulüm gördüğünde tivit at, eğer tivit atmaya gücün yetmiyorsa atılan tiviti retivitle, retivitleyemiyorsan fav'la ki, bu da duyar kasmanın en zayıf halkasıdır." Birisi mi öldü, arkasından en süslü sözleri sen yazmalısın! Twitter gündeminde görüp de yıl dönümü olduğunu fark ettiğin mühim bir hadise mi var "UNUTMADIK, UNUTMAYACAĞIZ" yaz, ne de olsa sen unuttuğunda herkes unutmuş olacak. Taraf aidiyeti ile kimlik kazanmış bir kişi/kurum/nesne zarar mı gördü, kalıp hazır: "X'e ses çıkarınca Y olmazsınız, insan olursunuz." yaz yanına da etiketi iliştir. Artık sen de duyarlı bir bireysin! Duyarlı birey paketinin ayrıcalıkları olan 'her zaman haklı olma' ve 'herkese hesap sorabilme' haklarından sınırsız bir biçimde yararlanabilirsin.

Ve tabi en mühim kural, her konuda ahkâm kesebilmeniz için haddiniz dışında her şeyi bilmeniz gerekiyor. Mesela burada bir İngiliz'e İngilizce öğretebilir, bir Arapça profesörüne nahiv dersi verebilirsiniz. Zaten bu ilminiz zamanla o derece açığa çıkma imkânı buluyor ki ülke yönetmek gibi sıradan bir iş artık sizi kesmiyor ve artık bir Kader tefsircisi oluyorsunuz. Sellerin, tipilerin, depremlerin kimin veya neyin yüzünden başımızda durduğunu insanlara bildirmek tabi ki sizin vazifeniz!

***

Sözü daha fazla yormayalım, ister aldığımız nefesi kuşatan atmosfer diyelim ister ayağımızı bastığımız zemin, bizi kendi makbul prototipine uydurdukça makullüğümüzü yitiriyoruz. Ya kendini tatminden ibaret bir duyarlılık hırkasına bürünüyoruz ya da fanatik hamasetlere dilimizi kaptırıyoruz. Plastik duyarlılıklardan kurtulmak için kafayı kaldırıp hayata bakmak kafi. İdeolojik körlükle beslenen çift taraflı keskinliğe karşı ise sakinlik en önemli sığınak. Peki ya cehl-i mürekkep? Onun bir tedavisi yok sanırım.

-Samuel Huntington'ın "Medeniyetler Çatışması" tezini yazmasının üzerinden 22 sene geçti.

-Edward Said'in karşılık olarak "Cehaletler Çatışması" tezini öne sürmesinin üzerinden 14 sene geçti.

-Fransa'da bir dergiye düzenlenen saldırının ise kırkı henüz çıktı.

Medeniyetler Çatışması en basit ifadeyle dünyadaki temel çatışma kaynağının ideolojik veya ekonomik sebeplerden çok kültürel olacağı tezi. Bu çatışmada aslan payı ise İslam-Batı çatışmasına veriliyor. 

Cehaletler Çatışması makalesi ise temelde "Batı" ve "İslam" isimlendirmesinin kesinliğine itiraz eder ve Medeniyetler Çatışması makalesinin bir tez değil ideologluk olduğunu iddia eder. Said'e göre medeniyetler arasında iddia edildiği gibi sınırlar yoktur, dahası medeniyetler birbiriyle etkileşim kurarak kendilerini güçlendirmişlerdir. 11 Eylül'ün ardından kaleme alınan makale aslında saldırı sonrası Batı medyasının Huntington'a düzdüğü övgülere ve okurun sahip olduğu  Batı'lı kimliği  provoke etmelerine tepki amacı da taşıyor. [i]

İki makalenin mutabık olduğu tek nokta ise çatışma. Öyle ya insan ölümlü olduğu kadar ölümcül de olan bir varlık. Fakat bu çatışma beklentisi postu deldiren modernizm yerine ikame edilecek bir medenileşme basamağının olmamasından kaynaklanıyor. Huntington başat medeniyetlerin birbiriyle çatışacağı iddiasını bu yüzden kuvvetli argümanlarla destekleyemiyor.

Modernizm evrim basamaklarını üçer beşer atlayan bir insan tasavvur ederken vardığımız post-modern akıbet evrimcilerin "bizde geri vites olmaz" iddialarını gözden geçirmelerini gerektirici cinsten. Teknolojinin sunduğu yeni hayat tarzı, vücutta bıraktığı etkilerle bile klasik evrim şemasının yüzünü kara çıkartıyor. Boyun eğikliği akıllı telefonların etkisiyle artan, yürümeyi unutup kaslarını atıl bırakan nesil, evrimin bir sonraki basamağında daha gelişmiş bir insan türü bekleyenleri tedirginliğe sevk ediyor. Provokatif bir ifadeyle: "Teknoloji terakkiye mâni oluyor." Daha nice modern ütopyanın peşinden koşanları sükut-u hayale uğrattığı malum. "Batı medeniyeti çöküyor" demenin moda haline gelmesi içindeki gerçekliği göz ardı etmemize sebep olmasın. Ayırdına varılması gereken asıl mevzu ise günümüz insanının da içten içe bunun farkında oluşu.

***

Aydınlanma ile beraber "laikleşen, rasyonel, pozitivist, bireyci Batı'nın yeni mitlere, yeni dinlere ihtiyacı vardı. 'Akıl Çağı'ndan 'İdeolojiler Çağı'na geçiş, bu ihtiyacın bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı."[ii] İkinci Dünya Savaşı post-modernizmin doğuşunu ilan etse de ideolojilerin salası henüz okunmamıştı. İdeolojilerin sonunu müjdeleyen Fukuyama'nın Tarih'in ve İdeolojilerin Sonu makalesi oldu fakat Fukuyama'nın öngördüğünün aksine bu, tek bir ideolojinin dünyaya egemen olması demek değildi. Aksine modern ideolojilerin tamamına yönelik eleştiri akımları kuvvetlerinin zirvesine çıktı. Ya sonra?

Sonra bizim kuşak doğdu. Fikrini besleyen en önemli unsur 'eleştiri' olan kuşak. "Din afyondur" sözüne tekabül eden ideoloji dinini yitiren neslin afyonu patlamaya başladı haliyle. Her ne kadar 'teknoloji' dini tebliğ edilmeye başlasa da bu yeni din ekonomik boyutu haricinde modernizmle mücessem Batı medeniyetini beslemeye yetmedi. Sonuç: kendini uyutamayanlarda baş gösteren mutlak buhran. Bu buhrandan kaçamayanlar, bu buhranı taşımaya da güç yetiremediyse radikalliğe savrulmaya başladı. Bu radikallik tabi ki kökünü eleştiriden alıyordu, eleştiri temeline bina edilen kimlikler de biriken enerjinin tahrip olarak geri dönmesine sebep oldu, oluyor.

***

Hal-i alemde değil birbiriyle çatışacak iki medeniyet, meşru  bir egemenlik tahkim edebilmiş herhangi bir medeniyet mevcut değil. Yusuf Kaplan'ın aforizmasıyla: "Bu dünyaya söylenecek bir söz var, o sözü söyleyecek biziz; ama biz yokuz." Tafsilatıyla: Aydınlanma Çağı'ndan bu yana söz söyleyen, söylem kuran bir iktidar olarak Batı vardı. Fakat iktidar olmak Batı'yı medeni yapmıyordu, "mimsiz  medeni" yapıyordu; yani 'deni', yani alçak. İslam Medeniyeti ise henüz taşıyıcılardan yoksun, ve çözümü daha fazla iktidarda arayanlardan muzdarip.

Sonuç yerine: "çatışma" medeni değil barbarca bir olgu olarak görülebilecekken, medeniyeti başka coğrafyalara çatmak için diline dolayan Batı'nın sorunu medeniyetledir. Bunun yerine bizzat "çatışma"yı sorun sayıp çözüm olarak medeniyeti sunmak ise selamettir, İslam'dır.

 

[i] Said, Edward. Cehaletler Çatışması. The Nation, Ekim 2011. çev: Musa Ceylan

[ii] Örs, H. Birsen. Modern Siyasal İdeolojiler. İstanbul: İst. Bilgi Üni. Yay. 2013

Online dergiler Online dergiler